Yönetmen: Martin McDonagh
Oyuncular: Brendan Gleeson, Colin Farrell, Ralph Fiennes, Clémence Poésy, Jérémie Renier, Jordan Prentice, Eric Godon, Thekla Reuten
Senaryo: Martin McDonagh
Müzik: Carter Burwell
Bir cinayet sonrası patronları Harry Waters (Ralph Fiennes) tarafından saklanmaları için Bruges’e gönderilen iki tetikçi ve aynı zamanda sıkı dost olan Ken (Brendan Gleeson) ve Ray (Colin Farrell) yerleştikleri otelde Harry’nin bir sonraki talimatını beklemeye başlarlar. Bu bekleyiş, tarihle iç içe bir konumda olan Bruges’ü gezip görmek açısından Ken’in hoşuna gitse de, geride bıraktıkları işin de gerginliğiyle Ray’i çok sıkmaktadır. Çünkü Ray, yanlışlıkla küçük bir çocuğu öldürmüştür. Fakat tesadüfen genç ve güzel aktris Chloë’den bir randevu koparınca bu tarih kasveti kuşanmış şehir, kendisinin güzel bir kadın tarafından beğenileceğine pek ihtimal vermeyen Ray’in gözüne de güzel gözükmeye başlar. Ne var ki, bir çocuğun öldürülmüş olması sebebiyle prensiplerinin çiğnendiğini düşünen Harry, Ken’den Ray’i öldürmesini ister. Ken bunu yapmayınca Harry tüm öfkesini yüklenerek Bruges’ün yolunu tutar.
Bruges (ya da bizdeki yazılışıyla Brüj), günümüze kadar korunmuş olağanüstü Ortaçağ mimarisi, Venedik’i andıran kanalları, çikolata çeşitleri, dantelleri, biralarıyla ünlü turistik bir Belçika kenti. Yaklaşık 120 bin nüfuslu bu kentin tarihi ve turistik dokusunun fonunda bir gangster hikayesi anlatmak ve izlemek değişik bir tecrübe. Her ne kadar fazla duyulmasa da pekçok yüz kızartıcı suça ev sahipliği yapmış ve yapmakta olan, fakat genel anlamda bir Avrupa Birliği ülkesi olarak refah seviyesinin ve eğitim oranının yüksekliği ile bu durumu örtbas edebilen Belçika’nın bu güzide kentinde anlatılacak suç hikayesi hakkında herhangi bir fikir sahibi olmak da güç. Ama In Bruges, herhangi bir fikir, önyargı, tür beklentisi, mesaj kaygısı, gönderme endişesi olmaksızın sadece doğal akışına teslim olmanızı gerektirecek kıvamda, ya çok güçlü, ya da kendi halinde bağımsız bir yapım hisleriyle algılanabilecek bir yapım. Kafalarda bu biraz karmaşık tarifin yapılmasında en büyük rolü oynayan isim ise, ilk uzun metrajına imza atan İngiliz Martin McDonagh’dan başkası değil. Filme geçmeden evvel McDonagh hakkında bilgilenmek sanırım daha etkili olacaktır. Daha ilk filmini yazıp yönetmiş biri hakkında neden ve ne derecede bilgileneceğiz diye düşünülebilir. Ancak McDonagh’nın In Bruges’a varana kadar yaptıkları, onun sinema yolculuğunun başlangıcı için bize altyapısı sağlam veriler sunmuyor değil.
Martin McDonagh her şeyden önce bir oyun yazarı. Beauty Queen Of Leenane, The Lieutenant Of Inishmore, The Pillowman, A Skull In Connemara adlı tiyatro eserleri sayısız ödül ve adaylık kazanmış, camiada saygın bir yer edinmiş. Hatta 27 yaşında iken, Shakespeare’den bu yana Londra’nın Broadway’i sayılan West End eğlence ve sanat merkezinde aynı anda dört oyunu birden oynanan ilk yazar McDonagh olmuş. 2006 yılında iki yıl öncesinde çektiği yaklaşık 25 dakikalık Six Shooter ile En İyi Kısa Film Oscarı kazanmasıyla ismi daha fazla duyulmaya başlandı. Karısını kaybeden bir adamın trende karşılaştığı geveze, küfürbaz, patavatsız ve bunlara rağmen sempatik bir genç ile yaşadıklarını konu alan film çok beğenildi. Yeni filmi beklenmeye başlandı. İşte beklenen film In Bruges sonunda görücüye çıktı. Bir kere en basitinden şu yorumu aradan çıkaralım: Six Shooter’ı sevenler kesinlikle kaçırmasın! Özellikle kısalığından ötürü tadı damağında kalanlar.
Tabi kısa film ile uzun metraj arasındaki yapısal ve duygusal bakış açısı çok farklıdır. Bu durumun yaratabileceği şekilde In Bruges’i uzun ve sıkıcı bulma ihtimali de olabilir mi bilmiyorum. Fakat kendi adıma In Bruges filmini tanımlamak için aklıma geleni söylemek istiyorum. Çünkü film ve yaratıcısı McDonagh belki de bunu istiyor. “Six Shooter’ı sevenler kaçırmasın” derken, garip biçimde ikisini karşılaştırma amacı gütmedim. Bana göre Six Shooter’ı görmeyenler de bu filmi kaçırmasın. Zira In Bruges, aslında “kısa” bir uzun film. Ya da daha saçma bir tabirle uzun metraj içinde kısa filmler silsilesi. Elbette bir kısa filmden oldukça farklı biçimde. Martin McDonagh tecrübeli bir oyun yazarı ve filmine koyduğu diyaloglar o kadar akıcı ve kimi zaman o kadar spontane ki, aynı sahnede, aynı kişilerin konuşmalarında bile bir fragman hızında kısacık filmler izliyoruz sanki. Olabildiğince inatçı, altta kalmak istemeyen, hazırcevap, cevabı hazır olmadığında dürüstçe “hımm”layabilen, uzun cümlelerin arasında kaçırdıklarınızı tekrar duymaya değer şeyler olduğunu hissettiren, tekrar duyduğunuzda daha büyük bir hayranlık uyandıran replikler bunlar.
Evet Martin McDonagh her şeyden önce bir oyun yazarı. Bu yüzden tiyatro oyunlarının dekorları da önemlidir. Sade bir dekor, metini daha da öne çıkarır. Bruges gibi tarihi açıdan zengin bir dekorunuz varsa oyun metininiz kendini daha farklı biçimde ifade etmelidir. McDonagh belki burada biraz risk alıyor gibi görünebilir. Neticede Shakespeare epizodlarından bahsetmiyoruz. Üzerine bol miktarda küfür serpilmiş, espirileriyle zekasını doğrudan ifade eden, zaman zaman da Ray’in filmde bir yerde de ifade ettiği gibi İngilizceyi bile doğru dürüst konuşamayan diyaloglardan oluşan bir metinin Bruges dekoru ile yarattığı tezattan beslenen bir tarafı da var. Riskin avantaja dönüştüğü birçok sahneye tanık olunca dekorun dekor, metinin metin olarak kendi yoğunlukları ile paralel ilerledikleri, sık sık çok güzel paslaştıkları anların tadına varıyorsunuz. Kanalları, köprüleri, kiliseleri, binaları ile Bruges, artık bir yerden sonra bahşettiği tarihi ve turistik sıkıntısı ile, yine Ray’in “shithole” benzetmesini doğrular niteliğe bürünüyor zihinlerde. McDonagh bu görkemli dekorunu ekonomik biçimde kullanarak ve o tarihi-turistik sıkıntının üzerine alaycı bir tavırla giderek Bruges’ün kendi hikayesinden ve karakterlerinden rol çalmasını önlüyor. Böylece dekor dekorluğunu biliyor, bu güzel hikayeye güzel bir fon teşkil etmek, filmin espiri ve dram setlerine malzeme olmak dışında haddini aşmıyor.
Martin McDonagh her şeyden önce bir oyun yazarı. Ama ortada öyle bir oyun var ki, tiyatro sahnelerine hapsolmuş metin üzeri dramatizasyonlardan fazlasını gerektiren gerilimli bir kedi-fare, av-avcı, iyi-kötü aksiyonunu da elden geçirme ihtiyacı bulunmakta. Birçok yeni yetme yönetmenin düştüğü hata budur. Filmlerini gereksiz aksiyonlara kurban ederek belki de onları farklı kılacak bir sürü unsuru ıskalarlar. Bunun yanında yabancı birçok yönetmenin, kendi vatanında çok özgün işler çıkardıktan sonra İngilizce çektikleri ilk filmde tanınmaz hale geldiklerine tanık olduk. Her ne kadar ilk film de olsa biz burada bir yeniyetmeden söz etmiyoruz. Tabi McDonagh da filmini satmak uğruna böyle bir hataya düşebilirdi. Üstelik çok para kazanıp, bunu maddi açıdan bir hata olmaktan kurtarabilirdi. İşte gerçek yazarlar veya yönetmenler burada kendilerini gösteriyorlar. McDonagh’nın bu filmden sonra deli dolu bir Hollywood aksiyonu çekmeyeceğini kimse garanti edemez. Ama şu an için In Bruges, kıymeti bilinmesi gereken bir film bana göre.
Martin Scorsese, David Lynch, Terrence Malick ve Quentin Tarantino hayranı olduğunu belirten McDonagh, daha çok Tarantino ve Guy Ritchie çağrışımlı enfes diyaloglarıyla, ama yine bir kendine özgülük durumunu hissettirerek yola koyulmuş izlenimi vermekte. Daldan dala zıplayan, lafı (iyi ki) uzatan, uzattığı lafı başka alakasız dallara bağlayan, sonra o alakasızlığı beklenmedik şekilde alakalayan, bu sayede suratlarda aptal bir ifade yaratan, ama bu aptallıktan hoşnutluk yaratan bir kalemi var McDonagh’nın. Tarantino ve Ritchie genel olarak işin dalgasındadırlar ve dram yönü onları fazla kasmaz. Fakat McDonagh, o dalgacılığı hep zinde tuttuğu gibi, belki de tiyatronun kendisine sermaye ettiği komedi-dram kıvamını da ilk filmine yedirmeyi başarmış. Öyle ki, Ray gibi filmin en önemli mizah unsurlarından birini, üstelik Colin Farrell’ın canlandırmasıyla ağlatıp, bunda algılamaya göre inandırıcı olmayı becerebiliyor. Yine algılamaya göre belli bazı sahnelerin komik mi, yoksa dramatik mi algılanması gerektiği görecesini izleyene bırakıyor.
Kilisede bir rahibi öldürmek, öldüreni kötü yapar. Öte yandan o rahibin neden öldürüldüğünü söylememek, öldüreni yine kötü yapar ama rahip ile ilgili de kafalarda soru işareti yaratır. Rahibi öldürürken kazara masum bir çocuğu da öldürmek, öldüreni yine kötü yapar ve bu kez devreye vicdan ve prensipler girer. Kötünün içinde sadece kötülük bulunmadığına dair bir inanç ihtiyacını karşılayan yegane şeye McDonagh’nın bulduğu çözüm “prensip” olduysa, film mantığında buna daha makul birtakım gerekçeler aramaya çalışmak da yersiz. “Prensip” olgusunun bir tercih olduğu gayet açık. Eğer mesele tercihin neden bu yönde olduğunu sorgulamak ise filmin varlığı zaten en güzel cevabı veriyor: In Bruges, tıpkı Six Shooter gibi ölüm ile oyun oynuyor. Bunu en iyi Ray’in çocuk parkında intihar etmeye yeltendiği sahneden ve tabi finalden çıkarmak mümkün. Ölümü hem intihar gibi bir zayıflık, hem de prensip gibi soylu bir davranış olarak tanımlamak, aslında ölümün ne olduğunu tam olarak bilememekten kaynaklı bir alaycılığın ürünü olsa gerek. Hadi buna da ikna olunmazsa filmin tek kusurunu bu ileri düzeydeki “prensip” konusunun işlenişi olarak ilan edelim.
In Bruges aslında üç kötü adamın hikayesi. Ama üçünün de iyi-kötü algısı, filmin bize sunduğu 107 dakikalık kesit içinde yer yer ufak değişimlere uğruyor. Harry Waters’ın emrinde çalışan iki tetikçiden Ken’in nezaketi, Bruges estetiğine olan ilgisi, babacan tavırları ile, Ray’in saf ve temiz delikanlılığı, kendini ele vermemeye gayret eden romantizmi, yakasını bırakmayan vicdanı ve içtenliği onları para için adam öldüren kötü adamlar sınıfından ayırmaya yetiyor. Filmin tek kötüsü olan Harry bile, onu oynayan kıdemli kötü adam eksperi Ralph Fiennes’in müthiş yorumuna rağmen bir şekilde katıksız “kötü” diyebilmek için çok uğraştıran tiplerden. Üstelik üçünün de sahip olduğu, izleyene biraz garip, hatta yavan gelebilecek “prensip” hadisesi de üzerinde düşünülmesi gereken bir durum. Bunu filmde yer yer işlenen dini temalarla da ilişkilendirmek olası.
Brendan Gleeson, Colin Farrell ve filme fiilen ilk saatten sonra dahil olan Ralph Fiennes müthiş bir üçlü oluşturuyorlar. Six Shooter'ın başrolündeki Gleeson’ın son derece güven veren oyunu yanında Colin Farrell için Phone Booth’dan sonra izlediğim en iyi performansı diyebilirim. Sonradan oyuna dahil olmasına rağmen Ralph Fiennes’in tecrübesini konuşturduğu Harry ise Tarantino ve Ritchie filmlerinin, bulaşılmaması kişinin biraz daha uzun yaşamasını sağlayacak derecede tehlikeli ve bir o kadar da karizmatik kötü adamlar familyasına ait.
Her üçüne de harika replikler yazılmış bu oyuncular yanında, güzel yankesici Chloë, onun serseri ortağı Eirik (Altın Palmiyeli L' Enfant filminin Belçikalı oyuncusu Jérémie Renier), hamile otel işletmecisi Marie, silah tedarikçisi “girinti” Yuri, Bruges’de film çeken Amerikalı cüce aktör Jimmy gibi gerçekten renkli yan karakterleriyle tadına doyulmaz komik anlar ve diyaloglar içeriyor film. Filmin komik olduğu kadar hüzünlü havasına katkıda bulunan koyu renk tercihleri, loş ortamları ve Carter Burwell’in dingin piyano dokunuşları, kontrollü bir ciddiyet sağlıyor. Baştan beri In Bruges’ü tanımlamak için tek bir cümle arıyordum. Elimden gelenin en iyisi şu oldu: In Bruges, zeki ve sinirli bir İngiliz oyun yazarının yazıp yönettiği dramatik, komik, romantik, prensip sahibi bir modern zaman euro-western güzellemesi!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder