4 Aralık 2011 Pazar

Stay (2005)


Yönetmen: Marc Forster
Oyuncular: Ewan McGregor, Ryan Gosling, Naomi Watts, Bob Hoskins, Janeane Garofalo, Kate Burton, Elizabeth Reaser
Senaryo: David Benioff
Müzik: Asche & Spencer, Tom Scott

Bir ileri çağ metropolünü andıran atmosferiyle tekno-bunalım New York tasviri, Trainspotting emeklisi Ewan McGregor, Naomi Watts, Ryan Gosling, Bob Hoskins, Janeane Garofalo gibi itinayla seçilmiş kadro, Monster’s Ball, Finding Neverland gibi hiç beğenmediğim iki filmin (sonrasında Stranger Than Fiction ile durumu çok iyi toparlayan) Alman yönetmeni Marc Forster, ölümün kıyısındaki genç bir sanat öğrencisi şeklindeki konusu, sürpriz final, filmden önce gardımı almak için öğrenmiş olduğum taktiklerdi. Film benim için şu haliyle hiçbir çekicilik içermiyordu aslında.

Aşk, ölüm, sanat.. İşte bu üçlü bir filmi izletmeye ikna edebilir. Her ne kadar bu üçlünün sonuçlarının da garanti veremeyebileceği ihtimal dahili olsa da. İşte tam o sırada devreye elektrik giriyor. Bende şöyle bir durum var: Bazı filmler (popüler ya da vizyon filmleri olmuyor genelde) kimi zaman afişiyle, kimi zaman oyuncuları, kimi zaman yönetmeni, konusuyla garip bir çekicilikle beni çağırır. Bu 10 kişiden 9’una olan bir şeydir diye düşünebilir ve haklı olabilirsiniz. Ama bu çekicilik üzerine izlediğim 10 filmden 10’u da beni yanıltmadı. Bu 10 kişiden kaçında gerçekleşen bir orandır? Hatta hakkında yukarıdaki kadar bilgi sahibi olmadığım halde, yani tam kapalı kutu diye düşündüğüm filmler bile, sırf o çekicilikleriyle beni çağırdılar. Bu spiritüel bir safsata olarak düşünülmesin, burada “deprem olacağını önceden hissettim” veya “onun öleceğini rüyamda gördüm” türü bir tuhaflıktan bahsetmiyorum. Bu son derece normal ve çoğumuzun da sahip olduğu kişisel bir his. Beni Stay’e çağıran iki unsur oldu: Panic Room dönemlerinde David Fincher’in bir zamanlar senaryoyla ilgilendiğini okumam ve Ryan Gosling’in filmden alınma bir resmi.. O stabil ama yine de hüzün dolu yüz ifadesini bir yerlerden tanıyorum. Bu çağrı üzerine filmi izlemeye koyuldum.



New York’tayız. Pisikiyatrist Sam Foster (McGregor), zamanında intihardan kurtarıp evlendiği ressam eşi Lila (Watts) ile birlikte bir yaşam sürmekte. Bir gün ortağından devraldığı bir hasta olan genç sanat öğrencisi Henry Letham (Gosling)’dan çok etkilenir. Henry, olacakları önceden tahmin edebilen, depresif ve gizemli bir tiptir. Aralarında babasının da olduğu, gördüğü bazı insanları sadece sima olarak önceden tanımaktadır. Ama o insanlar Henry’yi ilk kez görmektedirler. Sam’e, hayranı olduğu ressamın 21. yaşgününde intihar etmesinden esinlenerek, Cumartesi geceyarısı intihar edeceğini söyler. Çünkü o gece de Henry’nin 21. doğumgünüdür. Henry’yi takibe alan Sam, gittikçe Henry’nin sırlarla dolu dünyasına doğru çekildiğini fark eder. Yeterince ilgi çekici sayılabilecek bu hikaye New York’lu David Benioff tarafından yazılmış.

Film ilerlerken, “kim bu Letham” sorusunu sormaktan, Sam Foster gibi bitap düşüyoruz. Ama bir yandan da bu bitaplığı sineye çekiyor, kalkıp son bir gayretle filme asılıyoruz. Son bir gayretle! Bu sonlar uzadıkça hikayenin tam bir deli saçmasından ibaret olduğu fikri uyanarak, yarı yoldan geri dönme tehlikesi de barındırdığı söylenebilir. Bazıları bu söylediğime “sıkıcılık” derler. İtiraf etmeliyim, bu tuzağın kıyısından döndüğüm oldu. Ama o kadar çok birleştirilmesi gereken parça çıktı ki önüme, bunların bir manası olmalı diye düşündüm. Malum, manasız parçalardan birşey çıkardığınız vakit New York çevrelerinde “sanatçı” etiketi ve dokunulmazlığı kazanıyorsunuz.

Genelde uyarlama senaryolara el atan, şu sıralar Game Of Thrones senaryolarıyla izlediğimiz David Benioff'un kendi senaryosu ve yönetmen Marc Foster'ın yarattığı gizemli, biraz da masalsı atmosfer, hikâyenin muğlaklığa sonuna dek sahip çıkan rotasıyla ilgiyi koparmıyor. Zaten yerden fazla havalanmadan o masalsı halini uzun süre hissettirmiyor. Özellikle de dramatik finaliyle yakaladığı ivme filmin gerçeklikten fanteziye uzanan, nihayetinde her ikisinin karmasından oluşan bir tümevarıma işaret ediyor. Ewan McGregor ve Naomi Watts filmin sahip olduğu yoğunluğu taşıyabilecek nitelikte oyuncular olduklarından o cephede herşey normal. Ama son yıllarda haklı olarak popülaritesi hızla artan Ryan Gosling'in ilk dönem filmlerinden olan Stay'deki normalin üzerine çıkan hüzünlü oyunu, filmin ilginç konusundan ve onun perdeye aktarılış biçiminden sonraki en büyük artısını oluşturmakta.


Final sekansını spoiler vermeden anlatmak biraz zor. Spoiler vermek ve almaktan hoşlanmam. Merak eden izlesin, anlamazsa spoiler veren bir yer mutlaka bulunur. Ama bu kadar yazdıktan sonra spoilersız bir şeyler söylemek gerek. Bu öyle bir final ki, tüm soruları cevapladığı gibi, cevaplanmadığını hissettiklerimizi de ikinci, belki de üçüncü izleyişte cevaplayacakmış gibi duran, karmakarışık eden, donduran bir son. O malum ihtimallerden birini, finale bu kadar planlı programlı, bu kadar kurnazlıkla (aslında kurnazlık yaptığı da söylenemez) taşıyan filmlerin hepsi şu an birer klasik. Stay’in klasikleşmesi kimi sebeplerden zor gözükse de, benim nazarımda, onunla gözgöze geldiğim vakit, zamanında beni bir filme inanmama uçurumundan kurtaran eski bir dostu hatırlayacağım.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder