8 Ekim 2008 Çarşamba

The Life Before Her Eyes (2007)


Yönetmen: Vadim Perelman
Oyuncular: Uma Thurman, Evan Rachel Wood, Eva Amurri, Brett Cullen, Peter Conboy, Gabrielle Brennan
Senaryo: Laura Kasischke, Emil Stern
Müzik: James Horner

Kiev doğumlu yönetmen Vadim Perelman ilk çıkışını, bunalımdaki sorumsuz bir Amerikalı kadın ile üç kişilik İran göçmeni bir aile arasında yaşanan bir ev krizini işlediği 2003 yapımı House Of Sand and Fog ile yapmıştı. O yılın en kayda değer dramlarından biri olan bu film, gerilimli yapısı ve özellikle son derece dokunaklı trajik finali ile çok beğenildi. Dört yıllık bir aradan sonra yine House Of Sand and Fog gibi bir roman uyarlaması ile tekrar beyaz perdede boy gösteren Perelman, bir yabancı olarak bu kez daha Amerikan bir sorundan etkilenilerek yazılmış Laura Kasischke romanını filme almış. İki Perelman yapımını karşılaştırmak, ilk filminde büyük beğeni toplamış yönetmenlerin maruz kaldıkları eleştirellikten nasibini alıyor. Şahsen benim ibrem House Of Sand and Fog’dan yana olsa da, The Life Before Her Eyes da dramatik yapısı sağlam, katmanlı ve dokunaklı bir film. Amerikan liselerinden birinde öğrenci olan Diana’nın (Evan Rachel Wood) en yakın arkadaşı Maureen ile olan ilişkisinin test edildiği trajik bir olayın kanatları altında şekillenen film, aradan geçen 15 yılın ardından evlenmiş ve bir kız çocuğu sahibi olmuş Diana’nın (Uma Thurman) geri dönüşleriyle kendisi, hataları, vicdanı ile yüzleşme sürecini başarıyla işliyor.



Columbine
trajedisine benzer bir lise katliamından kurtulan Diana’nın geçmişi ile tekrar yüzyüze gelme sebebi, olayın 15. yıldönümünü doldurmuş olması. Hızlı ve asi bir ergenlik dönemi geçirmiş Diana’nın serseri sevgilisinden, en yakın arkadaşından, annesinden ve okuldaki profesöründen kazandığı birikimleri orta yaşına taşımış hali, durulmuş ve olgunlaşmış Diana’nın profesör eşinden, küçük kızından, asi bir öğrencisinden aldıklarıyla iç içe geçmiş bir durumda. Bu karmaşık ruh hali, geçmişi anımsatan ayrıntılar, vicdan azabı ve birtakım halüsinasyonlarla yetişkin Diana’yı yalnız bırakmıyor. Bir zamanlar karşı olduğu yetişkin tepkilerini evlenip çocuk sahibi olduğunda benimsemiş hali de oldukça gerçekçi.

Filmin bu iki kuşak Diana arasında kalan karışıklığı çok iyi yansıttığını düşünüyorum. Çünkü okul yıllarından kalan ve o zamanlar bize sıkıcı gelen bazı bilgilerin aslında tüm hayatımıza uyarlanmış bir izah tarzı olduğuna dair işaretler bulunmakta. Örneğin Diana’nın fen dersinde öğrendiği “unutulmaması gereken üç şey” buna güzel bir örnek. “Kalp, vücudun en kuvvetli kasıdır. Beyin, galaksimizdeki yıldızlardan bile fazlasını içinde taşır. Vücut % 72 oranında sudan oluşur.” Diana’nın ergenliğinde yaşadığı tüm bilgileri yetişkinliğine kadar taşıyan taşıyan beyni yanında, bir geri dönüş sahnesinde yağmurun buharlaşıp tekrar atmosfere karışmasının vurgulanıp, insan vücudundaki su oranı ile anlam kazanması boşuna değil. Ama tüm hırçın ve güçlü duruşuna rağmen sık sık kırılan Diana’nın en kuvvetli kasının filmdeki vurgusu çok daha manidar.

Filmin geri dönüşlerle şekillendirdiği kurgusu, okumadığımız romanın edebi kurgusundan bir hayli farklı görünüyor. Zira Diana’nın 15 yıl öncesi ve sonrasında izlediğimiz kesitlerin paralel gidişatları, iki dönemi birbiriyle çok iyi bağlayıp beslediği gibi, roman dokusunda pek rastlanmayan bu geçişlerin kısa süreli ve sık olması filmin anlatımını dinamikleştiriyor. Öte yandan bu dinamik yapı, filmin şiirsel yanını da zedelemiyor. Üstelik sağlam mesajlar sunan bir şiirsellik seziliyor. Bunu en iyi genç Diana’nın müstakbel eşi Paul’ü ilk gördüğü konferansında söylediklerinden de çıkarmak mümkün. “Dünya ne kadar sert olursa olsun onun güzelliğinden ümit yaratmalı, geleceğimizi iyi hayal etmeli, gözümüzün önündeki hayatımıza sahip çıkmalıyız.” Kısaca hamurunda bulunanları tam kararında bir karışımla izleyiciye sunan bir yapım diyebiliriz.



Romanda nasıl kullanıldığını bilemiyorum ama kızlar tuvaletinde geçen dramatik sahneyi küçük parçalara bölüp filmin sonuna kadar aralara serpiştirmek suretiyle yakalanan gerilim hali, tıpkı House Of Sand and Fog’daki Behrani ve ailesinin yaşadıklarının hissettirdiği karamsarlık haline benziyor. O tuvalet sahnesinin hem dramatik bir koz, hem de filmin geçmiş-şimdiki zaman arasında gidip gelen kurgusuna zindelik katmak amaçlı kullanımı Perelman’ın bir uyarlamayı ve filmi ne kadar iyi okuyabildiğinin de kanıtı gibi. Üstelik filmin tempo düşürdüğü anlarda devreye giren ve kendinden azar azar koklatan bu güçlü sahneyi finalde bağlarken, beklenmedik bir hamle ile bu yöntemin doğruluğunu da onaylatıyor. Aynı yöntemi başka ufak sahneler için de tekrarlıyor. Böylece filmin başında, ortasında veya sonunda izleyebileceğiniz aynı sahnenin sizi farklı duygulara yönlendireceğini de ifade etmeye çalışıyor. House Of Sand and Fog kadar şiddetli olmasa da, tıpkı onun gibi sessiz ve derinden çok iyi bir drama adını yazdırıyor Vadim Perelman.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder