26 Mart 2010 Cuma

Moon (2009)


Yönetmen: Duncan Jones
Oyuncular: Sam Rockwell, Dominique McElligott, Matt Berry, Rosie Shaw, Kevin Spacey
Senaryo: Duncan Jones, Nathan Parker
Müzik: Clint Mansell

Ay yüzeyinden toplanan ve dünyaya yeni bir yakıt kaynağı haline gelen Helium-3 adlı madde, Lunar Industries şirketi tarafından çıkarılmaktadır. Şirket, Sam Bell’i (Sam Rockwell) Helyum-3 çıkarmakla görevli istasyonlarından birinde görevlendirmiş, Sam ise tam 3 yıl boyunca bu istasyonda tek başına yaşamıştır. Aslında tek başına da sayılmaz. Yapay zekâya sahip gelişmiş bilgisayar GERTY de ona yardımcı olmaktadır. Helium-3 ile olan günlük işi kısa süren Sam, günün geri kalanında kendine çeşitli hobiler bulmuştur. Dünyadaki karısı ve bebeği ile canlı bağlantı olmadan görüntülü olarak haber almaktadır. Kendisi de kaydettiği görüntülü mesajlarını yine GERTY vasıtasıyla dünyaya iletmektedir. Görev süresinin dolmasına 2 hafta kala Sam bazı halüsinasyonlar görmeye başlar. Birgün iş sırasında kaza geçirir. Uyandığında gördüğü şeyi de önce halüsinasyon sanıp anlam veremez. Fakat artık Sam istasyonda yalnız değildir. Bu 3 yıl süresince bilmediği pek çok gerçek vardır.
 
Moon, David Bowie’nin Angela Bowie’den olan oğlu Duncan Jones’un ilk yönetmenlik denemesi. Öncesinde sadece 2002’de Whistle adlı kısa filmi olan Jones, yüksek bütçeli bilim kurgu yapımlarının ihtişamından uzakta mütevazi bir uzay dramına adını yazdırıyor. Yine Jones’un tasarladığı hikâyeyi senaryolaştıran ise Nathan Parker. Her ne kadar ihtişamdan uzak olsa da, görsel açıdan uzayın ve ayın gizemli izole havasını, Sam Bell’in gittikçe esrarengizleşen yalnızlığıyla örtüştürme başarısı gösteriyor film. Aslında filmin Sam’in son iki haftası yanında, biraz daha uzatılarak 3 seneye yayılan yalnızlığına da bir miktar zaman ayırmasını çok isterdim. O sayede belki Sam Bell’in bilinmeyenin ortasında 3 yıl geçirmiş bir işçi portresi, altyapısı çok daha sağlam bir zemin üzerinde özdeşleşme sağlayabilirdi. Kaldı ki bu haliyle bile Sam Bell ile bir yakınlık kurmak zor değil. Çünkü bir nevi esaretten özgürlüğe sayılı günleri kalmış, ailesinden uzakta bir adamın son zamanlarında yaşadığı tuhaf olayların seyirciye aktarılış biçimindeki mütevazilik, bir aylık bir sürede 5 milyon dolara çekilmiş Moon’u bağımsız film ruhuna yakın tutuyor. Kevin Spacey’nin seslendirdiği iyi kalpli bilgisayar GERTY’nin Sam’e ve bize gerçekleri açıklamaktan başka film içinde bir fonksiyonu bulunmayışı, tahminlerin aksine HAL 9000 gerilimi yaratmayarak şaşırtsa da (ve biraz üzse de), Sam Rockwell’in donuk ve gizemli atmosfere bukalemun misali uyum gösteren başarılı oyunu, herhangi bir rol çalımına izin vermeyecek kadar yetkin. Hem zaten Sam Rockwell, sadece Sam Rockwell’den rol çalıyor.
 

Sam Bell’in 3 seneye yayılan yalnızlığına zaman ayrılmamasının nedenini beklenmedik bir gerekçeye dayayan film, o andan itibaren hikâyeyi o gerekçe üzerine inşâ etmeye başlıyor. Şahsi beklentim olarak, Sam Bell’in yalnızlığına fazladan ilgi gösterilmesini beklememin sebebi, çok sevdiğim Jules Verne klâsiği Robinson Crusoe’nun farklı şartlarda filizlenmiş benzersiz roman tadını bilim kurgu çeperlerinde az da olsa hissedebilme umuduydu. Ama Duncan Jones’un gerçek amacını anlayıp kendimizi o amaca yönlendirdiğimizde de insanî vurguları güçlü bir hikâyenin kollarına atılmak mümkün olabiliyor. Filmin konusu, anlatımı ve birtakım unsurları aklılarla sinema tarihinde referans olmuş çeşitli bilim kurgu yapımlarını getirebiliyor. Ama Moon’un 2001: A Space Odyssey’den ne anladığını, Blade Runner’dan veya Alien’dan neler öğrendiğini konuşmamıza gerek yok. Günümüz bilim kurgu yapımlarında çoğu kez tuhaf yaratıkların, yüzeysel gelecek tasvirlerinin, lazer destekli aksiyonun, bu yapımlarda asıl işlenmesi gereken insanî boyutları yok sayması ile Moon gibi filmlerin değeri daha iyi anlaşılıyor. Elbette onun da kendine ait kusurları mevcut. Ama Moon’un sadece ayda değil, bazı düzenlemelerle ıssız bir çölde dahi geçerli olabilecek birey analizinin içinden çıkılması güç bir ikilem yaratan hüzünlü ve kırılgan yapısı, kendine ait kusurlarını bile kendine ait kılıp, o aidiette insancıl bir atmosfer yaratmasını biliyor.

Sam Bell’in dramı, ayda bir istasyonda tek başına çalışan ve yaşayan bir adamın vatan (gezegen) hasretinden ibaret değil sadece. Geçmişten günümüze ve buradaki gibi geleceğe uzanan işgücü sömürüsünün, güncel bir tartışma konusu olan klonlama yoluyla yaratacağı trajik sonuçların birey üzerinde açtığı yaralara değinen bir film aynı zamanda. Böylesi bir mesaj doğrudan zihinlere sokulmaya uğraşılmıyor. Ama çalışamayacak duruma gelen bir işçinin kolaylıkla gözden çıkarılabilir, harcanabilir, değiştirilebilir oluşundan hareketle çarpıcı bir gerçeklik elde ediliyor. İşte Moon, bu kapitalist zorbalığın kısır döngüne “uyandırılan” Sam Bell’in hüzünlü hikâyesi. Bazı yönlerden de Duncan Jones’un, babasının oynadığı 76 yapımı The Man Who Fell To Earth’e cevabı bir nevi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder