5 Temmuz 2012 Perşembe

Fri os fra det onde (2009)


Yönetmen: Ole Bornedal
Oyuncular: Lasse Rimmer, Lene Nystrøm, Jens Andersen, Mogens Pedersen, Bojan Navojec, Pernille Vallentin, Fanny Bornedal, Jacob Ottensten, Kim Kold, Lone Lindorff, Alexandre Willaume
Senaryo: Ole Bornedal
Müzik: Johan Liljedal, Stefan Nilsson

Sarhoş kamyon şoförü Lars kendi kasabasında çok sevilen yardımsever yaşlı Anna’ya çarpıp suçu orada yaşayan Bosnalı mülteci Alain’in üstüne atınca küçük kasaba karışır. Lars’ın erkek kardeşi avukat Johannes, mülteci adamı korumaya alır. Bunun üzerine başını Anna’nın kocası Ingvar’ın çektiği kontrolden çıkan sarhoş bir güruh, öfkeyle Johannes’in karısı Pernille ve iki çocuğunun bulunduğu evine doğru yola çıkar. Ole Bornedal’ın Kærlighed på film’den sonra yine kendisinin yazıp yönettiği Fri os fra det onde (Deliver Us from Evil), kötülüğün sakin bir Danimarka kasabasında bile kıvılcım aldığı taktirde insanları ne derece kontrolden çıkarabileceğini, ırkçılığın ve ötekileştirmenin ne kadar bastırılmaya çalışılırsa çalışılsın biryerlerde sinsice pusuda beklediğini yüzümüze vuran bir yapım.

Bir anlatıcı ve parçalı bulutlu gökyüzünden sızan fesat güneş ışığı eşliğinde karakterleri şiirsel bir dille tanımaya başladığımız girişin ardından, sıkıcı bir Danimarka kasabasının sıkıntılı insanları etrafında film şekillenmeye başlıyor. Yavaş yavaş kasabanın ve bazı kasabalıların tekinsiz hallerini görmeye başlayınca bu kasabanın aslında filmin başında anlatıcının dediği gibi hiç de “doğru ile yanlışı, iyi ile kötüyü ayırt edebilen sımsıcak insanların sığındığı bir liman” olmadığı fikri güç kazanıyor. Küçük kasabaların insanda bıraktığı imaj gereği bunun böyle olma potansiyeli var. Ancak Bornedal, kasabayı kasaba yapanın insanlar ve onların seçimleri olduğu gerçeği üzerine kendi poetik tarzını muhafaza ederek sertçe gitmeyi seçiyor. Lars, onun serseri arkadaşları, kasabanın ileri gelenlerinden Ingvar ve onun çam yarması koruması Leif Christensen, hatta saf Bosnalı Alain, her an her şey beklenebilecek bir tedirginliğin sessiz sözcülüğünü yapıyorlar.


Bu kendi haline bırakılmış mini coğrafyanın göbeğine konan dört kişilik çekirdek ailenin, patlamaya hazır birer bomba gibi dolaşan çevre sakinleri tarafından tehdite maruz kalmaları an meselesi. Tek ihtiyaç ise bir kıvılcım. Ekonomik kriz, işsizlik, sosyal ortam yetersizliği, insan ilişkilerindeki yozlaşma gibi temel sebeplerden dolayı bireylerin bastırdığı öfkelerini kusabilecekleri alanlardan en önemlisi ise, milliyetçi, dini, ırkçı ve hafif kafası gidik olmasından ötürü mental özür taşıyan bahaneleri tek başına bünyesinde toplayan Bosnalı Alain. Hiçbir işte dikiş tutturamayan, hep başarılı ağabeyi Johannes’in gölgesinde kalmış, bu yüzden de onun sahip olduklarını kıskanan Lars’ın başına gelen bir kazanın tüm sorumluluğunu atabileceği en uygun hedef. Alain, koruyucu meleği olarak gördüğü karısını bu kazada kaybetmesiyle karanlık tarafa geçip bambaşka bir insana dönüşen Ingvar’ın kucağına atılabilecek en kolay yem aynı zamanda. Ama sağduyulu Johannes’in onu öfkeli kalabalığın elinden alıp adalete teslim etmek istemesiyle, toplumun bastırılmış tüm kötücül duyguları canlanıyor. Ekstra bir motivasyona bile ihtiyaç duymayan cahil kasabalı, Ingvar’ın güçlü dini manipülasyonlarıyla ipini koparıyor.

Filmin detayına bu kadar inmemin sebebi, bu durumun bizim toplumumuza da hiç yabancı gelmeyecek bazı katliamlarının zemininde yatan linç psikolojisi ile olan benzerliğini hatırlatmak. Ama Bornedal’in vurgulamak istediği başka şeyler de var. Dini bir figür olan Ingvar’ın gözü dönmüşlüğüyle (ki bazı eleştirilerde ona ve peşine takılan kasabalıya yapılan “zombi” benzetmeleri, gerçekte var olmayan bu “yaşayan ölü” aldatmacasına ve kolaycılığına kapılarak asıl meseleden uzaklaşma tuzağı taşır bana göre) sarhoş kasabalıyı Alain’i korumaya alan Johannes’in evine saldırmak için kışkırtması, yozlaşmış halkın tam da istediği şeydir. Çünkü Johannes hayatta onların olamadığı kadar başarılı olmuş, işini, evini, ailesini dürüstçe elde etmiştir. Bu durumda yapılabilecek en etkili şey, tüm bunları Johannes’in elinden alarak kitlesel rahatlama duygusuyla kendisini avutmaktır. Fakat öte yandan Johannes’in de hem sahip olduklarından, hem de bir yabancıyı kendi eliyle ölüme göndermeye elvermeyecek vicdanından kolayca vazgeçmeye niyeti yoktur. Tam bu noktada Bornedal seyirciyi göstere göstere “siz olsanız ne yapardınız”a iter. O zaman filmin başlarında Pernille’in kavga eden çocuklarına “kötü insan yoktur, sadece sevgiye aç insan vardır” sözü dahil her şey birbirine karışır. Anne'in ölümündeki sürpriz, ikilemler yumağını daha da büyütür.


Ole Bornedal’ın kendi hikaye disiplini içinde aile kurumuna bakışı, bir fay hattı üzerine kurduğu gerilimli olay örgüsü, şiirsellikle şiddet arasında kurmak istediği muğlak ilişki, başarılı oyuncu seçimleri ve onları yönetişi Kærlighed på film’den sonra da aynen sürüyor. Belki o filmden farkı, içinde yoğunlaşılan bir aşk hikayesi olmaması (ki buna pek vakti yok zaten). Ancak Ingvar’ın karısı Anna’ya duyduğu ilahi aşkın neden olduğu sonuçlar düşünüldüğünde, Bornedal’ın aşk kavramının karanlık yüzüne farklı bir açıdan baktığı da söylenebilir. Avrupa sineması bünyesinde çok özel bir yeri olan İskandinav sinemasının en önemli ayaklarından birini oluşturan Danimarka’nın sahip olduğu en önemli sinemacılardan Ole Bornedal, filmlerinde ya çok iyi oyuncular seçiyor ya da Danimarka bu konuda gerçek bir maden. Çok sağlam performanslar izlediğimiz filmde özellikle Lars’ı canlandıran Jens Andersen ile, aynı zamanda ülkesinde tanınmış bir pop şarkıcısı olan ve Pernille’i canlandıran Lene Nystrøm’un diğerlerinden daha fazla beğendiğimi belirteyim. Filmin başında ve sonundaki anlatıcı varlığını ve istismar sinemasına yakın durduğunu ifade edercesine zorladığı bazı sahnelerini gereksiz bulmama rağmen Bornedal’in her zaman takip edilmesi gereken bir sinemacı olduğunu bir kez daha gösterdiğine inanıyorum.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder