Yönetmen: Kevin Macdonald
Oyuncular: Forest Whitaker, James McAvoy, Kerry Washington, Gillian Anderson, Simon McBurney, David Oyelowo
Senaryo: Giles Foden, Peter Morgan, Jeremy Brock
Müzik: Alex Heffes
İnsanlık tarihinin en kanlı diktatörlerinden olan İdi Amin Dada Oumee, Uganda’nın bir kabilesinden gelip uzun süre İngiliz sömürge ordusunda aktif görevler almış, girişkenliği ile subaylığa kadar yükselmiş bir adamdı. Bir dönem yakın arkadaş olduğu Uganda Devlet Başkanı Obote’nin ülke dışında olmasını fırsat bilip darbeyle yönetime el koydu. Kimilerine oldukça sempatik gelen kişiliği, aşırı milliyetçiliği, Uganda ağır siklet boks şampiyonu oluşu, beyaz iş adamlarını köle gibi kullanması, nükleer silah yanlısı tutum izlemesi gibi daha nice özelliği ile görev aldığı dönemde (1971-1979) tüm dünya kamuoyunu meşgul etmişti. Göreve geldikten bir yıl sonra Uganda’daki tüm Asyalıları sınırdışı etti. İsrail ile ilişkilerini koparıp Filistin’e yakınlaştı. 1976’da içinde İsrailli ve Yahudilerin bulunduğu bir Fransız yolcu uçağını kaçıran Filistin Kurtuluş Örgütü militanlarının Uganda’ya inmesine izin verdi. 1978’de Uganda Ulusal Kurtuluş Ordusu gerillalarının güçlü isyanlarına direnemediği için Uganda’dan kaçtı. Uzun süre ülkesine dönmeye çalıştıysa da başaramadığı gibi, Afrika ülkeleri arasında çeşitli krizlere de yol açtı. 2003 yılında sürgün olarak kaldığı Suudi Arabistan’da 78 yaşında öldü.
İdi Amin’in tüm bunlardan daha vahim özellikleri de vardı. Yönetimi boyunca 300.000 Ugandalı’nın, bir çok kabilenin, hatta hiç sevmediği fillerin katledilmesi, onu tarihin karanlık sayfalarına yerleştirdi. Öldürttüğü insanları timsahlara yem ettiğinden, hatta bazen kendisinin de yediğinden söz edilir. İskoçya ve İskoçları çok sevmesinin nedeni de İngiliz ordusunun İskoç birliklerinde savaşmış olması, İskoçların da kendisi gibi İngilizleri sevmemesinin yarattığı ortak paydadır. The Last King Of Scotland, idealist ve biraz da şımarık genç doktor Nicholas Garrigan’ın İdi Amin iktidarı sırasında kendi rızasıyla Uganda’ya gitmesini ve onunla tanıştıktan sonraki yükselişini, akabinde de düşüşünü öyküleyen İngiliz/Fransız/Alman ortak yapımı tarihi bir dram.
Forest Whitaker 2007’de En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ı kazandığı bu filmde İdi Amin’i canlandırıyor. Şu kötü karakterleri sevimli-sempatik gösterme meselesine bakmak lazım. Çünkü sinemaya uyarlanan biyografilerin zaman zaman içine düştükleri ciddi bir sıkıntıdır bu. Charles Manson, Adolf Hitler, Ted Bundy gibi tarihe kötülükleriyle damga vurmuş figürlerin günümüzde fanatik hayranları, web siteleri, fan clubları bile olduğunu düşünürsek, perdeye yansımış olan “sevimlilikleri” hakkında yapacağımız yorumlar onların sahne karizmasına uyarlanmış halleri ile bağdaşacağı gibi, bu insanlara hayran olanların ekmeğine yağ sürülmesi fikrini de akıllar getirebilir. “Zaten bu adama sempatim vardı. Bak filmde de ne güzel çıkmış.” Kötülükleri almış yürümüş bu insanları bize en başta birer resim olarak sunmuş sinemanın bunda ne ölçüde suçlu olduğu tartışılır. Etkisi olduğu doğrudur. Zaten çoğunun gerçek simalarında da sinematik unsurlar görmek mümkün. Bu unsurları sinematik görme sebebimiz de büyük ölçüde yapmış oldukları kötülüklerden kaynaklanıyor. Şöhret, kötü de olsa şöhrettir ne de olsa. Gerçek yüzleriyle sıradan bir karakter olarak yaşasalardı kim sevimli bulur, sempati duyardı?
Şöhretle, azınlıklarla, zenginlerle, sistemle sorunu olan veya tamamen psikopat gerekçelerle hareket eden sıradan bireylerin, bu figürlerde kendilerine ait özellikler bulmaları, sempati besleyip model olarak benimsemeleri, insanlıklarını köreltmeye kadar götürebiliyor. Çünkü zamanla onların işledikleri suçları ya da icraatlarını mazur, mantıklı, normal görecek bir düzeye gelmeye başlıyorlar. Kült mertebesine koydukları bu kötülerin eylemlerini daha da ileri giderek kendi hayatlarında pratiğe geçirmeye çalışıyorlar. İşte sinemanın buradaki fonksiyonu kimi zaman yönetmenin o karaktere bakışı veya izleyicinin o örnekleri ne ölçüde benimsemiş olduğu ile şekilleniyor. Şu an elimizde bulunan üç arızalı karakterden en tehlikelisi olan İdi Amin’i canlandırmak, dünya tatlısı Forest Whitaker’a düşünce ister istemez benzer ikilemlere düşüyoruz.
İnsanlık tarihinin en kanlı diktatörlerinden olan İdi Amin Dada Oumee, Uganda’nın bir kabilesinden gelip uzun süre İngiliz sömürge ordusunda aktif görevler almış, girişkenliği ile subaylığa kadar yükselmiş bir adamdı. Bir dönem yakın arkadaş olduğu Uganda Devlet Başkanı Obote’nin ülke dışında olmasını fırsat bilip darbeyle yönetime el koydu. Kimilerine oldukça sempatik gelen kişiliği, aşırı milliyetçiliği, Uganda ağır siklet boks şampiyonu oluşu, beyaz iş adamlarını köle gibi kullanması, nükleer silah yanlısı tutum izlemesi gibi daha nice özelliği ile görev aldığı dönemde (1971-1979) tüm dünya kamuoyunu meşgul etmişti. Göreve geldikten bir yıl sonra Uganda’daki tüm Asyalıları sınırdışı etti. İsrail ile ilişkilerini koparıp Filistin’e yakınlaştı. 1976’da içinde İsrailli ve Yahudilerin bulunduğu bir Fransız yolcu uçağını kaçıran Filistin Kurtuluş Örgütü militanlarının Uganda’ya inmesine izin verdi. 1978’de Uganda Ulusal Kurtuluş Ordusu gerillalarının güçlü isyanlarına direnemediği için Uganda’dan kaçtı. Uzun süre ülkesine dönmeye çalıştıysa da başaramadığı gibi, Afrika ülkeleri arasında çeşitli krizlere de yol açtı. 2003 yılında sürgün olarak kaldığı Suudi Arabistan’da 78 yaşında öldü.
İdi Amin’in tüm bunlardan daha vahim özellikleri de vardı. Yönetimi boyunca 300.000 Ugandalı’nın, bir çok kabilenin, hatta hiç sevmediği fillerin katledilmesi, onu tarihin karanlık sayfalarına yerleştirdi. Öldürttüğü insanları timsahlara yem ettiğinden, hatta bazen kendisinin de yediğinden söz edilir. İskoçya ve İskoçları çok sevmesinin nedeni de İngiliz ordusunun İskoç birliklerinde savaşmış olması, İskoçların da kendisi gibi İngilizleri sevmemesinin yarattığı ortak paydadır. The Last King Of Scotland, idealist ve biraz da şımarık genç doktor Nicholas Garrigan’ın İdi Amin iktidarı sırasında kendi rızasıyla Uganda’ya gitmesini ve onunla tanıştıktan sonraki yükselişini, akabinde de düşüşünü öyküleyen İngiliz/Fransız/Alman ortak yapımı tarihi bir dram.
Forest Whitaker 2007’de En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ı kazandığı bu filmde İdi Amin’i canlandırıyor. Şu kötü karakterleri sevimli-sempatik gösterme meselesine bakmak lazım. Çünkü sinemaya uyarlanan biyografilerin zaman zaman içine düştükleri ciddi bir sıkıntıdır bu. Charles Manson, Adolf Hitler, Ted Bundy gibi tarihe kötülükleriyle damga vurmuş figürlerin günümüzde fanatik hayranları, web siteleri, fan clubları bile olduğunu düşünürsek, perdeye yansımış olan “sevimlilikleri” hakkında yapacağımız yorumlar onların sahne karizmasına uyarlanmış halleri ile bağdaşacağı gibi, bu insanlara hayran olanların ekmeğine yağ sürülmesi fikrini de akıllar getirebilir. “Zaten bu adama sempatim vardı. Bak filmde de ne güzel çıkmış.” Kötülükleri almış yürümüş bu insanları bize en başta birer resim olarak sunmuş sinemanın bunda ne ölçüde suçlu olduğu tartışılır. Etkisi olduğu doğrudur. Zaten çoğunun gerçek simalarında da sinematik unsurlar görmek mümkün. Bu unsurları sinematik görme sebebimiz de büyük ölçüde yapmış oldukları kötülüklerden kaynaklanıyor. Şöhret, kötü de olsa şöhrettir ne de olsa. Gerçek yüzleriyle sıradan bir karakter olarak yaşasalardı kim sevimli bulur, sempati duyardı?
Şöhretle, azınlıklarla, zenginlerle, sistemle sorunu olan veya tamamen psikopat gerekçelerle hareket eden sıradan bireylerin, bu figürlerde kendilerine ait özellikler bulmaları, sempati besleyip model olarak benimsemeleri, insanlıklarını köreltmeye kadar götürebiliyor. Çünkü zamanla onların işledikleri suçları ya da icraatlarını mazur, mantıklı, normal görecek bir düzeye gelmeye başlıyorlar. Kült mertebesine koydukları bu kötülerin eylemlerini daha da ileri giderek kendi hayatlarında pratiğe geçirmeye çalışıyorlar. İşte sinemanın buradaki fonksiyonu kimi zaman yönetmenin o karaktere bakışı veya izleyicinin o örnekleri ne ölçüde benimsemiş olduğu ile şekilleniyor. Şu an elimizde bulunan üç arızalı karakterden en tehlikelisi olan İdi Amin’i canlandırmak, dünya tatlısı Forest Whitaker’a düşünce ister istemez benzer ikilemlere düşüyoruz.
Forest Whitaker dört dörtlük bir oyuncu. Fiziken mümkün olmasa da oyunculuk disipliniyle bıraksanız Rudolf Nureyev’e bile hayat verebilir. İri cüssesi, cevval tonlaması, az ama öz saflığı ve Thom Yorke ile Hayko Cepkin’in de sahip olduğu göz kusurundan mülhem psikopat bakışlarıyla çok klas bir adam. Bastığı zemini titrettiğini hissettiren, etrafına kalın duvarlar örüp, isterse onları tekrar yıkabilen şahane bir karizması var. E şimdi siz İdi Amin rolünü bu adama verirseniz sonuçlarına katlanmanız lazım. Tamam Whitaker bu filmde İdi Amin’dir. Ama filmin kendisi size İdi Amin’i olduğu gibi gösterme sıkıntısı çekiyorsa ne kadar uğraşsanız da o psikopat bakışlarda İdi Amin’i değil, güzel insan Whitaker’ı görürsünüz. Eli kanlı bir diktatörü yeterince kötü sunamayan bir film ve yönetmen, sunumu Whitaker’a bıraktığında onun diktatörlüğü kişiliğinden bir adım geriden geliyor.
Başka bir açıdan bakarsak Forest Whitaker bu filmde biraz yardımcı oyuncu konumunda. Ana hikaye, şimdilerde yeni jenerasyonun kostümlü beyaz atlı prenslerinden yetenekli oyuncu James McAvoy’un canlandırdığı Nicholas Garrigan etrafında dönüyor. Her yeni mezun gibi idealist kıpırtılar içindeki Nicholas, istediği yerde doktorluk yapabilecek iken, dünya haritasını döndürüp rastgele parmağını koyduğu Uganda’da çalışmayı seçiyor. Darbeyle iktidara yeni gelmiş İdi Amin ile ilginç tanışmasının ardından girişken kişiliğiyle kendini ona sevdirip özel doktoru olmayı başarıyor. İdi Amin’e hayran bir insan evladının var olabileceğine inanmamız için ise ilk etapta Amin’in renkli kişiliği ile hemhal olmamız icap ediyor.
İşte Forest Whitaker’ın devleştiği, bize sevimli gelen yanlarıyla kolayca benimseyebildiğimiz İdi Amin bu oluyor. Sonradan gerçek yüzünü göstermesi gereken, ama filmin bize bir türlü tam manasıyla göstermeyi beceremediği canavar İdi Amin ile sadece finale doğru karşılaşır gibi oluyoruz. Bu da, sadece eşlerinden biri ile ilişkiye girmiş genç bir beyaz adamdan intikam almak isteyen, normal bir tepkiyi fazla kaçırmış İdi Amin oluyor. Belgesel ağırlıklı bir kariyeri bulunan İskoç yönetmen Kevin Macdonald, ne hikmetse Whitaker hariç oldukça etkisiz bir film yönetmiş. Bunda Giles Foden’in romanının ne denli sert ve etkili olduğunun da etkisi vardır muhtemelen. Macdonald doğrudan ustası olduğu belgesel türünde İdi Amin’i ele alabilirdi diye düşünmek de olası. Belki de usta sinemacı Barbet Schroeder’in 1974 yapımı Général Idi Amin Dada: Autoportrait isimli belgeselinin varlığından çekinmiştir. Esasen İdi Amin’i tanımak için bu belgeseli izlemek The Last King Of Scotland’dan daha doyurucu olacaktır kanaatindeyim. Fakat popüler, hele de Oscar ile adını duyurmuş bir dramın, bir belgesele oranla geniş kitlelere ulaşması çok daha kolay. Yine de bazı belgesellerin yerini bu şekildeki kurmaca dramlar hiç mi hiç tutmuyor. Şu an aklıma Michael Moore’un Bowling For Columbine belgeseli geldi. Bu olaydan esinlenerek bir sürü okul baskını filmi yapıldı ama bence hiçbiri bu belgeselin yanına bile yaklaşamadı. Milyonlarca arşiv görüntüsü, maç kaydı, olağanüstü espirileri varken Muhammed Ali’yi niye Will Smith olarak izleyeyim ki!
The Last King Of Scotland toplamda izleyen bünyelere ne kadar iyi geldiyse bunun yarıdan fazlasını Whitaker’ın oyununa borçlu. Hoş Afrika ezgileri, zinde tutmaya çalıştığı gerilimli temposu, nerede nasıl görüntü alacağını bilen kamerası –ki orada da Anthony Dod Mantle (Bkz. 28 Days Later, Millions, Dear Wendy, Dogville, Manderlay ve yeni Lars von Trier filmi Antichrist) filmi izlenir kılan diğer özellikler. Gillian Anderson’ı da konu mankeni olarak kullanmak filme pek gitmemiş açıkçası. Tekrar gibi olacak ama öyle bir Forest Whitaker var ki, yanına kimi koyarsanız koyun, koyun gibi kalacaktır. Gerçek İdi Amin de öyle değil miydi?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder