14 Temmuz 2008 Pazartesi

The Thin Red Line (1998)


Yönetmen: Terrence Malick
Oyuncular: Sean Penn, James Caviezel, John Cusack, Nick Nolte, Ben Chaplin, Woody Harrelson, Adrien Brody, Elias Koteas, George Clooney, Thomas Jane, John Travolta, Jared Leto, Tim Blake Nelson, Miranda Otto, Nick Stahl, John C. Reilly
Senaryo: James Jones, Terrence Malick
Müzik:  Hans Zimmer

İkinci Dünya Savaşı sırasında Amerikan askerlerinin stratejik öneme sahip Guadalcanal üzerindeki bir adayı Japonlardan alma çabasını, bir grup askerin psikolojik iç hesaplaşmaları ve hayatın anlamı sorgularıyla birlikte götüren The Thin Red Line'ı, gölgesine sığınıp, gövdesine sıtrımızı verip, yapraklarının arasından güneş ışığını yakalamaya çalıştığımız halde bunu bize göstermeyen asırlık bir ağaç gibi görürüm. O güneş ışığı umuttur, sevgidir. Ağaç bunu bize göstermez, çünkü savaşın içindesindir, insanları öldürüyorsundur. Dolayısıyla o umudu hak etmiyorsundur. Ama ağacın ihtişamı öyle büyüktür ki, içinde sevgi, aşk, dostluk, ümit ve güzellik adına ne varsa mevcuttur. Ama bu güzellikleri bize sadece gösterdiği ile kalır film. Savaşın dışında kalan hemen hemen herşey o büyük ruhun bir parçasıdır. Sizi bir ölüm makinesine dönüştüren savaş, o ruhun parçalarına sadece teğet geçer. Geçerken içindeki özlediğiniz veya hiç tatmadığınız dünyevi zevklerin esiri olmaya can atarsınız. Sadece gösterir, tattırmaz, dokundurmaz, yedirmez, öptürmez. İnsan nedir, doğa nedir, savaş neden var? Mesele bunlara cevap bulmak değil. Bazı sorular içinde şifreler barındırır. Ama The Thin Red Line anahtarla, şifreyle uğraşan bir film de değil. Aslında The Thin Red Line bir film değil. Bir kayboluş, teslimiyet, arınma, huzur, maneviyat manifestosu.

Ben Chaplin'in canlandırdığı er Bell'in sevgilisi ile olan flashbacklerindeki estetik, iç seslerin, benzersiz John Toll görüntüleri ile dans ettiği planlar, insanın acımasız bir savaş sahnesinden nasıl tarifsiz zevkler alabileceğini kanıtlayan olağanüstü dramatik kamp baskını, Bazı Hollywood yüzlerine düşmüş yersiz yurtsuz keder ifadeleri, Nick Nolte'un askerlere yaptığı diriliş konuşması, sadece tek bir sahnesi olan George Clooney'nin askerlere yaptığı çıkmaz sokak konuşması, Sean Penn, Adrien Brody, John Cusack ve onlarca başrol oyuncusuna değişmeyeceğim Elias Koteas... Fakat Terrence Malick'in özellikle üzerine düştüğü bir rol var ki, dedikodusu bile yapıldı. Mel Gibson, James Caviezel'e The Passion Of The Christ filminde İsa rolünü vermesinde The Thin Red Line'ın büyük etkisi olduğunu söylemiş. İsa'yı bilemem ama filmdeki er Witt, izlediğimiz savaş filmlerindeki hiçbir askere benzemiyor. Onun meleksi duruşu, dünyanın tüm hüznünü omuzlarında taşıyan yüz ifadesine rağmen inadına ümit besleyen hümanist asker tiplemesi sinema tarihine kazınmalı.
 
James Jones romanını okumadım ama ona duyduğum saygı ve sevginin çok daha fazlasını Malick'e duyuyorum. Böyle bir film de var dünyamızda. Tuhaf biçimde bu filmi izlemiş olmaktan dolayı gurur duyuyorum. Sadece izleyici olarak kendimi şanslı görüyorum. Hala da elimin altında duruyor. İzlemek, evet... Ama maneviyatına, felsefesine vakıf olmak mümkün değil sahiden. Defalarca izleyerek bunu sağlayabileceğinizi düşünebilirsiniz belki. Her izleyiş size yine aynı, belki de daha farklı duyguları yaşatacak ama o sırrı asla vermeyecek inanın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder