Yönetmen: Martin Campbell
Oyuncular: Mel Gibson, Ray Winstone, Danny Huston, Bojana Novakovic, Jay O. Sanders, Shawn Roberts, David Aaron Baker, Caterina Scorsone
Senaryo: Andrew Bovell, William Monahan
Müzik: Howard Shore
Thomas Craven, cinayet masası dedektifi ve kızını yalnız büyüten bir babadır. Evden ayrıldıktan sonra çalışmaya başlayan 24 yaşındaki kızı Emma, babasını ziyarete geldiği gece vurulunca herkes hedefin Craven olduğunu düşünür. Ancak Craven bu durumdan şüphelenmeye başlar ve kızının ölümünü araştırmaya karar verir. Araştırma onu, kızının gizli yaşamına, devletin gizli işlerine ve kanıtları yok etmekle görevli devletin gizli adamı Darius Jedburgh’e götürür.
Evladını kaybetmiş polis babanın hiyerarşik biçimde bundan sorumlu kötü adamların kıçını tekmelemesi gibi son derece basit bir konu üzerine dev bir şirket/derindevlet/hükümet üçgeninin karanlık ilişkilerini kondurmak artık gerekli hale geliyor. Yoksa günümüzde özgün bir hikâye olmadığı sürece sırf kuru bir intikam temasından ekmek çıkarmak zor. Bunun farkında olan Hollywood yapımcılarının aklına belli başlı isimler gelmeye başladı. Bunlardan biri de William Monahan. Kuşbakışı görünümde filmin intikam öyküsü ve politik yönü iyi ilişkilendirilmiş görünse de, anlatım olarak tişört üzerine smokin giymiş bir havası var. Büyük ihtimalle yapımcılar masa başında ortaya böyle tek cümlelik bir intikam konusu atmışlar, sonra bu temayı güncel anlamda politize etmesi için Monahan’ın kapısını çalmışlar. Monahan aslında siyaseten doğru şeyler söylüyor. Karmaşık ilişkiler yumağıyla bir kedi gibi oynamayı seviyor. Ama işi muhalif mastürbasyona dönüştürmeye başladığında fantezilerinin seviyesini sokaktaki halkın en basit çözüm önerileri düzeyine indiriyor: Mesajını verdikten sonra bir intihar bombacısının, bir mafya babasının, bir senatörün kafasına sıkmak! O kadar kirli çamaşır gösterdikten ve onları makinenin bile temizleyemeyeceğini imâ ettikten sonra, kökten çözümün en azından ekran başındaki yürekleri soğutacağını bildiğinden, çürümüşlüğün uzun kollarını ifşa eden o sahip çıktığı gerçekliğe ters düşmeyi göze alıyor.
Monahan’ın ustaca birbirine bağladığı kabloları, entrika, çıkar, yolsuzluk, yalan, çürümüşlük teorilerini ve politik yüklenmelerini filmden çıkardığımızda elimizde sadece aynı kızgın ve yalnız adam çemberinden defalarca geçmiş Mel Gibson kalıyor. Kırışıklıkları daha bir belirginleşmiş de olsa kendine has mimikleri ve psikopata bağlamış Paul Kersey, Harry Callahan ekolünün 90’lar temsilcisi Gibson tiplemelerini özlemiş olanları memnun edecektir mutlaka. Sanırsam ve sallarsam kendisi film anlaşmalarına belli başlı bazı sahnelerin eklenmesi yönünde maddeler koyduruyor. Yoksa filmlerinde birbirine çok benzeyen kavga, infaz, ayar verme sahnelerine bu kadar fazla rastlamazdık. Tabiî Monahan’ın da gazıyla özellikle Bennett’a, avukat Sanderman’a ve senatöre gözdağı verdiği sahneler gayet kapı gibiydi. Aksiyon yönünde ise daha çok şok edici olanları dikkate değerdi. Vertical Limit gibi denk geldikçe tekrar izlemekten keyif duyduğum bir filmi hesaba katmazsak, iki Bond ve iki Zorro filmi dışında pek tanınmışlığı olmayan Martin Campbell, nasıl olması gerektiğini yerine getiren, ama aşamayan bir yönetim sergiliyor bana göre.
Lâkin filmin kafa yorduğu karmaşık ilişkileri diyaloglandıran kısımlar dışında, “bu nasıl böyle oldu şimdi” demeye bile utanacağımız saçmalıkta sahneler de bulunuyor. Mantık ve devamlılık hataları, filmin takındığı ciddiyeti yer yer kevgire çeviriyor. Bu yüzden filmin (eski bir TV dizisinin geliştirilmiş hali de olsa) polisiye aksiyon/dram kısmını Andrew Bovell’ın, aktüel politik entrika kısmını da Monahan’ın yazmış olduğu fikrine kapılıyor insan. Böylece zekâ ve abukluğun yarattığı kan uyuşmazlığı göze batıyor. Hükümet ile çevreci geçinen büyük şirketlerin karanlık hukuğunu basına ve kamuoyuna sevimli gösterecek veya çarpıtıp zaman aşımına uğratacak, sonra da unutturacak Jedburgh gibi iş bitiricilerin şeytana pabuç bırakmayacak ayak oyunlarından bahseden bir filmde, Gibson’ın şirket kötülerinin elinden kurtulduğu sahnenin ne işi var mesela?
Bu kopukluk Monahan’ı sivriltip, hanesine artı olarak eklense de, “peki ya bu kopukluğun asıl sorumlusu bizzat kendisiyse” diye düşündürmüyor da değil. Yani bu adam doğru iplerle düğüm atmada usta, fakat siyaseten doğru savunularını dramatize etmede yetersiz olabilir mi? Değilse bile ince hesapların adamı olarak kendine düşen tarafları yerine getirdikten sonra filmin acemi kalan yerlerine muhalefet etme şansı yok mu? (Söz konusu bir Mel Gibson aksiyonu ise bu sorunun cevabı belli aslında). Yoksa Monahan, Hollywood’un Jedburgh’ü mü? Dört filmlik yazım kariyerinde tamamı kendine ait sadece Kingdom Of Heaven (ki bu dört filmden her şeyiyle en beğendiğim odur) bulunan, The Departed (Infernal Affairs senaryosundan) ve Body Of Lies (David Ignatius romanından) gibi daha çok hazır materyaller üzerine çeşitlemeler yapmada kurtarıcı görünümündeki Monahan, tüm pozitif yönlerine rağmen benim için hâlâ bir muamma. Bu yüzden onun adının geçtiği her yapımı dikkate alıyorum. Tıpkı Stephen Gaghan (Traffic, Syriana), Tony Gilroy (Bourne üçlemesi, Michael Clayton, Duplicity), Matthew Michael Carnahan (Lions For Lambs) yazar ekolünü dikkate aldığım gibi. Yine bir roman uyarlaması olan, Colin Farrell, Keira Knightley, Ray Winstone, Eddie Marsan, David Thewlis isimlerini buluşturacak London Boulevard’da kendisinin ilk yönetmenlik deneyimine tanık olacağım için de o muammayı heyecanla bekliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder