Oyuncular: David Arquette, Brad Hunt, Kathryn Erbe, Patrick McGaw, J.E. Freeman, Timi Prulhiere
Senaryo: Finn Taylor, Jeffrey D. Brown
Müzik: Tito Larriva
Hakkında hiçbirşey okumadan, bilmeden izlediğim bir filmdi Dream With The Fishes.. Hem de Little Miss Sunshine’dan birkaç gün sonra.. Ortak noktaları kazananlar-kaybedenler olan iki filmi kısa aralıklarla görmek insanı tuhaf ediyor. Ama Dream With The Fishes, kalıp olarak Little Miss Sunshine’a göre daha bir hüzün bulutlarıyla kaplı. Sevimliliğinin altında yatan keder öyle böyle değil. Tabi bu bir his meselesi. İzlediğimiz filmler arasında bizi alıp götürmüş veya oracıkta bırakmış yüzlercesinin amacı da “hissettirmek” değil midir? Ama kaybeden tayfasının hissiyatı diğerlerine pek benzemiyor. Hele de Dream With The Fishes gibi sağ gösterip sol vurmayıp sağ-sol girişen bir film, hele de sevimlilik etiketiyle bunu yapan bir film. His meselesi dedik ya, bu film kimine tekme tokat girişebileceği gibi, kiminin sadece kulağını hafifçe çekecek türden. İzleyenler arasında biri “hayatımda izlediğim en güzel film” bile demiş. Gerçi bu arkadaş hayatında kaç film izledi bilemiyoruz ama bu yorumu bile anlayışla karşılayabileceğim bir film Dream With The Fishes.. O arkadaşın bahsi sıkça geçebileceği için ona kısaca TeNi diyelim.
Açılışta adamın biri dürbünle karşı daireyi gözetliyor. Orada bir kadın ve adam var. Dürbünün iki gözü kadına odaklanıyor. Sanıyorum ki, alelade bir sapık gerilimi ile karşı karşıyayım. Daha sonra adının Terry olduğunu öğreneceğimiz iyi giyimli denebilecek ama oldukça panik bu dürbünlü şahıs, markete inip en sert içkiyi istiyor. Aynı markette dürbünle gözetlediği kadının yanındaki serseri kılıklı Nick de var. Nick, Terry’nin tavırlarından kıllanıyor ve çıkışta onu takip ediyor. Ümitsiz ve her halinden bir kaybeden olduğu belli Terry tam köprüden kendini atmak üzereyken Nick onu garip bir sebepten durduruyor: Kolundaki saat öldükten sonra Terry’nin işine yaramayacak, onu neden Nick’e vermesin?. Neyse Nick aslında ölümcül bir hastalığın pençesindedir ve az zamanı kalmıştır. Terry’ye bir teklifte bulunur: Eğer Terry, Nick’in hayatı boyunca gerçekleştirmek istediği fantezilerini gerçekleştirmesine yardım ederse, zaten ölmek isteyen Terry’yi öldürerek ona yardım edecektir. Terry bu fikri benimser ve Nick’in fantezilerini kapsayan ve hayatının dönüm noktası olacak bir yolculuğa çıkar. Bu yol, Terry için hem fiziksel, hem de düşünsel anlamda unutulmayacak bir deneyim olacaktır. Belki TeNi için hiç çıkamadığı bu yolculuktur Dream With The Fishes’ı izlediği en iyi film yapan.
Yaşamın kıyısındaki Terry ve Nick’in bu yolculukları hoş sürprizlerle, unutulmayacak ayrıntılarla, aşkla, sevgiyle, arkadaşlıkla, kazanma ve kaybetmeyle bezelidir. Bu öyle bir yolculuktur ki, havasına kapılan kişiyi bir filmden ibaret olduğuna ikna etmede zorlanacaktır. Hayatının son birkaç gününü yaşamakta olan başına buyruk Nick’in ve hayatının son birkaç gününü mü, yoksa kendisine biçilen kısmını mı yaşayacağı arasında gidip gelen Terry’nin ölümden önceki özlerini arayışları, bulduklarını sandıkları özlerine dönme gayretlerini görselleştiren ve dillendiren harika bir kesittir bu.. Üstelik öyle destansı, masalsı bir anlatımdan ziyade sade, sıcacık, zaman zaman da kargacık burgacık bir anlatımdır. Tamam belki bazen bir masalı andıran kucaklamalar da mevcuttur. Lakin bu masal, içinde atlı şovalyeleri, görkemli savaş sahnelerini, epik aşk öykülerini barındıran türden değildir. Her şeyden önemlisi kaybedenlerin, kayıplarıyla beraber yaşamasını öğrenmek zorunda kalanların, o kayıplar içinde kısacık bir an olsa bile mutluluğu bulan serseri ruhların masalıdır. Don Kişot misali anti-kahraman şovalyelerin, kişinin kendi iç hesaplaşmalarının yarattığı yüreğindeki savaş alanlarında çarpıştığı savaşların, fantezi ve gerçek arasında kalan aşkların masalıdır. TeNi’nin hayatında izlediği en iyi film olmasının sebepleri belki bunlardır.
Nick’in akvaryumdan kaçırılan balığın mutlu olmadığını düşünmesi ve onu özgürlüğe kavuşturmak istemesi, fahişelerle çırılçıplak bowling oynaması, yine çırılçıplak banka soymaya çalışması, öldükten sonra küllerinin konacağı kabı seçmesi, loto oynaması, doğduğu kasabaya ve arasının kötü olduğu babasına dönmesi, dövme yaptırması, sevgilisi Liz ile evlenmesi, eczaneden zorla aldığı ilaca 687 dolar 25 sent ödemesi ölümden önce bir insanın yapacağı şeylerden kaçıdır? Hastalık yüzünden çift görmeye başlayınca gözüne siyah bir bant takması, Terry’ye anlattığı fare deneyi, yarı çatlak babasıyla omuz/yumruk/kafa tokuşturma oyunu oynaması, Terry’ye yaptığı anlam yüklü loto şakası, arabalarını durduran trafik polisine lens solüsyonu diye sert bir uyuşturucu vermesi (ve polisin ilacın etkisinde kendisini pastane kovboyu sanması!) gibi daha bir sürü ayrıntı Nick’in “ölümü bekleyen adam”lığını trajik hale getirmeyen (belki de getiren!) zincirin halkaları. Nick’in hayatını kaybedecek olması onu da kaybeden gibi gösterse de, yaptıklarıyla söyledikleriyle gitmeden önce kendine kaybetmediğini kanıtlarcasına yaşama tutunuyor sanki. Nick loto oynamak isteyince Terry, neden keyfini süremeyecek kadar yaşayamayacağı bir para istediğini soruyor. Nick de diyor ki: “bir şeyler kazanmak veya kazanma şansına sahip olmak çok güzel bir duygu.”
Dürbünle insanları izleme alışkanlığı olan Terry ise, Nick’in zıt kutbunda yer alsa da, kendisinin de bazı fantazileri olması sebebiyle Nick ile arasında oluşan kaybeden bağına engel olamıyor. Hiç de kendi kalemi olmayan Nick’e bu denli bağlanması, belki de kendisinin gerçek bir kaybeden olmasındandır. Nick’in ümidi, gerçekleştirmeye değer bulduğu fantezileri, kendi tarzında helalleşeceği çatlak da olsa bir babası, gerçekliği olarak gördüğü bir sevgilisi, ölünce kaybedeceği şeylere saygısı var. Peki Terry’nin nesi var? Dürbünle bakarak her şeyi göremeyeceğini ve geçmişte yaşamanın hayatını boşa harcamak olduğunu Nick’ten duymaya ihtiyacı olacak derecede ümitsiz. Nick bir yaşama arzusu olan bir ölü ise, Terry ölme arzusu olan bir yaşayan. Belki sıkıcı hayatının arasında olmak istediği kişiyi bulduğunu düşünen, ama onun ölmek üzere olduğunu öğrenince ne yapacağını bilemeyen bir balık gibi ona bağlanan bir zavallı.
Zıt kutuplar birbirini çeker denir, ama Nick ve Terry’nin zıtlığından anlatılması güç bir kimya doğuyor. Zıtlık sandığımız şeyin, aslında çoğumuzla eşanlamlı olduğunu yüzümüze vuran, bazımızın olmak, bazımızın yapmak istediğini, kendi kişisel ayrıntılarıyla yaşayan bir uydurma masal.. Hüzünlü bir son yolculuk. Finalde Terry’nin yüzleştiği kadının Terry’den, Nick’ten, özgür kalmak isteyen balıktan, filme bağlanmış ve artık veda etmek zorunda kalmış izleyenlerden bile bihaber oluşu, Terry’nin ona söylediklerinin anlamını kavrayamaması ne kadar acıdır. Ama bizim Nick’in ve Terry’nin ardından kendimize çıkardığımız pay türlü türlüdür. TeNi’nin çıkardığı pay belki bu filmi hayatının en özel filmi yapmıştır.
Kim ne derse desin David Arquette ve Brad Hunt Hollywood starı değiller. Kim bilir, bu yüzden Dream With The Fishes için biçilmiş kaftan gibiler. Biraz kel alaka olacak ama Fight Club’ın Jack ve Tyler romantizmine uzaktan el sallıyorlar kimi zaman.. Dream With The Fishes, benim hayatımda izlediğim en iyi film değil. Ama yeryüzünde bir kişinin bile olsa hayatının filmi olmayı hak ediyor.
Hakkında hiçbirşey okumadan, bilmeden izlediğim bir filmdi Dream With The Fishes.. Hem de Little Miss Sunshine’dan birkaç gün sonra.. Ortak noktaları kazananlar-kaybedenler olan iki filmi kısa aralıklarla görmek insanı tuhaf ediyor. Ama Dream With The Fishes, kalıp olarak Little Miss Sunshine’a göre daha bir hüzün bulutlarıyla kaplı. Sevimliliğinin altında yatan keder öyle böyle değil. Tabi bu bir his meselesi. İzlediğimiz filmler arasında bizi alıp götürmüş veya oracıkta bırakmış yüzlercesinin amacı da “hissettirmek” değil midir? Ama kaybeden tayfasının hissiyatı diğerlerine pek benzemiyor. Hele de Dream With The Fishes gibi sağ gösterip sol vurmayıp sağ-sol girişen bir film, hele de sevimlilik etiketiyle bunu yapan bir film. His meselesi dedik ya, bu film kimine tekme tokat girişebileceği gibi, kiminin sadece kulağını hafifçe çekecek türden. İzleyenler arasında biri “hayatımda izlediğim en güzel film” bile demiş. Gerçi bu arkadaş hayatında kaç film izledi bilemiyoruz ama bu yorumu bile anlayışla karşılayabileceğim bir film Dream With The Fishes.. O arkadaşın bahsi sıkça geçebileceği için ona kısaca TeNi diyelim.
Açılışta adamın biri dürbünle karşı daireyi gözetliyor. Orada bir kadın ve adam var. Dürbünün iki gözü kadına odaklanıyor. Sanıyorum ki, alelade bir sapık gerilimi ile karşı karşıyayım. Daha sonra adının Terry olduğunu öğreneceğimiz iyi giyimli denebilecek ama oldukça panik bu dürbünlü şahıs, markete inip en sert içkiyi istiyor. Aynı markette dürbünle gözetlediği kadının yanındaki serseri kılıklı Nick de var. Nick, Terry’nin tavırlarından kıllanıyor ve çıkışta onu takip ediyor. Ümitsiz ve her halinden bir kaybeden olduğu belli Terry tam köprüden kendini atmak üzereyken Nick onu garip bir sebepten durduruyor: Kolundaki saat öldükten sonra Terry’nin işine yaramayacak, onu neden Nick’e vermesin?. Neyse Nick aslında ölümcül bir hastalığın pençesindedir ve az zamanı kalmıştır. Terry’ye bir teklifte bulunur: Eğer Terry, Nick’in hayatı boyunca gerçekleştirmek istediği fantezilerini gerçekleştirmesine yardım ederse, zaten ölmek isteyen Terry’yi öldürerek ona yardım edecektir. Terry bu fikri benimser ve Nick’in fantezilerini kapsayan ve hayatının dönüm noktası olacak bir yolculuğa çıkar. Bu yol, Terry için hem fiziksel, hem de düşünsel anlamda unutulmayacak bir deneyim olacaktır. Belki TeNi için hiç çıkamadığı bu yolculuktur Dream With The Fishes’ı izlediği en iyi film yapan.
Yaşamın kıyısındaki Terry ve Nick’in bu yolculukları hoş sürprizlerle, unutulmayacak ayrıntılarla, aşkla, sevgiyle, arkadaşlıkla, kazanma ve kaybetmeyle bezelidir. Bu öyle bir yolculuktur ki, havasına kapılan kişiyi bir filmden ibaret olduğuna ikna etmede zorlanacaktır. Hayatının son birkaç gününü yaşamakta olan başına buyruk Nick’in ve hayatının son birkaç gününü mü, yoksa kendisine biçilen kısmını mı yaşayacağı arasında gidip gelen Terry’nin ölümden önceki özlerini arayışları, bulduklarını sandıkları özlerine dönme gayretlerini görselleştiren ve dillendiren harika bir kesittir bu.. Üstelik öyle destansı, masalsı bir anlatımdan ziyade sade, sıcacık, zaman zaman da kargacık burgacık bir anlatımdır. Tamam belki bazen bir masalı andıran kucaklamalar da mevcuttur. Lakin bu masal, içinde atlı şovalyeleri, görkemli savaş sahnelerini, epik aşk öykülerini barındıran türden değildir. Her şeyden önemlisi kaybedenlerin, kayıplarıyla beraber yaşamasını öğrenmek zorunda kalanların, o kayıplar içinde kısacık bir an olsa bile mutluluğu bulan serseri ruhların masalıdır. Don Kişot misali anti-kahraman şovalyelerin, kişinin kendi iç hesaplaşmalarının yarattığı yüreğindeki savaş alanlarında çarpıştığı savaşların, fantezi ve gerçek arasında kalan aşkların masalıdır. TeNi’nin hayatında izlediği en iyi film olmasının sebepleri belki bunlardır.
Nick’in akvaryumdan kaçırılan balığın mutlu olmadığını düşünmesi ve onu özgürlüğe kavuşturmak istemesi, fahişelerle çırılçıplak bowling oynaması, yine çırılçıplak banka soymaya çalışması, öldükten sonra küllerinin konacağı kabı seçmesi, loto oynaması, doğduğu kasabaya ve arasının kötü olduğu babasına dönmesi, dövme yaptırması, sevgilisi Liz ile evlenmesi, eczaneden zorla aldığı ilaca 687 dolar 25 sent ödemesi ölümden önce bir insanın yapacağı şeylerden kaçıdır? Hastalık yüzünden çift görmeye başlayınca gözüne siyah bir bant takması, Terry’ye anlattığı fare deneyi, yarı çatlak babasıyla omuz/yumruk/kafa tokuşturma oyunu oynaması, Terry’ye yaptığı anlam yüklü loto şakası, arabalarını durduran trafik polisine lens solüsyonu diye sert bir uyuşturucu vermesi (ve polisin ilacın etkisinde kendisini pastane kovboyu sanması!) gibi daha bir sürü ayrıntı Nick’in “ölümü bekleyen adam”lığını trajik hale getirmeyen (belki de getiren!) zincirin halkaları. Nick’in hayatını kaybedecek olması onu da kaybeden gibi gösterse de, yaptıklarıyla söyledikleriyle gitmeden önce kendine kaybetmediğini kanıtlarcasına yaşama tutunuyor sanki. Nick loto oynamak isteyince Terry, neden keyfini süremeyecek kadar yaşayamayacağı bir para istediğini soruyor. Nick de diyor ki: “bir şeyler kazanmak veya kazanma şansına sahip olmak çok güzel bir duygu.”
Dürbünle insanları izleme alışkanlığı olan Terry ise, Nick’in zıt kutbunda yer alsa da, kendisinin de bazı fantazileri olması sebebiyle Nick ile arasında oluşan kaybeden bağına engel olamıyor. Hiç de kendi kalemi olmayan Nick’e bu denli bağlanması, belki de kendisinin gerçek bir kaybeden olmasındandır. Nick’in ümidi, gerçekleştirmeye değer bulduğu fantezileri, kendi tarzında helalleşeceği çatlak da olsa bir babası, gerçekliği olarak gördüğü bir sevgilisi, ölünce kaybedeceği şeylere saygısı var. Peki Terry’nin nesi var? Dürbünle bakarak her şeyi göremeyeceğini ve geçmişte yaşamanın hayatını boşa harcamak olduğunu Nick’ten duymaya ihtiyacı olacak derecede ümitsiz. Nick bir yaşama arzusu olan bir ölü ise, Terry ölme arzusu olan bir yaşayan. Belki sıkıcı hayatının arasında olmak istediği kişiyi bulduğunu düşünen, ama onun ölmek üzere olduğunu öğrenince ne yapacağını bilemeyen bir balık gibi ona bağlanan bir zavallı.
Zıt kutuplar birbirini çeker denir, ama Nick ve Terry’nin zıtlığından anlatılması güç bir kimya doğuyor. Zıtlık sandığımız şeyin, aslında çoğumuzla eşanlamlı olduğunu yüzümüze vuran, bazımızın olmak, bazımızın yapmak istediğini, kendi kişisel ayrıntılarıyla yaşayan bir uydurma masal.. Hüzünlü bir son yolculuk. Finalde Terry’nin yüzleştiği kadının Terry’den, Nick’ten, özgür kalmak isteyen balıktan, filme bağlanmış ve artık veda etmek zorunda kalmış izleyenlerden bile bihaber oluşu, Terry’nin ona söylediklerinin anlamını kavrayamaması ne kadar acıdır. Ama bizim Nick’in ve Terry’nin ardından kendimize çıkardığımız pay türlü türlüdür. TeNi’nin çıkardığı pay belki bu filmi hayatının en özel filmi yapmıştır.
Kim ne derse desin David Arquette ve Brad Hunt Hollywood starı değiller. Kim bilir, bu yüzden Dream With The Fishes için biçilmiş kaftan gibiler. Biraz kel alaka olacak ama Fight Club’ın Jack ve Tyler romantizmine uzaktan el sallıyorlar kimi zaman.. Dream With The Fishes, benim hayatımda izlediğim en iyi film değil. Ama yeryüzünde bir kişinin bile olsa hayatının filmi olmayı hak ediyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder