Yönetmen: Martin Scorsese
Oyuncular: Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Ray Romano, Harvey Keitel, Bobby Cannavale, Anna Paquin, Stephen Graham, Jesse Plemons, Domenick Lombardozzi, Gary Basaraba, Stephanie Kurtzuba, Kathrine Narducci, Jack Huston
Senaryo: Charles Brandt, Steven Zaillian
Müzik: Robbie Robertson
Cinayet dedektifliği ve savcılık görevlerinde bulunan, Delaware eyaletinin başsavcı yardımcılığına kadar yükselerek resmi kariyerini noktalandıran Charles Brandt, araştırmalarını ve deneyimlerini Amerikan suç dünyasının kilometre taşı davalarını konu alan romanlarında paylaşıyor. The Right To Remain Silent adlı romanında Başkan Ronald Reagan dönemine odaklanırken, mafyaya sızan ajan Joe Pistone'un yaşadıklarını anlatan Donnie Brasco - Unfinished Business ve ulusal tehditlerden biri haline gelen mafya komisyonlarıyla alakalı We're Going to Win This Thing romanlarıyla da yeraltı dünyasında yaşanan gerçek olaylara dair cesur girişimlerde bulunuyor. Brandt'in 2004 yılında yayınlanan I Heard You Paint Houses romanı ise, kendi halinde bir et teslimatçısı iken, bazı tesadüfler ve önüne çıkan fırsatlarla aşama aşama organize suç dünyasına girerek güvenilir bir mafya tetikçisi olan, işçi sendikası memurluğuna kadar yükselen İrlandalı Frank Sheeran'ın bu dünyaya adım atmasından ölümüne kadar geçen 1960-1980 arası dönemi anlatıyor. Sheeran’ın beş yıl boyunca kayıt altına alınan röportajlarından derleyerek yazılan romanı, Awakenings (1990), Gangs Of New York (2002) ve Moneyball (2011) senaryoları ile Oscar adaylıkları, Schindler's List (1993) ile de Oscar alan, bunun yanında American Gangster, All The King's Men gibi uyarlamalara imza atan Steven Zaillian'ın senaryolaştırdığı The Irishman, 2019 yılının en çok beklenen filmlerinden biri olarak her şeyi üzerine paragraflar dolusu yazı yazılabilecek bir yapıt.
O kadar başyapıtı dururken 2006'da çektiği yeniden çevrim The Departed ile sanatı ödüllendirilen Martin Scorsese, The Irishman gibi çok sesli bir roman uyarlamasını, mafya-siyaset ilişkisi bünyesinde sır perdesini koruyan tarihi meseleleri filminin fonuna alıyorsa, büyük oynadığı aşikardır. Onun için bu bileşenlerle büyük oynamak da, GoodFellas ve Casino ruhunu çağırmak anlamına geliyor. Zira 60, 70 ve 80'li yıllara uzanan görkemli mafya hikayelerinin günümüzde artık çekilmediği bir dönemde The Irishman'in Scorsese tarafından ele alınması, bir üçlemenin son halkası anlamına da geliyor. GoodFellas ve Casino, farklı karakterlerle benzer suç zincirlerini mükemmel biçimde biraraya getiren filmler olarak sinema tarihinde çok önemli yere sahip filmler. Ama ilk çıktıklarında onlar bile eleştirel bariyerlerle karşılaşmışlardı. Zaman içinde demlenerek, değişen seyirci değerleri ve sanatsal duruşlarıyla zamansızlıkları daha iyi anlaşıldı. The Irishman'in değeri için de üzerinden geçecek zaman en sağlıklı değerlendirme ölçütü olacaktır. Ama üçleme olarak görebileceğimiz bu filmlerin ilk ikisindeki 90'lar havası, takvimler 2019'u gösterirken büyük usta Scorsese sayesinde bazı yerlerde tekrar solunabiliyor olsa da, aslında üçlemenin sonuna geldiğimizi fark ediyor, dolayısıyla artık bu suç evreninde her şeyin aynı kalmayacağına dair modern ve gerçekçi bir anlatımla da karşılaşıyoruz. Üstelik şaşırtıcı biçimde 3.5 saatlik süresinin çağrıştırmasına rağmen Scorsese bu defa "epik" oynamayıp biçimsel sadeliğe sığınıyor.
Tabii Detroit'ten önce bahsedilecek çok şey var. Biz de yazı içinde bir kurgu oynaması yapıp filmin geçmişine dönersek Frank'in karakteri ile yükselişi arasındaki doğru orantıdan söz etmemiz gerekir. Frank, basit bir et teslimatçısından çok daha fazlasına sahip olduğu anlaşılınca Russ ve dönemin güçlü mafya figürlerinden Angelo Bruno'nun kanatları altında tetikçiliğe doğru yumuşak geçiş yapıyor. Yumuşak, çünkü Scorsese, GoodFellas ve Casino'dan biraz farklı olarak bu geçişi aşırı ve detaylandırılmış şiddetten sıyrılmış bir üslupla betimliyor. En önemlisi de Frank'in kendisine emredilenleri hiç sorgulamayan ve kendi içinde en ufak bir çatışma yaşamadan kabul eden tam bir görev adamı olması. Eski bir asker, sonra görevini yapmaya odaklanmış bir emekçi olmanın verdiği emir almaya alışmış bu adanmışlık aile hayatını da sekteye uğratıyor. Evli ve dört kız babası Frank'in filmde bu yanını tek örseleyen unsur, kızlarından Peggy ile olan ilişkisi. Mafya içinde gittikçe güç kazanan Frank'in Peggy'nin gözleri önünde mahallenin bakkalını dövmesi, zaten bir türlü kuramadığı ilişkinin kırılma noktası oluyor ve ondan sonra baba kız için hiçbir şey normal olmuyor. Frank'in asıl ailesi, ona sayısız pis iş veren, bu sayede şöhret ve saygınlık kazanmasını sağlayan suç ailesi. Zaillian ve Scorsese de bu ailenin dinamiklerini çok iyi bildiğinden Frank'i ve geri planda tüm iş bitiriciliğiyle Russ'ı birer oya gibi işliyorlar. Ama çok iyi işlenen biri daha var ki, o da Jack Nicholson'ın başrolünde oynadığı 1992 yapımı Hoffa filmiyle de bilenlerin bildiği, 1957-1971 arasında Uluslararası Teamsters Kardeşler Birliği başkanı olarak görev yapan Amerikan işçi sendikası lideri James Riddle Hoffa…
50'lerde Elvis, 60'larda The Beatles kadar ünlü, Başkan'dan sonra Amerika'daki en nüfuzlu adam olan Jimmy Hoffa, 1 milyon üyeye sahip sendikanın emeklilik fonundaki 8 milyar doların kontrolünü de elinde bulunduran adamdı. Büyük şirketler ve hükümet ensesindeydi. Yaşadığı bazı sıkıntıları atlatmak ve kendisini güvende hissetmek için başvurduğu isim Russ Bufalino olunca, onun bu işlerde en güvendiği isim de Frank olunca, filmin en kritik meselesi olan Frank ve Jimmy Hoffa'nın dostluğunun temelleri atılmış oluyor. Büyük paraları himayesinde tuttuğu için mafyanın bankadan alamadığı kredileri emeklilik fonundan veren Hoffa (tabii Russ'ın %10 komisyonu da içinde olmak üzere), bir nevi para aklama, kredi sağlama işlevi görüyor. Filmde "Las Vegas'ı inşa eden parayı Kamyoncu Sendikası verdi" cümlesini duymak bile insanı dehşete düşürüyor. Dönemin Adalet Bakanı Robert Kennedy, bu faaliyetlerden ötürü Hoffa'nın peşine özel bir ekip takıyor ve amacına ulaşıp onu hapse tıkmayı da başarıyor. Burada tüm filmi anlatacak değiliz. Ama bu ilişkiler ağının bir şekilde ortaya konması, sonrasında yaşanacakların daha fazla sorunu da beraberinde getirecek olması, filmin elinin nerelere kadar ulaşabildiğini görmek açısından önemli. Amerikan tarihinin en büyük gizemlerinden John F. Kennedy suikastine kadar uzanan (ki detayları 1991 tarihli JFK'de iyi işlenmiştir) olaylar zincirinin, perdenin diğer tarafındaki Frank - Hoffa ilişkisi, bitmeyen Hoffa - Tony Pro husumeti, arabuluculuk yapmak için çırpınan Russ Bufalino müzakereleri ile birleştirilmesi, Scorsese'nin inişli çıkışlı, ama kendine has suç matematiği aksamayan temposuyla adeta kendi tarihini yazıyor. Ama bu defa artık 70'li yaşların ortalarında olmanın ağırlığı hissedilen bir tempoyla.
The Irishman: In Conversation adlı 24 dakikalık sohbette Scorsese, bu kendine has temposuyla filmini bir oda tiyatrosuna benzetiyor ki, filme yaptığımız geri dönüşlerin demlenmişliği bu benzetmeyle mükemmel örtüşüyor. Ayrıca "her şeyin ritmi bulunduğumuz yerden geçmişe bakmak gibi olmalı" diye bir cümle kuruyor. Scorsese'nin Steven Zaillian ile birlikte çalıştığı ilk film olan Gangs Of New York ile 1860'lardaki New York suç oluşumlarına bulunduğu yerden baktığında ortaya bol sloganlı, eski usül kahramanlık destanlarına ithaf edilmiş gibi duran, biraz da ödüllere hesap yapmış bir film çıkmıştı. 77 yaşındaki Martin Scorsese'nin bulunduğu yerden The Irishman'e bakışı ise sanki kendi hayatına, filme aldığı üç karaktere, aynı zamanda beraber çalıştığı üç usta aktörün hayatına bakmak gibi olmuş. Özellikle filmin bütününden farklı duran, bir dizinin hüzünlü final bölümünü andıran son 40 dakikada bugüne dek çektiği suç filmlerindeki güçlü karakterlerin ömür boyu güçlü kalmayacaklarına, güçsüz, çaresiz, pişman, hasta bir son düzlük içinde kendileriyle başbaşa kalacaklarına dair rafine bir özet sunuyor. Yaşlanmanın, ölüme yaklaşmanın, hele eski günlerin ihtişamından ve konforundan uzakta sefil bir hayat ile bu son düzlüğe girmenin trajedisini o kadar süssüz anlatıyor ki, neden yaşadığımızı anlamamız için biraz daha sürmesine bile gerek kalmıyor.
Scorsese, en son 1995'te Casino'da beraber çalıştığı Robert De Niro (76) ve Joe Pesci (76) ile ve bugüne kadar hiç çalışmadığı Al Pacino (79) ile The Irishman'de buluşuyor. Aslında böyle bir buluşmayı planlamadığını, şartların kendisini buna yönelttiğini söylüyor. Uzun bir dönemi anlattığı için karakterlerin daha genç hallerini başka oyunculara vermek yerine, yüz gençleştirici CGI teknolojisinden faydalanması kimi yerlerde biraz göze batsa, alıştığımız De Niro, Pacino, Pesci jest ve mimiklerini törpülemeye yeltense de, bunlar öyle duayenler ki, bakışlarını, repliklerini, vücut dillerini seyirciye geçirmede en ufak bir sorun yaşamayan, karakterlerini yaşayan, karşılıklı sahnelerinde birbirlerine yaşatan insanlar. Birbirlerinin dilinden anlamaları da çok önemli. Belki de bir daha yan yana gelmeyecekler. Dedelerimize, babalarımıza, amcalarımıza benzeyen hatları, yaşlılıkları, tecrübeleri, tonlamaları, ufacık mimikleri bile uzun uzadıya analizler yaptıracak müthiş sahnelere damgasını vuruyor. Frank, işi uğruna gözü hiç kimseyi görmeyen, Russ Bufalino ve Hoffa'ya köpek gibi sadık bir adam. Russ, Scorsese'nin önceleri Pesci'ye mükemmel giydirdiği atarlı, dengesiz mafya tiplemesinden çok uzakta, önceliği konuşarak uzlaşmaya veren, arabulucu, iş bitirici, ama günün sonunda üstlerinin kararlarına riayet eden bir adam. Hoffa ise sahip olduğu sendikal gücün farkındalığını mantık edinmiş, mafyayla iş tutmanın sonuçlarını bu mantığa uyduramamış, güçlü bir hatip, keçi gibi inatçı, sadakate değer veren bir adam. Ne kadar tarihi bir buluşma, dev bir prodüksyon, sanatsal bir zirve olarak görülse de The Irishman bu üç adam arasındaki dostluğa, sadakate, ihanete dair farklı tevazulara sahip, kendini pozitif anlamda küçültebilen bir yapım.
The Irishman kusurları da olan ve onlarla güzel bir film. Mesela Scorsese'nin erkek egemen suç dünyasında kendine hatırı sayılır yerler edinememiş kadın karakterler düşünülünce, Frank'in kızı Peggy'nin güçlü bir kadın karakter olduğunu söyleyebilmemiz olası. Keşke suskunluğu en büyük gücü olarak tanımlanmasaydı ama bu suskunluk bile Frank'in hak ettiği şeylere cevabı olabiliyor. Zaten küçüklüğünden beri babasından çok Hoffa'dan yakınlık gören, ona okulda kompozisyon bile yazan Peggy için, özellikle 12 yaşında The Piano ile Oscar alan Anna Paquin'in canlandırdığı yetişkin Peggy için daha dirençli, diyaloglu anlar tasarlanabilirdi. Yine de 3.5 saatlik sürenin her dakikasının kıymeti anlaşılıyor, ilerde de anlaşılacak. Frank'in kafa sesiyle Russ ve Hoffa'nın tanıtıldığı kurgular, Frank'in ödül aldığı gece, Detroit bölümü gibi uzun pasajlar kendi içinde bile yüzlerce detay barındıran ustalıkta. Başladığı yerden zamanda ileri geri sıçramalar yapan, kendine geçmiş ve şimdiki zamanlar belirleyip istediği yere istediği zaman yolculuk yapabilen, sonuçta başladığı yerde biten, yolun sonunda biten bir film The Irishman. Artık eskisi gibi şarabın tadını alamayan, yediklerini çiğneyemeyen, bir zamanlar kapılarını sıkı sıkı kilitleyen sert adamların, şimdi o kapıları yarı açık tutarak kendilerini güvende hissettikleri bir dünyaya, saflığa, öze dönüş filmi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder