24 Ağustos 2010 Salı

Je vais bien, ne t'en fais pas (2006)


Yönetmen: Philippe Lioret
Oyuncular: Mélanie Laurent, Kad Merad, Isabelle Renauld, Julien Boisselier, Aïssa Maïga, Simon Buret
Senaryo: Philippe Lioret, Olivier Adam
Müzik: Nicola Piovani

Lili, İspanya tatilinden dönüşte, ikiz erkek kardeşinin babası ile tartışmalarından sonra evi terk ettiğini öğrenir. Ailesinin bu olayı hafife almasını ve babasının umursamaz tavrını onaylamaz. Lili umutsuzca kardeşinin telefonunu bekler fakat herhangi bir haber çıkmaz. Bir süre sonra depresyona girer ve yemek yememeye başlar. Beklenmedik bir anda kardeşinin gönderdiği kartpostal eline ulaşır.

Je vais bien, ne t'en fais pas’yı sakin, kırılgan, duyarlı gibi “kırılacak eşya” tanımlamalarla ifade etmek çok yerinde. Ama anlatım yönünden bu tanımlamaların ötesine geçebilen kaya gibi sert, tilki gibi kurnaz bir tarafı da var. Mesela Lili’nin kayıp ikizi Loic’yi hiç göstermeden de kanlı canlı bir karakter yaratıyor, babası Paul’ün nazarında Loic ile ilgili sırları ustaca bizden gizliyor, ana konunun gölgesinde serinleyen güzel bir aşk hikayesini sahipleniyor ve farklı yönlere sapar gibi görünen, ama neticede izleyende kolektif bir vicdan yaratabilecek finale ulaşıyor. Bunu son dönem bir Fransız filminden beklemiyordum açıkçası. Özellikle duygusal bir film izlemek istediğimde Fransız sinemasının ilk tercihim olmayacağı gerçeği ilginç geldi. O sinemanın soğuk ve kibirli havasından uzak, “normal” bir Fransız filminin sıcaklığı da böyle oluyormuş demek. Ebeveyn kayıtsızlığı ise bu filmde kısmi sebepler yüzünden bence fazla göze batmıyor. Hatta özellikle baba Paul’ün o malum kayıtsızlığının bu film için gerekli olduğu bile söylenebilir. Çünkü o kayıtsızlığın altından ne menem bir sevgi ve pişmanlık çıkacağını düşündükçe, kimi otoritelerin kabul ettiği kimi Fransız filmlerinin kayıtsız varoluşları şahsen umurumda bile olmuyor.


Söz Paul’den, yani filmin Lili’den sonraki en önemli karakterinden açılmışken, onun babalık duruşu ile, aynı dönemlerde izlediğim 2005 Portekiz yapımı Marco Martins filmi Alice’in babası Mário’nun ortak noktalarından, babalık olgusunun sorumluluk sahibi bir babaya neler yaptırabileceğinden bahsetmemek olmaz. Paul, geri dönmeyeceğini bildiği bir evladının anılarıyla avunmaya çalışmanın kendisine yetmeyeceğini düşündüğünden, kayıp kardeşini çok seven diğer evladını da kaybetmemek adına onun yaşadığını, ama kendisine kızdığı için kaçtığını söylüyor, yani onu hayatta tutuyor. Yemeden içmeden kesilen, depresyona giren ama yaşayan kızını hayatta tutmak için, oğlunu kullanıyor. Onun adına eve kartpostallar yollayarak, karta yazdıkları ile de kendine kızgınlığını, oğlunun ağzından çıkmışcasına yine kendine kusuyor. Zamanında oğlu Loic ile ilgilenmeyerek hak ettiğini düşündüğü o kötü kelimeleri aynaya bakıp kendine söylemektense, Loic’e söyletiyor. Geç de olsa günah çıkarıyor. Bu hayati fedakarlık her ne kadar Mário’nun Alice’i bulmak için koskoca Lizbon’u kendi yöntemleri ile kullanmasına pek benzemese de, işin özü ve sözü fedakarlıktan geçiyor. Her ikisi de, bir babanın evladının öldüğünü veya kaybolduğunu kabullenemeyişinden kaynaklı bir gözükaralıkla şartları değiştiriyor, risk alıyor, pes etmiyorlar. Babalığın, hayatın en önemli sınavlarından biri olduğuna mükemmel iki örnek Paul ve Mário...


Oliver Adams’ın aynı adlı romanından yönetmen Philippe Lioret’nin senaryolaştırdığı Je vais bien, ne t'en fais pas, roman olarak nasıldır bilemiyorum. Ama böyle bir film varken romanı okumak, ilk yapacağım şey olmazdı. Kitapta o güzelim şarkıyı dinlemek, Lili, Lioc’dan gelen kartları yemek masasında okurken Paul’ün yüz ifadesini görmek, o kartları okurken Lili’nin gerçeği öğrenmeden önce ve öğrendikten sonraki ses tonuyla duymak, anne-baba ve kızın sıcacık sevgi yumağına tanık olmak ve Lili’nin Tanrı’nın izin verdiği güzelliğini seyretmek mümkün olur muydu? Mélanie Laurent’i ve Kad Merad’ı gözümüzde nasıl canlandırabilirdik? Soruları ve yorumları beraberinde getiren final için fazla kafa yormamak gerek. Lili’nin sonunda hak ettiği sevgiyi Paul gibi bir babaya göstermesi bile çok şey anlatıyor. Elinde kalan evladını kazanmak için her şeyi göze alan Paul ile, babasının eşsiz fedakarlığının kıymetini genç kız kaprislerinden çok uzak bir olgunlukla bilen Lili’nin dramatik karakter varoluşları, iyi bir dram için bulunmaz nimetlerdendir çünkü.

2 yorum:

  1. Çok güzel yazmışsınız. Bu filmi mutlaka izlemek isterim.
    Teşekkürler,

    YanıtlaSil
  2. "...ve Lili’nin Tanrı’nın izin verdiği güzelliğini seyretmek..."

    Rafael Cansinos-Assens'in deyişinin bir film inceleme yazısına böylesine ustalık ve incelikle yedirilmesi yazı içeriği için gerekli olduğu kadar, okuyucu için de hayranlık verici...

    YanıtlaSil