27 Şubat 2007 Salı

The Man Who Wasn't There (2001)

 
Yönetmen: Joel Coen
Oyuncular: Billy Bob Thornton, Frances McDormand, James Gandolfini, Tony Shalhoub, Michael Badalucco, Scarlett Johansson
Senaryo: Joel Coen, Ethan Coen
Müzik: Carter Burwell

1949 Kuzey Carolina... Cinsel hayatı bitmiş, az konuşan, heyecansız ve mutsuz berber Ed Crane, karısı Doris’in kendisini aldattığını fark eder. Kuru temizleme işine girmek için 10 bin dolara ihtiyaç duyunca karısının yasak aşkına şantaj yapan Ed’in planları ters gider ve işler içinden çıkılması zor bir hal alır.
 
Gösterildiği yıl Cannes’da “En İyi Yönetmen” ödülü alan The Man Who Wasn’t There, Kubrick, Hitchcock gibi sinemanın atalarından beslenmelerine rağmen bağımsız kalmayı başarabilen Ethan ve Joel Coen kardeşlerin nefis bir film noir denemesi.. Film Noir, grinin kasvetli tonunda, anti-kahraman(lar)ın başı çektiği, basitten çıkmaza sıkıntılı ve sürprizlerle dolu bir patikada ilerleyen eski bir sinema geleneğidir. Karakterler yanlış ata oynar, hayata rest çeker veya talihsizliklerle dolu yaşamları sayesinde hiçlik duyguları yükselir. Bir “ucuz roman” yazarı olan James M. Cain’den hareket eden film, adeta 40’lı yılların kara filmlerinin bir parodisi gibi. Bunda en büyük pay tabiki basiti karmaşık hale getirmekten zevk alan, derin konulardan bahsedip, zaman zaman kendi üsluplarını alaya alan bir stili stilize etmiş çılgın ve bir o kadar da dahi Coen kardeşlerin.. Ne anlattıkları ile nasıl anlattıklarına aynı önemi bahşeden kardeşler, filmde 40’lı yılların tüm saplantılarına da değinmişler. UFO fenomeni, nükleer saldırı korkusu, mesleki kaygılar, McCharty dönemi politikaları gibi.
 
 
Pulp görünüşünün altında aslında oldukça zeki ve entelektüel detayları da bünyesinde toplayan film, varoluşçuluk, belirsizlik, yabancılaşma, kurban eden ve edilen benzerliği gibi söylemlerle de dirsek teması kurmuş durumda. Üstelik bunları, belki de kara film mizahına ters düşebilecek Beethoven tınılarıyla destekleyecek kadar sıra dışı. Hepimizin yaşadığı “orada olmama” durumu sayesinde, zaman zaman benliğimizden uzaklaştığımız ve uzaklaşmak zorunda olduğumuz gerçeğiyle yüzleşiyoruz. Ed, traş ettiği çocuğun kafasına bakıp “bu kadar saç nereden geliyor” diye düşündüğünde onun orada olmadığını anlamıyor muyuz? Sinir eden tepkisizliği, durağanlığı, soğukkanlılığı, aslında onu içinde yaşadığı şeyden çekip çıkaran, başka alemlere götüren “orada olmama” hissinden kaynaklı değil mi? Bu his, Big Lebowski, Barton Fink, Fargo gibi farklı gözüken öykülerin aynı dahiyane ellerden çıktığını, bu bağlamda ortak bir ruh bütünlüğü yakalayarak başka bir boyutta rüştlerini ispat ettiklerini gösteriyor. Ve yine bu his ve bu süreç hepsini birer çağdaş kült yapmaya yetiyor.
 
Hislerini aldırmış, içini dışına zerre kadar yansıtmayan berber Ed Crane rolüyle Billy Bob Thornton gerçekten olağanüstü. Her ne kadar film seçme konusunda titiz davranmasa da, orada olmayan adamı oynamakla kendine iyiliklerin en büyüğünü yaptığı kesin. Elinden düşürmediği sigarası ve bakmaya doyum olmayan heykelsi duruşuyla adeta 40’lardan fırlamış çok “cool” bir figür. Ed’in “famme fatale” karısı Doris rolündeki Joel Cohen’in eşi Francis McDormand, Soprano ailesinin reisi James Gandolfini, başka bir cool insan Tony Shalhoub ve kısa ama önemli rolüyle Scarlett Johansson, tüm Coen yapımlarında gördüğümüz doğru oyuncu seçimlerinin yansımaları.

Modern çağımızın siyah-beyaz filmlerinin başarısını, hisleri doğrudan anlatabilen, samimiyeti gözler önüne seren ışıklara ve gölgelere, aynı zamanda bu iki rengin aşk çocuğu olan grinin saflığına borçluyuz. Filmin karakterlerini bazen sadece bir gölge gibi gösteren sahnelerle birlikte, özellikle cinayet ve araba kazası sahneleri tam bir sinema şöleni. Anlatılmaz yaşanır bu film bitince de anlarız ki aslında ne oradayız, ne de burada.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder