12 Ağustos 2010 Perşembe

Angel-A (2005)


Yönetmen: Luc Besson
Oyuncular: Jamel Debbouze, Rie Rasmussen, Gilbert Melki, Serge Riaboukine
Senaryo: Luc Besson
Müzik: Anja Garbarek

Andre, şehrin yarısına onbinlerce dolar borcu olan yeteneksiz bir dolandırıcıdır. Alacaklılarının peşinde olmasından dolayı çareler aramaya başlar. Kendini teknik olarak Amerikalı gördüğü için Amerikan konsolosluğuna başvurur ama beklediği yardımı bulamaz. Güvenliği için hapse girmeyi bile göze alır ama bunda da başarılı olamaz. Fakat kaderi, tesadüfi bir şekilde karşılaştığı uzun bacaklı Angela’nın ona yardım etmesiyle farklı bir yol almaya başlayacaktır.


Söylenenlere göre Arthur and the Minimoys isimli animasyon, Luc Besson'un Angel-A'dan sonra çektiği son film olacakmış. Yani Angel-A, Besson'un insanlarla yaptığı son film oluyor. Ne var ki bunun veda olduğunu da sanmıyorum. Herneyse, filmin çok leziz bir senaryosu var. Hatta diyebilirim ki, Besson'un bügüne kadar senaryosunu yazdığı milyon tane filmin yarıdan fazlasından bile çok üstün. Enfes Paris görüntülerini arkasına alan bu senaryo, bir yönetmen için çöpsüz üzüm. Üstelik yanında peynir-ekmek-domates.

Üçkağıtçı Andre'ye gönderilen 2 metre boyunda sigara tiryakisi melek Angela, elbette Andre'ye kendisi ile yüzleşmesini sağlamak için yeryüzüne inecek. Ama hikayenin yan açılımları, senaryonun o katmer katmer açılımlarından fersah fersah uzak olunca, filmin siyah beyazlığı da anlamını yitiriyor artık. O güzelim kafeler, lokantalar, diskolar, boş Paris sokakları köprü imgesi, Andre ve Angela'nın şahane diyalogları bu hikayesizliğe boş boş bakıyor adeta. Hikaye açılımsız olduğu için finalin de yavan kaçması kaçınılmaz. Madem böyle bir hikaye var, dramına da, komedisine de kıvamında 3-5 klas kötü adam veya kötü tohum ekleyen, olayını hikaye yönünden de ciddiye alan Besson'un emekliliği böyle olmasaydı keşke.

Fransa'nın en komik simalarından Fas asıllı Jamel Debbouze ile Danimarkalı model Rie Rasmussen'i biraraya getirmek, üstelik senaryoda bu ikisi arasında bir kimya oluşturabilmek her yönetmenin harcı değildir. Ama tüm bu malzemenin başka bir Besson yapımı haline gelmesini engelleyen, yine Besson'un kendisi mi oluyor anlamak güç. O çiçek bahçesi gibi senaryoda bile "izledikçefarkedilecekmuallaklıklar" sezmek güç. Sadece "bunu ilk izlediğimde farketmemiştim, ne güzel bir cümle" diyebiliriz. Hikâyenin örgüsüne katkı sağlayacak bir hassasiyet yok. Çünkü doğru dürüst bir hikaye yok. Sadece anı yaşayan, ama o yaşadığı ana çok derin anlamlar yükleyen, sınırlarda volta atan bir senaryo var. Ne kadar güzel olursa olsunlar, temelsiz diğer unsurlar karşısında o cümleler de heba oluyor. Yine benzetme yapmadan duramayacağım: O cümleleri taze su damlacıkları gibi düşünelim. Besson susayıp içmek istediğinde onları bir bardağa akıtmaya karar veriyor. Ama seçtiği bardağın altında bir sorun var. Sızıntı falan da yapmıyor. Bardağın altı yok! O damlalar da oraya buraya savruluyor.


Subway, Deep Blue, Léon, Nikita, The Fifth Element gibi gözü kapalı kefil olacağım filmlerden sonra The Messenger: The Story of Joan of Arc ile vasatlaşmanın sinyallerini veren Besson, tüm enerjisini kendini içkiye vermiş gibi atlayıp zıplayan aksiyonlara kanalize ettikten sonra, geri dönüşünde elbet sorun yaşayacaktı belki. Demek ki Besson'un çakırkeyif hali böyle birşey. Yine de Besson'un veda mesajını belki alamamışızdır diyerek açık kapı bırakmak, açık kapının arasından gördüğümüz ışığa bağlı. 11 Eylül, Guantanamo ve en önemlisi coğrafi yapı itibarıyla Cezayir. Bahsettiğim açık kapı da tam buydu. Zaten arap Andre'nin, gerek Amerikan elçiliğindeki görevliyle yaptığı ikna konuşması, gerek batıyı en Bessonesk biçimde temsil eden ince uzun, sarışın, üstelik kadın bir melek ile girdiği ilişki, Besson'un konuya yakınlığı veya yakınlaşma çabası ile ilintili. Angela ve Andre'nin tuvaletteki ayna sahnesi, doğu-batının birbirine olan hassasiyetine yapılan ütopik bir günah çıkarma olmuş sanki.

Romantik komedi dersek aşağılayacağımız, politik romantizm dersek yücelteceğimiz bir film Angel-A... Paris sokaklarında yalnız gezen bir arap buluyorsunuz, sonra onu içeri atmıyorsunuz diye şikayet eden Andre, polis tarafından karakoldan atılıyorsa, diskoda bin tane adamı ayartıp paraları o malum yöntemle kazandığını düşündüğümüz Angela'nın aslında o paraları nasıl kazandığını görmemiz de Besson aklından çıkma bir durum. Rüyalara girebilecek bir meleği, eciş bücüş bir araba aşık etmekle iş bitmiyor. Tüm bunlara inandırıcılık katacak bir öyküye ve gölgede bırakılmayacak bir tarafsızlığa gerek var. Ayna karşısında Andre'ye "seni seviyorum Angela" dedirttikten sonra, "seni seviyorum Andre" dedirtmenin de altyapısı sağlamlaştırılmalı. Besson'un bunu hissedip hissetmediğini bilemeyiz. Eğer hissettiyse bunu bizimle adamakıllı paylaşmalıydı. Belki de biz yanlış anladık. Belki de o işin içinden çıkamadı.

Karakter boyutsuzluğu ve öykü yoksunluğu da, zaten bir türlü tutturulamamış dengeyi iyice bozuyor. Film bittiğinde Angela ve Andre'yi, gözlüksüz 3D izlemiş gibi algılamamız bundandır belki. O cümlelerin altındaki politik, felsefi, dini geçişleri de, açılıp içi okunmamış zarflara benzetelim olsun bitsin. Filmin çekim aşamasında kimi oynatmayı düşündüğü önemli değil. Her halükarda devasa Avrupalı meleğin karşısına şişman, çirkin, fakir, hırsız, katil, ne olursa olsun bir antitez çıkacaktı. Besson aptal değil. Herşeyden haberi olan, kafasına koyduğu mantığı tıkır tıkır işletecek bir zekâya sahip. Birisi ona "al sana Jamel!" dediyse, onun kafasında şimşekler çakmalıydı. Japon asıllı Fransız, kahve falında bile çıkmaz. Yok öyle biri! Filme, düşmüş bir arap karakter konuyorsa, eleştirenlerin ellerine şakaklarını atıp Cezayir'i, 11 Eylül'ü, Fransa'nın göçmen politikalarını düşünmeleri, eleştirilerinde bu referansları kullanmaları normaldir. Bu kadar huylanacak unsur varken, Besson'un hiç oralı bile olmayıp, senaryosundan kayıp giden yıldızları bir kadeh şarap eşliğinde dalışı ise normal değildir.


Demiyoruz ki bizi politik hicivlere boğsun, boğazımıza gazete kağıdı tıkıştırsın, vicdanımıza saldırsın. Bu film bunu yapamaz ki zaten. Kaldı ki ne kadar yavan da olsa, bir filmden dini, politik, sosyo-ekonomik, felsefik çıkarımlarda bulunmaya çalışmanın, bu yönlerde yapılan tespitlerle beyini çalıştırmanın nesi yanlış? Ben illa politik bir motif yakalayacağım diye ıkınmak ayrıdır. Ama bir filme daha derinlemesine bakış atmak isterseniz, dönemi, dönemin olaylarını, kişilerini araştırmak isteyebilirsiniz. Eleştiri yapıyorsanız, bu gerçekliklerle kendi yorumunuzu harmanlayabilirsiniz. Sinekten yağ çıkmaz, ama melek altındaki buzağıdan bal gibi çıkar. Besson bu kafayla pek çıkaramaz o ayrı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder