Yönetmen: Cristian Mungiu
Oyuncular: Anamaria Marinca, Laura Vasiliu, Vlad Ivanov, Alexandru Potocean, Ion Sapdaru
Senaryo: Cristian Mungiu
Komünizmin son dönemlerinin hüküm sürdüğü Romanya'dayız. Öğrenci olan Otilia ve Gabita, aynı zamanda da oda arkadaşıdırlar. Gabita'nın hamile olduğunu öğrenmesi ile büyük bir sorunla karşı karşıya kalacaklarıdır. Çünkü Romanya'da kürtaj yasaktır. Fakat her yasağın kendisine bir de 'yasak delici' alternatif bir sistem yarattığı düşünülürse buna da bir çözüm vardır. Kürtaj yasal olmayan yollardan yapılacaktır.
Bir kere 4 luni, 3 saptamani si 2 zile bir kürtaj filmi mi, değil mi diye bir tartışmayı bile çok yüzeysel bulurum. Bu bir kürtaj filmi değil. Ama öyle algılanmaya da müsait bir yanı var. Kaçımız Romanya’nın 1980’ine ve Romen sinemasına tam anlamıyla hakimiz? Üstelik filmin büyük çoğunluğu kürtaj merkezli ilerlerken. Böyle bir durumda yaşanan illegal prosedür, tıbbi yordam yanında kuvvetli bir çaresizlik de var. İşin o kısmı zaten sinema sanatı çerçevesinde konuşulması gereken şey. “Kürtaj konulu başyapıt” ifadeleri vardı. Başyapıt olduğu tespiti yapılmış, yine de kürtaja endekslenmiş. Bence Mungiu’nun gerek kamera kullanımı, gerek hikaye/senaryo/kurguya yaptığı ince ayarla sağladığı gerçeklik hissi, benim Otilia’yı daha önce izlediğim herhangi bir karakterle benzer-benzemez ilişkilendirmemi engelledi.
Tabii Anamaria Marinca’nın rol kesmeyen, bana göre gizemsiz, hilesiz, hurdasız şekli de önemli. Biraz ilişkilendirmeye uğraşsam da genel anlamda bir Trier kadını olabilmek için fazla sıradan, bir Haneke kadını olabilmek için fazla hareketliydi. (Moodysson kadının ise kafamda oturmuş belli bir tarifi yok. Etkileyici bulsam da özgün diyemiyorum.) Yeri gelmişken, bu hareketlilik konusunda tuhaf biçimde bizim bazı Türk orta sınıf genç kız ve kadınlarımıza daha yakın gördüm Otilia’yı. O kadar doğal bir duruş ki, Mungiu’nun ona fazla “yavaş hareket et” veya “tezcanlı davran, konuş, yürü” dediğini sanmıyorum.
4 luni, 3 saptamani si 2 zile’nin dolaylı yoldan kürtajın ahlaki boyutlarını irdeleyen bir film olma durumu da var. Kulağa fazla didaktik gelebilir. Yalnız film bu irdelemesini sessizliği ile yapıyor. Yaptırıyor desek daha mı doğru olurdu acaba? Sözle yapsaydı bu kadar farklı olmazdı. Hemen hemen her şeyi seyirciye bırakma durumu hakim. Biz Otilia ve Gabita’yı ekran başında yargılamaya başladığımız an iş bitmiştir. Filmin o noktada konuşmasına gerek kalmıyor. Şayet yargılamıyor, suçlamıyor, sadece akışa kaptırıyorsak kendimizi, karamsarlık baş gösteriyor. Tabi karamsarlık yorumlarımız da değişkenlik gösterecektir. Bence oldukça depresif bir film. Ama Moodysson ile kıyaslanması da elbet açık ara bir karamsarlık muhasebesine yol açacaktır. Moodysson gibi gösterdikleriyle değil, göstermedikleriyle karamsar olmayı hedefleyen ve bence bunu gücü etkisinde başaran bir hamuru var. Otilia’nın lavabo sahnesi buna en güzel örnek. Oraya girmeden önce ne yaşadığını bildiğimiz Otilia’yı, banyoda iken her zamanki telaşı içinde görmemiz, onu hüngür hüngür ağlatmayıp sadece düşünceli ruh haline kilitlenen kameraya teslim olmamız gerekiyor.
O kamera, gittikçe daha fazla belirsizleşmek ve bu sayede daha vurucu olmak istercesine Otilia’yı yüzü duvara dönük banyo fayanslarına bakarken, bizi de onun yüzüne değil, arkasına bakarken görmek istiyor. Bu sıradan planla filmin baş kahramanı bile sırtını bize dönmüşken, zihnimizde dönüp duranları ifade edebilmek için önce onları toparlayabilmemiz gerekiyor. Sofra başındaki ömür törpüsü sahne de bir bakıma aynı amaca hizmet ediyor. Yani karamsarlığa… Fakat Mungiu bu kez uzunluğuyla izleyeni sıkacağını bildiği o tek plana kattığı dinamizm ile alkış alırken, sıkıcılığın getireceği karamsarlığın da üzerimize çökmesini istiyor. Teknik açıdan çok başarılı olan bu sahne, bana göre filmin dramatik yanını, özellikle de o esnada otel odasında beklemekte olan Gabita’nın ürkütücü bekleyişi ile sağladığı gerilimi biraz törpülüyor. O arada bulunması gereken ihtiyaç mahiyetindeki boşluk bu şekilde doldurulmak istenmiş. Fazlası rahatsız edince, gazı olan bir şişkinlik hissi de vermesi kasıtlı olarak istenmiş olabilir. Haneke’nin sabit kamerasına bir itibar söz konusu mudur, bunu Mungiu’ya sormak gerek. Yine de yer yer benzer etkileri bıraksa da, Haneke gibi aşırı koyu bir tanımlanamazlık elde edemiyor. Finale bakarak karamsar olmadığını söyleyeceksek haklı olabiliriz. Ama aslında orada bile “bunlar hep yaşanıyor, yaşanmaya da devam edecek” karamsarlığı sezmek olası. Yani karamsar olmak isteyene Mungiu’nun bahanesi çok.
Otilia'nın kafasında “bunu ben yaşasaydım ne olurdu” düşüncesi veya bir şekilde gelecek endişesi olduğuna da inanmıyorum. Oda arkadaşı Gabita için gösterdiği aşırı fedakarlığa sebep aramaya çalışmasak daha iyi olur diye düşünüyorum. Çünkü tıpkı Çavuşesku döneminde kürtaj yaptıranların başına ne geldiğinin söz ve görüntülerle istismar edilmemesi, o konuda yüksek sesle hiç politik yergilerde bulunulmaması gibi bu filmin karakterine ters yaklaşımlara itibar etmeyen Mungiu, Otilia ve Gabita arasındaki hukuğun ne düzeyde olduğunu mu ifşa edecekti? Belki de filmden çıkardığı sahneler bununla ilgiliydi bilemiyorum. İzlemesi zor, kan revan sahneleri çoğumuzun aklından geçmiştir. Fakat Mungiu, göstermedikleriyle de ne derece etkili olabileceğinin kitabını yazmış olan yönetmenlerin etüdünü çok iyi yapmış.
Tabii önceki işlerinden haberdar olmadığım için bu filme bir debut gözüyle bakmamdan kaynaklı bir algı yanılması var mıdır bilemem. Peki cenini neden gösterdi diye sorulabilir. Gösterilmeyenlerle kıyaslandığında bunca zorluğa sebep olan”şey”in gösterilmesi gerekiyordu belki. Ne kadar tarz sahibi olursa olsun Mungiu’nun bu tavrı anlaşılır bence. Çıkış noktaları gösterilmeyen, ama varlığı hep hissedilen rahatsız edicilik, bu sahne ile farklı bir gerçekliğe bürünüyor. Sonrasında çöpe atılmak üzere bir poşete konduğunda o somut unsur, gerilimin dozunu yükseltiyor. Kısacası bir çok yönüyle etkileyici bir film. Her ne kadar kimi yerlerde “Cristian Mungiu’dan sinema dersi” şeklindeki ifadeleri abartılı bulsam da…
Komünizmin son dönemlerinin hüküm sürdüğü Romanya'dayız. Öğrenci olan Otilia ve Gabita, aynı zamanda da oda arkadaşıdırlar. Gabita'nın hamile olduğunu öğrenmesi ile büyük bir sorunla karşı karşıya kalacaklarıdır. Çünkü Romanya'da kürtaj yasaktır. Fakat her yasağın kendisine bir de 'yasak delici' alternatif bir sistem yarattığı düşünülürse buna da bir çözüm vardır. Kürtaj yasal olmayan yollardan yapılacaktır.
Bir kere 4 luni, 3 saptamani si 2 zile bir kürtaj filmi mi, değil mi diye bir tartışmayı bile çok yüzeysel bulurum. Bu bir kürtaj filmi değil. Ama öyle algılanmaya da müsait bir yanı var. Kaçımız Romanya’nın 1980’ine ve Romen sinemasına tam anlamıyla hakimiz? Üstelik filmin büyük çoğunluğu kürtaj merkezli ilerlerken. Böyle bir durumda yaşanan illegal prosedür, tıbbi yordam yanında kuvvetli bir çaresizlik de var. İşin o kısmı zaten sinema sanatı çerçevesinde konuşulması gereken şey. “Kürtaj konulu başyapıt” ifadeleri vardı. Başyapıt olduğu tespiti yapılmış, yine de kürtaja endekslenmiş. Bence Mungiu’nun gerek kamera kullanımı, gerek hikaye/senaryo/kurguya yaptığı ince ayarla sağladığı gerçeklik hissi, benim Otilia’yı daha önce izlediğim herhangi bir karakterle benzer-benzemez ilişkilendirmemi engelledi.
Tabii Anamaria Marinca’nın rol kesmeyen, bana göre gizemsiz, hilesiz, hurdasız şekli de önemli. Biraz ilişkilendirmeye uğraşsam da genel anlamda bir Trier kadını olabilmek için fazla sıradan, bir Haneke kadını olabilmek için fazla hareketliydi. (Moodysson kadının ise kafamda oturmuş belli bir tarifi yok. Etkileyici bulsam da özgün diyemiyorum.) Yeri gelmişken, bu hareketlilik konusunda tuhaf biçimde bizim bazı Türk orta sınıf genç kız ve kadınlarımıza daha yakın gördüm Otilia’yı. O kadar doğal bir duruş ki, Mungiu’nun ona fazla “yavaş hareket et” veya “tezcanlı davran, konuş, yürü” dediğini sanmıyorum.
4 luni, 3 saptamani si 2 zile’nin dolaylı yoldan kürtajın ahlaki boyutlarını irdeleyen bir film olma durumu da var. Kulağa fazla didaktik gelebilir. Yalnız film bu irdelemesini sessizliği ile yapıyor. Yaptırıyor desek daha mı doğru olurdu acaba? Sözle yapsaydı bu kadar farklı olmazdı. Hemen hemen her şeyi seyirciye bırakma durumu hakim. Biz Otilia ve Gabita’yı ekran başında yargılamaya başladığımız an iş bitmiştir. Filmin o noktada konuşmasına gerek kalmıyor. Şayet yargılamıyor, suçlamıyor, sadece akışa kaptırıyorsak kendimizi, karamsarlık baş gösteriyor. Tabi karamsarlık yorumlarımız da değişkenlik gösterecektir. Bence oldukça depresif bir film. Ama Moodysson ile kıyaslanması da elbet açık ara bir karamsarlık muhasebesine yol açacaktır. Moodysson gibi gösterdikleriyle değil, göstermedikleriyle karamsar olmayı hedefleyen ve bence bunu gücü etkisinde başaran bir hamuru var. Otilia’nın lavabo sahnesi buna en güzel örnek. Oraya girmeden önce ne yaşadığını bildiğimiz Otilia’yı, banyoda iken her zamanki telaşı içinde görmemiz, onu hüngür hüngür ağlatmayıp sadece düşünceli ruh haline kilitlenen kameraya teslim olmamız gerekiyor.
O kamera, gittikçe daha fazla belirsizleşmek ve bu sayede daha vurucu olmak istercesine Otilia’yı yüzü duvara dönük banyo fayanslarına bakarken, bizi de onun yüzüne değil, arkasına bakarken görmek istiyor. Bu sıradan planla filmin baş kahramanı bile sırtını bize dönmüşken, zihnimizde dönüp duranları ifade edebilmek için önce onları toparlayabilmemiz gerekiyor. Sofra başındaki ömür törpüsü sahne de bir bakıma aynı amaca hizmet ediyor. Yani karamsarlığa… Fakat Mungiu bu kez uzunluğuyla izleyeni sıkacağını bildiği o tek plana kattığı dinamizm ile alkış alırken, sıkıcılığın getireceği karamsarlığın da üzerimize çökmesini istiyor. Teknik açıdan çok başarılı olan bu sahne, bana göre filmin dramatik yanını, özellikle de o esnada otel odasında beklemekte olan Gabita’nın ürkütücü bekleyişi ile sağladığı gerilimi biraz törpülüyor. O arada bulunması gereken ihtiyaç mahiyetindeki boşluk bu şekilde doldurulmak istenmiş. Fazlası rahatsız edince, gazı olan bir şişkinlik hissi de vermesi kasıtlı olarak istenmiş olabilir. Haneke’nin sabit kamerasına bir itibar söz konusu mudur, bunu Mungiu’ya sormak gerek. Yine de yer yer benzer etkileri bıraksa da, Haneke gibi aşırı koyu bir tanımlanamazlık elde edemiyor. Finale bakarak karamsar olmadığını söyleyeceksek haklı olabiliriz. Ama aslında orada bile “bunlar hep yaşanıyor, yaşanmaya da devam edecek” karamsarlığı sezmek olası. Yani karamsar olmak isteyene Mungiu’nun bahanesi çok.
Otilia'nın kafasında “bunu ben yaşasaydım ne olurdu” düşüncesi veya bir şekilde gelecek endişesi olduğuna da inanmıyorum. Oda arkadaşı Gabita için gösterdiği aşırı fedakarlığa sebep aramaya çalışmasak daha iyi olur diye düşünüyorum. Çünkü tıpkı Çavuşesku döneminde kürtaj yaptıranların başına ne geldiğinin söz ve görüntülerle istismar edilmemesi, o konuda yüksek sesle hiç politik yergilerde bulunulmaması gibi bu filmin karakterine ters yaklaşımlara itibar etmeyen Mungiu, Otilia ve Gabita arasındaki hukuğun ne düzeyde olduğunu mu ifşa edecekti? Belki de filmden çıkardığı sahneler bununla ilgiliydi bilemiyorum. İzlemesi zor, kan revan sahneleri çoğumuzun aklından geçmiştir. Fakat Mungiu, göstermedikleriyle de ne derece etkili olabileceğinin kitabını yazmış olan yönetmenlerin etüdünü çok iyi yapmış.
Tabii önceki işlerinden haberdar olmadığım için bu filme bir debut gözüyle bakmamdan kaynaklı bir algı yanılması var mıdır bilemem. Peki cenini neden gösterdi diye sorulabilir. Gösterilmeyenlerle kıyaslandığında bunca zorluğa sebep olan”şey”in gösterilmesi gerekiyordu belki. Ne kadar tarz sahibi olursa olsun Mungiu’nun bu tavrı anlaşılır bence. Çıkış noktaları gösterilmeyen, ama varlığı hep hissedilen rahatsız edicilik, bu sahne ile farklı bir gerçekliğe bürünüyor. Sonrasında çöpe atılmak üzere bir poşete konduğunda o somut unsur, gerilimin dozunu yükseltiyor. Kısacası bir çok yönüyle etkileyici bir film. Her ne kadar kimi yerlerde “Cristian Mungiu’dan sinema dersi” şeklindeki ifadeleri abartılı bulsam da…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder