5 Mart 2010 Cuma

Ben X (2007)


Yönetmen: Nic Balthazar
Oyuncular: Greg Timmermans, Marijke Pinoy, Laura Verlinden, Pol Goossen, Titus De Voogdt, Tania Van der Sanden
Senaryo: Nic Balthazar
Müzik: Praga Khan

Bilgisayar çağının insanlara kazandırdığı birçok davranış biçimine o kadar alıştık ki, onları sigarayı bırakmak gibi bırakmak mümkün görünmüyor. Bilgisayar hayatımıza girene dek böyle bir makineyi hayal bile edemezdik. “Bunca zaman onsuz nasıl yaşamışız” diye düşündük. Bir süre sonra internet ile tanıştık. Bu kez “internetsiz nasıl bilgisayara tahammül etmişiz” diye düşündük. Ardından cümleler çorap söküğü gibi geldi: “Bilgisayar oyunları olmadan, MP3 olmadan, 500 GB hard disk olmadan, 1.0 Mbps bağlantı olmadan, şu olmadan, bu olmadan” geyikleri yaptık. Nurtopu gibi kullanıcı adlarımız ve şifrelerimiz oldu. Hayatın daha da kolaylaştığını düşünürken çevremizle ilişkilerimiz ya kopma noktasına geldi, ya da chat, forum, mail yollarından daha sanal ilişkiler kurmaya başladık. Teknoloji geliştikçe kabuğumuza çekiliyoruz. Bu durum yıllarca hep olumsuz biçimde yorumlandı, yorumlanıyor. Efendim teknoloji insan ilişkilerini zayıflatıyor, insani değerleri unutturuyor, paylaşımı öldürüyor, tembelleştiriyor, ruhsuzlaştırıyor, asıyor, kesiyor diye… Doğruluk payı yok değil. Çağla yolarken ağaçtan düşerek, bisiklet üzerinde kan ter içinde toz yutarak, inşaat önlerindeki kuma katlardan atlayarak, yağmur çamur içinde top oynayarak büyümüş bir neslin şimdiki ergenleri anlaması hangi oranda beklenebilir? Bilgisayar masası başında zihinlerini uyuşturduklarını düşündüğümüz çocukların obezite, uyuşturucu, şiddet, tuzaklarına düşmelerinin kılıfını bu şekilde uyduruyor olabilir miyiz?

Mahalle kültürüyle büyümek gerçekten özel bir şeydi. Bilgisayarla büyüyen kuşağın da onlar kadar kendilerini savunma hakları olmalı. İyi de neyi, nasıl savunacaklar? Betonlaşmanın oyun alanlarını yok ettiğini, mahalle anlayışının yerini mekanik site yaşantısına bırakmasını, kitap okuma alışkanlığının yerleştirilememesini, ezberci eğitim sistemini, sokaktan korkan ebeveynlerin endişelerini ya da çalışan ebeveynlerin çocuklarına karşı ilgisizliğini, ihmalini bahane etmek sanırım işi çözer. İnsanın kendi kabuğuna çekilmesi güzeldir, özeldir. Hele de kabuğun dışındaki çirkinlikleri düşündükçe. Ben de kendini bu çirkinlikten biraz da zoraki olarak uzak tutup kabuğuna çekilmiş bir lise öğrencisi. Zorakiliği ise hastalığı. Sanal dünyada online oynadığı Archlord oyununda çok yüksek skorlar yapmış bir kahraman. Ne yazık ki bu kahramanlığın gerçek dünyada geçerliliği yok.


Archlord oyunu ile Ben’in günlük yaşamında karşılaştığı bazı olayları, sıkıntıları anlık pencereler açmak suretiyle canlandırarak paralellemesi çok iyi düşünülmüş bir kurgu şekli. Gerçek yaşam ile hayal dünyalarımızı karıştırdığımız / karşılaştırdığımız anlara benziyor. Archlord diyarının cesur yürek şovalyesi Ben’in sınıfta sözde normal öğrenciler tarafından düşürüldüğü durum, sanal dünyada önemli işler yapmış, rütbeler, masklar, övgüler kazanmış insanların normal hayatlarında çevrelerinden aynı itibarı, sevgiyi, ilgiyi görememelerine benziyor. Tabi Ben’in durumu çok daha zor. Özellikle okul hayatında serseriler tarafından ezilmek, aşağılanmak durumunda kalan öğrencilerin psikolojisi bir yana, Ben gibi otistik bir gencin bu muamelelere maruz kalması kabul edilir şey değil. Fiziksel veya zihinsel özürleri yüzünden normal (!) öğrenciler tarafından hor görülen bu çocukların iç dünyalarının zenginliği ile gerçek dünyanın çekilmezliği arasında sıkışmış ruhları, diledikleri gibi sosyalleşebildikleri sanal ortamlarda nefes alıyor. Üstelik Ben gibi bir özürleri olması da gerekmiyor. Sivilceli olanlar, kısa boylular, aşırı kilolular, kendini fizik olarak beğenmeyenler, karşı cins ile iletişim kurmakta zorlananlar bile dışlandıkları sosyal ortamlar yerine sanal âlemde ferahlıyor, hayata daha bir sarılıyorlar.

Öte yandan işin sadece oyun bölümü çok daha çarpıcı. “Oyun Pedagojisi” diye bir dalın varlığı bile meselenin hiç de basit olmadığının göstergesi. Pedagoglar için bu oyunları online olarak oynayan, kendilerine bir avatar belirleyen, onları e-bay’de başkalarına satan, oyunlar sayesinde tanışıp sosyalleşen insanlar topluluğu mükemmel bir sosyal laboratuar adeta. Mesela bir fenomen haline gelmiş Lineage II oyunu fanatiği 300 kadar Güney Korelinin belli periyodlarla çeşitli aktivitelerde bir araya geldiklerine bazı belgesel kanallarında rastlayabilirsiniz. Aralarında evlenip çoluk çocuğa karışanların, sanal kimliğinin yardımıyla gerçek kimliğini bulanların varlığı bizi şaşırtmamalı. Bilgisayar başında bunca zaman harcamak kimilerine çılgınca gelse de oyun müptelaları için aile, arkadaş, sevgi, beslenme, zaman, uyku gibi hayati kavramların ötelenmesine yol açacak derecede önem arzediyor.

Bu oyunlarda başarı ve başkaları tarafından kabul görme, günlük hayattakinden çok daha kolay elde ediliyor. Çünkü gerçek dünya, insanların arzularını, eğilimlerini, beklentilerini, yeteneklerini karşılamaya yetmiyor. Onları güç durumlara sokuyor, aşağılıyor. Online oyun siteleri, sanal sohbet odaları, forumlar, bireye kendini değişik alanlarda özgürce ifade etme alternatifleri sunuyor. Çift kişilikli insanlar gün geçtikçe çoğalıyor. Avatarları hep yanımızda taşıyoruz. Gündüzleri durakta, okulda, ofiste, çocuk bahçesinde, umumi tuvalette gördüğümüz bazı insanlar, geceleri dünyayı kötülüklerden korumak için saatlerce savaş veriyorlar. Bir insanın diğer insanlarla ilişkileri arzu edildiği gibi değil diye suçlanmasına çoğu zaman anlam veremiyorum. Herhangi bir mental rahatsızlık haricinde de insanların kendilerini etraftan soyutlama hakları olmalı. Kendini dinlemek, başkalarını dinlemekten çok daha faydalı olabiliyor. Bilgisayar oyunları karşısında saatlerin harcanması anlamsız gelse de, orada belli bir hayata tutunma mücadelesi veriliyor. Bu oyunlarda kazanılan stratejik düşünme, strese karşı direnç, ekip çalışması bilinci, manevra kabiliyeti gibi yetilerin gerçek hayatta da yarar sağlayıp sağlamadığı, yani oyunların insanları pasifleştirmeyip ve aptallaştırmayıp daha mı zeki yaptığı tartışması, bu oyunlar var olduğu müddetçe sürüp gidecektir.


Ben gibi insanlara rastlamışızdır. Çok zeki olmalarına rağmen bunu gösteremeyecek kadar içine kapanık, dengesiz veya tedirgindirler. Çok basit soruları cevaplayamaz, diyalog kuramaz, sadece bakar, bazen de manasızca gülümserler. Fakat kafalarından geçenlerin neler olabileceğini filmde Ben’in monologlarının derinliğinden az da olsa anlayabiliriz. Bir otistiğin beynine girilmiş de oradan yazılmış senaryo anları mevcut. Ya da bilmediğimiz için bu ruh halinin bize yansıyan en derin tespitleri. En azından sağlıklı insanların onlarla empati kurduğunda hissedebileceklerinin adını koymaya çalışan kısa analizler. Sorunun farkında olmak ama çözmek için bir şeyler yapamamak değişik bir felç durumu. İçerdekilerin dışarı çıkarılamaması, sevgi ve nefretin yönlendirilemeyişi o kadar çaresizleştirir ki, intihar etmek bir ergen için daha kolay ve kesitrme bir çözüm gibi görünebilir. Kötülerin kötülüklerini tüm insanlara ifşa ederek onları herkesin içinde utandırmakla adalet sağlanabilir. İntihar olgusunu basit bir kandırmaca ile kullanarak “ne olursa olsun intihar çözüm değildir” mesajı verilebilir. Bu sayede kötülerin vicdanlarıyla yüzleşmelerine, tövbe etmelerine vesile olunabilir.

Kendimizi Ben’e kötü davranan öğrencilerin yerine koyalım. Kötülüklerimizin bu şekilde geri dönüşümü bizi ne ölçüde rahatsız ederdi? Belki o kadar ileri gidemeyecek kadar kötü olmadığımızdan empati kurmakta güçlük çekiyoruz. Peki kötülük bu kadar anlayışlı, bu kadar kolay pes ve tövbe eden bir olgu mu ki, didaktik mesajlarla her şeyin düzelebileceğine dair iyimserlik aşılasın? Ben’e kötülük eden serserileri de tanıyoruz. Onlar her yerdeler. Değil sinevizyon gösterisi, havai fişekli multimedya şovu da yapsanız, birçoğu daha saati dolmadan aynı davranışı sergileme eğilimindedir. Ders almaları için farklı kuvvetler gerekebilir. Finalin kilisede yapılması ve iletilmeye çalışılanın vicdani dokusu bu güzel filmi kafamızdaki adalet anlayışının neresine koyar görecelidir. Sanal ve epik bir coğrafyanın karizmatik kahramanı Ben’in eline pompalıyı alıp okulda önüne gelene kurşun yağdırmasını beklemek, böyle bir filmin doğasına ters olduğu gibi, zaten bulunabilecek adil çözümlerin en kolaya kaçanlarından biri olacaktır aynı zamanda. Fakat bunu bile çözüm olarak gören bir adalet anlayışı gerçekten yaşıyor.


Nic Balthazar
, sanal alemin Ben X’i ile otistik Ben arasında bir Dr. Jekyll and Mr. Hyde yaratmaya çalışmadığı için bir izleyici olarak memnunum. Fakat Ben’i belli bir karşıtlıkla özdeşleştirmemiz gereken savaşçı Ben X ile arasındaki istem dışı farklılıkların gayet iyi işlenmesine rağmen, finalin sağduyuya yakın duran adalet içeriği herkesi tatmin etmeyebilir. Çünkü film aslında bizi gerçekten sinirlendirme başarısı göstererek sağduyu mesajları vermeye çalışıyor. Bunu her bünye içine sindiremez. Hastalığın getirdiği çaresizlik duygusunu mükemmel yansıttığı için de iyi bir film Ben X… İzleyen olarak filmlerde ele alınan bu çaresizliğe alışmak bana göre belli bir sinema olgunluğu da kazandırıyor. “Bir an önce intikam alınsın, kötüler ölsün, iyiler kazansın, hemen yatağa girsinler, detaylar sadece zamana oynayan fazlalıklardır” düşüncesi ile izlenecek filmler ayrıdır, Ben X gibiler ayrı. Oysa bilinmez veya farkında olunmaz ki, klişe de olsa bazen öz o ayrıntılardadır.

1 yorum:

  1. Bu yazıyı okuduktan sonra izledim filmi...

    Nasıl bir filmdi ya son sahne neydi öyle.

    Güzel yazı teşekkürler

    YanıtlaSil