Yönetmen: John Hillcoat
Oyuncular: Guy Pearce, Danny Huston, Ray Winstone, Emily Watson, John Hurt, Richard Wilson, Shane Watt
Senaryo: Nick Cave
Müzik: Warren Ellis, Nick Cave
1880'lerde geçen film, polisle silahlı bir çetenin çarpıcı çatışmasıyla başlıyor. Emniyet Müdürü Stanley tarafından ele geçirilen Charlie Burns ve kardeşi Mikey, vahşi ve dengesiz ağabeyleri Arthur ile birlikte hunharca işlenmiş bir suç yüzünden aranmaktadır. Emniyet Müdürü Stanley, bu kanlı döngüye bir son vermek üzere Charlie'ye görünürde gerçekleştirilmesi imkânsız bir teklifte bulunur. En büyük kardeş Arthur’u öldürmesi karşısında en küçük kardeş Mikey’i ona vereceğini söyleyerek ortanca kardeş Charlie’yi serbest bırakır. Charlie ise, zamanında onun çetesinden kardeşi Mikey’i de yanına alarak ayrıldığı, dağlarda bir efsane halini almaya başlamış ağabeyi Arthur’u bulmak üzere yola çıkar.
Müzisyen, şair, yazar, şimdi de senarist Avustralyalı Nick Cave’in, memleketlisi ve yakın dostu John Hillcoat yönetiminde ortaya çıkardığı The Proposition, hüzünlü, yaralı, gerilimli ve destansı bir Avustralya westerni.. Nick Cave şarkılarında işlenen en belirgin temalardan şiddet, din, bağlılık, intikam gibi duygulara sıkı sıkıya bağlı Cave senaryosu, yine onun en vazgeçilmez temalarından olan aşk kavramının semtine uğramıyor. Cave’in albümlerindeki bu temaları bilenler, onun hikaye anlayışı ve anlatışı konusunda benimsediği tavrı da fark edeceklerdir. Sevdiğine salya sümük yalvarabilen bir aşıktan, şiddetin dozunu hiç umursamayan bir zalime dönüşebilen bu geniş karakter zenginliği, Cave’in zihninde yarattığı evrenin ipuçlarını değil, direk kendisini ele vermekten kaçınmaz. Onun öykü anlatışında, sıradanlıktan, klişeden yeşermiş bir destanın izini sürmek mümkündür. Kazanmanın bir yanılsama olduğunu bilen, bilmese de sonradan anlayan kaybedenlerin destanıdır bu..
Özette kabaca anlatılan öykü, okuyana basit gelebilse de, hatta daha önce benzerlerini izlediğimizi düşündürtse de, The Proposition özünde çok yoğun ve katmanlı bir yapıya sahip mükemmel bir western.. Bir kere, westernlerin pek tarzı olmayan felsefi-edebi okumaları, dozunda bir anlayışla hikayesine yediriyor. Bu okumaların yapay durmaması ve sıkıcı bir hal almamasını sağlayan bir B planına da sahip. Destansı boyutunu şairane bir saflıkla sağlam bir şekilde muhafaza eden, ama öte yandan gerçekliğini de olağanüstü bir görsellikle birleştiren bir film. 1800’lerde geçiyor olsa bile, pek çok westernin cesaret edemediği veya hiç uğraşmadığı evrensel serzenişleri de acıyla yoğrulmuş hamuruna katık edebiliyor.
Western kültürü salt kahramanlık destanlarından ibarettir diye saçma bir inanışa şartlandırılmışızdır. Bu sayede westernlerde kahramanlık ve kendi çapında bir şiddet bekleriz. Şimdiye dek abartıya kaçıp, ayağını yerden kesmiş o kadar çok westerne rastladık ki, tür zamanla çekiciliğini ve görkemini yitirdi. Düpedüz ırkçılık yapan bazı westernler bile başyapıttan sayıldı. Eski başarılı örneklerin koyduğu kurallarla western kavramı tabulaştırıldı. Bir kovboy filminin standartlarıyla oynamak, tuhaf ve boşuna bir çaba olarak görüldü. Ancak pek fazla olmasa da, son zamanlarda çekilmiş az sayıdaki westernlerde, bu tabulaşmış standartlar sarsılmaya, hatta onların kurallarına bir meydan okuma gözlendi. The Unforgiven ile kapandığı varsayılan bir dönem, bu kez geçmişten aldığı iskeletler üzerine günümüzden eklenen motiflerle çok daha farklı, bir o kadar da haklı bir yol izlemeye başladı. Taze izleri süren bu anlayış, bir süre sonra daha farklı bir yoldan giderek de aradığını bulabileceğini gösterdi.
Sevdiğine ümitsizce aşık bir erkeğin, veya onu kaybetmenin acısına nasıl dayanabileceğini sorgulayan bir aşığın ve daha aşkın pek çok halinin tespitlerini kendince yapmış Nick Cave’in belki de en önemli yanı, içinde aşk olsun olmasın, öykülerinde işlediği şiddetin doğrudanlığı ve hatta kimi zaman fütursuzluğuydu. Öyle ki bu şiddet, ne kadar umursamaz olursa olsun, hizmet ettiği amaçla bütünleştiğinde kutsallaşabiliyordu. Cave öykülerinin çetin yapısı içinde şiddet, gerek uygulayan, gerekse uygulanan kişinin kimliğinde karmakarışık bir hal alabiliyor, dinleyeni ve The Proposition'da olduğu gibi bu kez de izleyeni neyin doğru olduğu konusunda huzursuz etmeyi başarabiliyor. Western geleneğinin “iyi adam-kötü adam” klişesini bu şekilde sarsma cüretini de zaten Nick Cave gibi müzmin efkarlı bir anti-? gösterebilirdi. Hayranları olarak ondan, çıkmaz sokaklı bir aşkı da içinde barındıran, bol kıymıklı bir film-noir beklerdik belki. Ama belinde kendi silahları olan, kendi kanunlarına sahip insanların cirit attığı 1800’lerin dramatik özgürlüğü içinde kendi trajedilerini ağız tadıyla yaşayan bir grup kaybedenin westerni de tam ona göre.
Karakter analizleri yapılması gereken karakterler yaratmadaki ustalığı, Nick Cave’in bir diğer özelliğidir zaten. Arthur, Charlie ve Mikey’den oluşan Burns kardeşlerin, ve onların çetesini oluşturan diğerlerinin sahip oldukları zalimliği bize flashback ile bile göstermekten kaçınan Cave, onlar tarafından hunharca işlenmiş tecavüz ve katliamı bir kasaba efsanesi ile aktararak, kafa karışıklığına zemin hazırlama ustalığını da kullanıyor. Film kendi içinde geliştikçe, bu şeytani suçu işleyen insanlara bakışımız, sistemin koruyucularına bakışımızla öyle bir çelişiyor ki aklımız şaşıyor. Danny Huston muhteşem bir kötü olmuş ve Arthur’un efsanesini haklı çıkarmış. Arthur’un dağlarda bir efsaneye dönüştürülüşü, bizde de bir an önce onunla tanışma arzusuna dönüşüyor. Doğaya doyamayan, doğanın bir merdumgirize (insanlardan nefret eden, onlardan kaçan kimse) bile kendisini huzurlu ve kusursuz hissettirdiğini savunan, kitap okuyan, edebiyat bilen, güneşin batışına aşık bir cani. Belki de Nick Cave’in şeytanla dansı.
Arthur karakterinin derinliğinin yanına sadece ortanca kardeş Charlie yaklaşıyor. Ama onun çelişkisi şeytanın iyi dans edemediği yönünde. Charlie ile bir türlü bağdaştıramadığımız cani sıfatı, artık o inanmakta güçlük çektiğimiz söylentinin gerçekten gerçek olduğunu anlamamızla daha da acımasızlaşıyor. İyi adam olduğunu düşündüğümüz halde, bir türlü iyi adam meziyetlerini (hatta kötü adam meziyetlerini) sergileme fırsatını bulamayan Charlie’nin ipleri de tıpkı diğerlerinde olduğu gibi Nick Cave’in elinde. Ama sanki Cave, finale kadar sıkı sıkıya tuttuğu bu adamın iplerini finalde kasten öyle bir bırakıyor ki, yine aklımız şaşıyor.
Charlie Burns, Nick Cave’e en yakın duran karakter. Bu rol için kimi zaman eleştirilen Guy Pearce’ın seçilmesi ayrı bir konu. Pearce çok iyi bir aktör. Oynadığı karakterleri nasıl canlandırdığından öte, nasıl taşıdığı dikkate alınmalı. Oynayarak dünyanın en prestijli ödüllerini alabilirsiniz. Ama ancak taşıyarak onu olması gereken gerçekliğe taşıyabilirsiniz. Guy Pearce, oynamaktan önce taşımayı disiplin edinmiş bir aktördür. Bunu modern klasiklerden Memento ve L.A. Confidential'da görmek, zihinleri daha iyi aydınlatacaktır. Guy Pearce, Charlie Burns ile taraf olarak seçtiği, sorunlarla yüklü iyi adam kıyafetini ne kadar iyi taşıdığını yeniden deklare etmiştir. Cave, mükemmel bir “arada kalmış ortanca kardeş” profili yaratmıştır. Ortanca kardeşten ne anlıyorsak, Guy Pearce bu hissi uyandırmak için seçilmiş en doğru 3-5 aktörden biridir.
İngiliz aktör Ray Winstone’un canlandırdığı polis şefi Stanley, onun eşi Martha’yı oynayan Emily Watson ve yine “Cavish” bir derinlik sahibi ödül avcısı Jallon Lamb olarak izlediğimiz, yaşlandıkça lezzetlenen John Hurt, Cave-Hillcoat ikilisinin diğer kozları. Özellikle Stanley’nin ikilemleri, Cave’in bize, o bitmek bilmeyen oyunlarından bir diğeridir. Kendi doğruları uğruna üstleriyle ve hatta çok sevdiği karısıyla bile ters düşebilecek ölçüde doğru olması didaktik gözükse de, Cave’in hikayede ona biçtiği görev çok önemli. Sadistçe kahramanlarına dilemma yaşatmayı seven Cave’in, Charlie’den sonra “çelişki mağarası”na kapattığı bir diğer karakter de Stanley’dir.. Charlie’ye yaptığı teklif ile hem kendine, hem sisteme suç ortağı olan Stanley’nin dramı, başka bir zalimlik.. Onun dramını paylaşmasını beklediğimiz Martha’nın küçük kardeş Mikey’nin kırbaçlanmasına gösterdiği rıza, her ne kadar Martha’ya geri tepse de, izleyende yine ve yeniden kafa karışıklığı yaratıyor. İyi-kötü ayrımına göstereceğimiz tepkinin en önemli sınavlarından birine daha boş kağıt vermek zorunda kalabiliyoruz. Martha’nın üzerinde fazla konuşulamayacak ölçüde sıradan oluşuna da yorum yapılabilir.
Şarkılarında kadınları hep kritik düzlemlere koymuş Nick Cave için Martha, Stanley’nin zaaflarına zaaf katmak için icat edilmiş, ama yerine göre mühim sayılabilecek bir unsur olmuş. Ama bu durum, The Proposition'un bir erkek filmi olduğu gerçeğini asla değiştiremez. Cave belki de bu ilk senaryosuyla önce kendi hemcinslerinin yaşadığı karmaşıklıkları göstermeyi tercih etmiştir. Sonrası için beklenti içine girdiğimiz yeni senaryolarında işleyeceği türlü kadın profilini beklemeye alması, önce kendi cinsi ile hesaplaşmasından sonra gelecektir mıuhtemelen. Arthur, Charlie, Jallon, Stanley gibi her biri kendi içinde bir Nick Cave barındıran erkeklerin anti-kahraman destanı, elbette her şeyden önce gelecekti.
Klasik westernlerdeki kızılderililerin yerini almış olan Avustralya yerlileri Aborjinlerin trajedisini uzaktan duyulan silah sesleriyle veren film, akabinde kanlı elleriyle “zafere” kadeh kaldıran beyazlarla, 1800’lerin bu uçsuz bucaksız kıtasına, Amerika’nın vahşi batısına, hatta günümüz orta doğusuna en anlamlı göndermeyi yapıyor. Nick Cave, filmde görünen iki yerlinin dramını da yüzümüze çarparak, darbelerine son vermemekte direniyor. Zaten film bitmeden, o darbelerin de biteceği yok. Bir yanda beyaz askerlere hizmet eden tercüman yerlinin, kendi ırkı karşısında saf tutmasına rağmen yeri geldiğinde “siz beyazlar tuhafsınız” demesi ve yaşadığı trajik son.. Diğer yanda Stanley’nin o çok hoş düzenlenmiş elit evinde hizmetkarlık yapan Tobey’nin, Stanley tarafından azad edilince bahçeden dışarı çıkmadan önce ayakkabılarını çıkarıp, çıplak ayaklarla kendi topraklarına geri dönüşü.. Bir ailenin cinayet ve tecavüze kurban gitmesi karşısındaki kasabanın gösterdiği hassasiyetin yanında, tüm Aborjinlerin katledilmesine bir “süreç” gözüyle bakılmasının açıklamasını yapmak için Nick Cave bize çok güzel bir orta hazırlıyor.
Klip yönetmeni olarak tanınan John Hillcoat’a artık başka bir gözle bakmanın zamanının geldiğini söyleyebiliriz. Fransız Benoît Delhomme’un sinematografisi, Bill Booth ve Marita Mussett’in sanat yönetimi ile insana adeta boyut değiştirten bir görselliğin yaşandığı The Proposition, her biri insana tarifsiz bir zevkin yanında hüzün de aşılayan eşsiz manzaraları, planları ve açılarıyla da fark edilmesi gereken bir yapım. The Thin Red Line'da askerlerin tek tip gibi gözüken, lakin savaşın disiplini ve dağınıklığını bir arada veren Margot Wilson’un kostüm tasarımlarını The Proposition'da da görüyoruz. Bu kez gördüğümüz kostümler, acı, ter, kan, refah ve ölümün izlerini mükemmel yansıtıyor. Tema müziklerini Warren Ellis ile beraber hazırlayan Nick Cave’in müzikal mahremiyeti ve tutkulu notaları yine hayranlık uyandırıyor. Kanlı ve anlamlı finaline kadar ilerleyen sürece sığdırdığı nice derinliklerle ilerleyen, geriliminden taviz vermeyen, şiirselliğine sahip çıkan The Proposition, The Three Burials Of Melquiades Estrada ile birlikte son yılların en itibarlı ve erken sayılabilecek western başyapıtlarından.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder