Yönetmen: Sofia Coppola
Oyuncular: Bill Murray, Scarlett Johansson, Catherine Lambert, Giovanni Ribisi
Senaryo: Sofia Coppola
Müzik: Kevin Shields
Bob Harris uluslarası alanda şöhrete sahip olmasına rağmen bir süredir düşüşe geçmiş bir film yıldızıdır. Rol bulmakta zorluk çektiğinden dolayı Tokyo'da bir viski reklamında oynaması için gelen teklifi kabul eder. Üniversiteden yeni mezun olan Charlotte ise fotoğrafçı eşinin yine Tokyo'da yapacaği bir çekim sebebiyle Japonya'da bulunmaktadır. Birbirinden tamamen farklı bu iki insan, çeşitli rastlantılar sonucu kaldıkları otelde tanışırlar. Önceleri zaman geçirmek için sohbet şeklinde olan ilişkileri giderek karşı koyamadıkları bir yakınlaşmayı beraberinde getirir.
Dingin, kırılgan, sevimli, hüzünlü yapısıyla Lost In Translation, Sofia Coppola’nın yazıp yönettiği gerçekten saygı duyulası bir film. Nedenleri çok. Bill Murray gibi dev bir oyuncunun, Scarlett Johansson gibi seksi-sevimli yeni nesil bir aktrisin tutturduğu gizemli kimya, melodram severleri ziyadesiyle memnun etmişti. Tokyo gibi dünyanın en kalabalık şehrinde duyulan yalnızlık atmosferinde filizlenen ikilinin dostlukları, aslında daha önce de benzerlerine rastlanan klişe hayat hikayelerinin buluşması gibi görülebilir. Yaşlanan Hollywood starının bir Japon reklamında oynaması veya ilgisiz kocanın yalnızlıktan bunalan genç ve güzel karısının arayış içine girmesi sinema izleyicilerinin hiç de yabancısı olmadığı konular. Belki buna benzer hikayeler daha çok işlenecek. Ama Lost In Translation’da olduğu gibi saf bir incelikle, yürek titreten bir duygusallıkla, hüzün takviyeli bir mizah anlayışı ile anlatıldığında bu basmakalıp görünen hikayeler bir anda insanı kucaklıyor.
Filmin merkezindeki yalnızlık teması için Tokyo’nun seçilmesindeki ironi, genç ve yaşlı iki insanın aynı frekansı yakalaması ironisi ile buluştuğunda Coppola’nın dışardan kişisel gibi görünen yazımının aslında ne kadar insana ait olduğu gerçeği, filmin hemen hemen her anına sinmiş durumda. Coppola’nın bu filmdeki atmosfer yaratma başarısı, filmin dünyada aldığı sayısız ödülün sebeplerinden sadece biri olması gerekir. Olması gerekenden fazla bir oyunculuk veya diyalog olmamasına rağmen, sadece kalabalık içindeki yalnızlık duygusunu izleyenin iliklerine işletebilmiş bir film her şeyden önce.. Filmde bu bunalım ve yalnızlık ortamı o kadar başarılı resmediliyor ki, sıkıcı bulanların olabilme ihtimali de yeterince ironik. Halbuki Tokyo hiç de dört duvar gibi gösterilmiyor, gündüzü, gecesi, sokakları, eğlence yerleri, televizyon programları ile yaşayan bir metropol. Ama kişi kendine ait, uğruna her türlü fedakarlığı göze alabileceği yalnızlığını, metropol yalnızlığına kurban edince, artık o yalnızlığını paylaşabileceği kişileri arıyor ve artık bulunmak istiyor ki bu da ironi fırtınasının başka bir esintisi.
Charlotte ve Bob, yani Johansson ve Murray arasındaki ilişki filmin omurgasını oluşturuyor. İkilinin adını koymakta zorlandığımız ilişkilerinde belki de tek emin olduğumuz şey, saf ve kırılgan bir sevgi.. Bir bakıma bireysel özgürlüklerin, sorumluluklara yenik düşmeme çabasını anlatan duygusal bir bağ. Bir metropolde, hatta o metropolün lisanında bile kaybolmanın çaresizliği karşısında düşmeyi umursamadan kendini bırakıverme.
Filmin kendine has naif yapısının gücü sayesinde bu iki karakterin soğuk bakışları ve sakinliklerinin altında, yüreklerinde kopan fırtınaların farkına varmak çok da zor olmasa gerek. “Minimalist oyunculuk” sözü işin kolayına kaçmaktan başka bir şey değildir. Oyuncunun tepkisiz bir duruşunun da öncesi, o anı ve sonrası vardır ki bu aşamaların başarıyla geçildiği dikkatli bir izleyici tarafından fark edilebilir. Bill Murray’in reklam çekimi sırasındaki oyununa gülüyor, finaldeki duygu seline kendinizi kaptırabiliyorsanız, film ödüllerin en güzelini almış oluyor zaten. Kevin Shields, Squarepusher, Air, My Bloody Valentine şarkıları eşliğinde izlediğimiz genç Sofia Coppola’nın çağdaş melodramı, kırık kalbinize bir darbe daha vururken, sağlam kalbinizi sessiz sedasız kırıveriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder