Yönetmen: Kathryn Bigelow
Oyuncular: Jeremy Renner, Anthony Mackie, Brian Geraghty, Guy Pearce, Ralph Fiennes, David Morse, Evangeline Lilly, Christian Camargo, Christopher Sayegh
Senaryo: Mark Boal
Müzik: Marco Beltrami, Buck Sanders
Irak’ta görevli bir bomba imha ekibine mensup bir grup askerin görevdeki son 38 gününden alıntılar yapan The Hurt Locker, son dönem Irak işgali konulu filmlerden yapı ve konu olarak farklı sayılır. Şimdi Irak’ta bir grup asker etrafında dönen hikâyelerin neresi farklı olur? Altından kalkamayacağı büyük laflar etmek suretiyle konuşarak değil göstererek, gösterdiğini de seyirciye yaşatmaya çalışarak rotasını çiziyor film. Bu 38 günde yaşanan tehlike dolu anlara odaklanıp, seçmiş olduğu o anları da uzun uzadıya işleyerek savaş atmosferinin gerginliğinden, belirsizliğinden ve dramatikliğinden faydalanıyor. Kathryn Bigelow, bu uzun ama geriliminden ötürü sıkıcı sayılmayacak bölümleri birkaç kısa filmi birleştirmiş gibi sıçramalarla gün gün anlatırken, aralara gereksiz sloganlar ve espiriler yerleştirmeden ciddiyetini ve gerçekliğini arttırıyor. Çekimlerin çoğunlukla belgesel kıvamda şekillendirilmesinin de bu ciddiyette payı büyük. O ciddiyet içinde eleştirel bir dil yakalayabilmesi için seyirciyi sözlerle değil, görüntülerle baş başa bırakıyor çoğunlukla. Fakat en önemli sorun, bu filmin eleştirel bir dil yakalayabilmek gibi bir derdi olup olmadığı.
Filmdeki iyi-kötü ayrımını çok yüzeysel bulanlar, hatta tarafsızlık bekleyenler var. Western fırlaması, adrenalin tutkunu gözüpek Çavuş William James’in avantür maçoluğu, pek inandırıcı gelmeyecek vicdanî yönüyle birleşince, o kişinin üniforması da Amerikan bayraklı olunca bu yüzeysellik ve tarafsızlık beklentileri, yerini tuhaf sorulara bırakıyor. Belki de film başka telden çalıyor ve biz onu “neden yüzeysel, neden tarafsız değil, neden propaganda yapıyor” diye yargılamaya çalışıyoruz. Bir yere kadar haklıyız. James’in temsil ettiği, filmin girişinde vurgulanan “war is a drug” cümlesiyle örtüşen bu bağımlılık fikrinin ön saflarda yer aldığını görmemiz hakikaten zor. Aslında filmin Irak işgalindeki haklıyı-haksızı ayırma, politik platformlar yaratma misyonu yok. Hatta birçok yönden apolitik bir film The Hurt Locker. Çavuş James yardımıyla askerliğin sağladığı adrenalinin sadece adam öldürmeye kanalize olmadığını, bomba imha etme göreviyle de bu heyecan duygusunun beslenebileceğini ifade etmeye çalışıyor. İnsan öldürmek yerine bu yolla insan kurtarmanın ulvî düşüncesi altında James’i militarist idealizmle vaftiz edilmiş koyu bir vatansever olarak görmemek gerek. Fakat onu öyle görmemek de filmi erken fişlemiş seyirci için yine hakikaten zor.
Kendisini biraz da karikatürize eden anlatım yüzünden James’i kolaylıkla öyle görmek, bu yüzden hem filme, hem de karaktere sabit anlamlar yüklemek, asıl vurgulanmak istenenin önüne geçecektir. James, Amerikan ordusunda faal bir asker olduğu ve kötü adamların koydukları bombalarla kelle koltukta dansetmeyi tercih ettiği için, senarist Mark Boal’un (In The Valley Of Elah’ın hikâyesi de ona ait) ve Bigelow’un gerçekte ne anlatmak istedikleri hep bu algılayışın birkaç adım gerisinde kalacaktır. Oysa Çavuş James’te, bir askerden önce extreme meraklısı bir sporcu gördüm ben. Hatta askerlere DVD satan Iraklı küçük Beckham ile olan hikâyesinde bile “Amerikan askeri vicdan sahibidir” kalkanının ardında adrenalinini dinç tutmak, askercilik veya polisçilik oynayan bir adam görmek de mümkün. Sörf tutkunu biri nasıl California sahillerinden kopamıyorsa, çavuş üniforması içinde işini iyi yapan, kabul gören, hayran olunan bir asker de bu tip heyecan arayışını paintball oynayarak köreltemeyecektir mutlaka. Ama bu tutkuyu aktarabilmek için seçilen ortam Irak, seçilen birey de William James olunca farklı okumalara kapılar bir anda kapanabiliyor.
Anlatmaya çalıştıklarım dışında nedenlerini %100 bilememekle birlikte ben The Hurt Locker’dan Amerikan hayranlığı, militarist övgü, siyaseten taraf, bütün Iraklılar teröristtir, vatan sevgisi her şeyin önündedir gibi sığ çıkarımlarda bulunmadım. “War is a drug!” Filmin olayı net kanımca. Bunu arabaya konmuş birkaç bomba, keskin nişancılar düellosu, ölü bomba gerilimi ve canlı bomba trajedisi gibi sınırları çizili meydan okumalarla gayet açık ifade ediyor. Ortada bir senaryo varsayılıyor. Hatta şu film, orijinal senaryo dalında Oscar adayı bile oluyor. Finali ile zaten o ana kadar anlamamış olanlara da bas bas bağırıyor. Ama o bas bas bağırış, The Hurt Locker’ın ısrarla propaganda nesnesi olarak yaftalanmasının önünde fısıltı gibi kalıyor adeta. Film bence dramatize edilmeye çalışılmış bir reality. Peki bu “reality” içinde gerçeklik nerede diyenlerin çoğu ya en ufak ayrıntıdan propaganda malzemeleri, ya da politik günah çıkarmalar umuyor. Halbuki The Hurt Locker’ın gerçekliği, sadece bir adamın ihtiyacı gereği hayata farklı bir şekilde meydan okuyuşu ve bu uğurda başından geçen birkaç önemli hadisenin gayet etkili bir görsellikle vücuda getirilmiş olmasından kaynaklı. The Hurt Locker gerçekten iyi bir film. Ama bu kadar sükse yapacağını, başa güreşeceğini tahmin etmiyordum açıkçası.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder