23 Nisan 2007 Pazartesi

Bad Lieutenant (1992)


Yönetmen: Abel Ferrara
Oyuncular: Harvey Keitel, Victor Argo, Paul Calderon, Leonard L. Thomas, Frankie Thorn, Robin Burrows
Senaryo: Abel Ferrara, Victor Argo, Paul Calderon
Müzik: Joe Delia

New York
Polis Teşkilatında bir dedektif olan kahramanımız, her yönüyle yozlaşmış bir polistir. Yasadışı bahis, içki, uyuşturucu, hırsızlık, cinayet ve cinsel taciz gibi ne kadar suç varsa bünyesinde barındıran bu kanun koruyucu, 7 serilik Mets-Dodgers beyzbol karşılaşması için yüklü bir bahis oynar. Aynı dönemde genç bir rahibeye kilisede vahşice tecavüz edilmiştir. Olayın aydınlanıp, suçluların yakalanması karşılığında 50.000 dolar ödül konmuştur. Birbiriyle alakasız bu iki olay, polis dedektifinin kirli hayatının önemli bir dönemecini oluşturacaktır.

Abel Ferrera, genele hitap etmeyen, her biri kendi içinde bağımsız ve aynı zamanda birbirleriyle ilişkili sayılabilecek pek çok filme imza atmış, bu sayede alternatif bir kitlenin saygın yönetmeni mertebesine yükselmiş bir yönetmendir. The Funeral, The Blackout, The Addiction, Driller Killer gibi Amerikan sinemasının ölçülerine pek uymayan yapımlara imza atması ile, kendi hayran kitlesini edinmesi kaçınılmaz oldu. Bad Lieutenant'ın bu filmler arasında durduğu yer, çeşitli radikal çevrelerin hedefi olacak derecede cesur, karmaşık ve sıra dışı. Uzun süren tartışmalar, yasaklamalar ve sansür, filmi alternatif bir klasik yaptığı gibi, Ferrera ve Harvey Keitel’ın da kült mertebesine erişmesinde önemli katkılarda bulundu.

Keitel’ın oynadığı kötü polis, Ferrera’nın gerçek ve gerçeküstü yaklaşımının en ve en önemli parçası. Bu polisin sahip olmaması gereken tüm kötülükleri bünyesinde bulundurması, zaten Ferrera’nın işini en başta kolaylaştırıyor. Yerleşik düzene, acımasız sisteme eleştirisinin startını burada veriyor. Filmde birkaç kişi dışında kimsenin adı yok. Ama filmin merkezi Keitel’ın isminin olmaması ayrı bir anlam taşıyor. Bu isimsizlik, metropol koruyucularının isimsizliği ile eşdeğer olsa da Ferrera, belki de bu tip bir sistem eleştirisi beklememiz gereken en son yönetmenlerden biri olmalı. Onun derdi daha çok, boğazına kadar pisliğe batmış olan polisin bireysel kimliğiyle ilgili. Bu bireysellikten bahsederken, başlangıçta onun sahip olduğu evi ve ikisi kız, ikisi erkek, dört ufaklığı bizlere göstererek normalliğin, sıradanlığın, isimsizliğin altında yatan çirkinliklerin farkına varmamızı istiyor belki.


Başrolün bir adı olmaması, Bad Lieutenant ayarında bir film için gerekli bile sayılabilir. Çünkü Ferrera kartlarını açık oynuyor. O karakter ile özdeşleşmeyeceksiniz. Ondan nefret ederek ve tiksinerek onu anlayacaksınız diyor. Torbacılarla uyuşturucu ilişkisi olan, fuhuş yapan, hırsızların marketten çaldıkları parayı onlardan silah zoruyla alıp cebine koyan, yoldan çevirdiği iki genç kızı akıl almaz biçimde taciz eden, bir final maçı için o geniş ailesinin birikimini gözü kapalı bahise yatıran bir polise kahramanlık ve anti-kahramanlık arasında başka bir tanım bulmak, her yönetmene malzeme olmuş bir durum değildir. Ferrera, bu polisi bize olabildiğince yabancılaştırmıştır. Öyle ki, bir izleyen olarak pek az filmde yapabildiğimiz üzere, kahramanın o kaçınılmaz son ile bitecek serüveninde merak ve tedirginlik içinde kalırız. Üstüne bir de dinsel yaklaşım tedirginliği (-ki olayın bu yönü konumumuz itibarıyla bize çok fazla etki etmez) eklenince, insanoğlunun zayıflıkları üzerine eşine az rastlanır bir atmosfere dahil oluruz. Aynı durum bizim dini yaklaşımlarımızı ele almış olsa diye düşünür, ürpeririz. İstenmeyen empatik bir durum ortaya çıkabilir.

Genç bir rahibenin iki serseri tarafından yaşadığı korkunç tecrübenin LT (Lieutenant) tarafından ele alınışı bile başta menfaat (50.000 dolar) zemininde ele alınırken, meselenin özüne inildiğinde, filmin “yapılan kötülüğü bağışlama” gibi Hristiyan öğretisinde ve pek çok dinde yer alan “kötülüğe iyilikle yanıt verme” düsturuna kafa yorulduğuna şüphe yok. Rahibenin, kendisine tecavüz edenleri bilmesine rağmen onları ele vermeyip affetmesi, benzer öğretilere sahip olduğumuz halde yabancılık çeken bizler gibi, LT için de kavraması güç bir hal alıyor. LT’nin rahibeyi ikna etme amaçlı konuşmasını bu yüzden mantıklı bulabiliyoruz. (O zaman, bu yoz insanla olan fikir birliğimizi fark edip ürperebiliyoruz da! Aklımıza ülkemizdeki aflar ve affedenler geliyor). Bir diğer şok, LT’ye her türlü “iyi mal” sağlayan keş kadının bir trip sonrası söyledikleriyle, tecavüze uğrayan rahibenin söyledikleri arasındaki benzerlikleri fark etmemizle yaşanıyor. Bu yüce af duygusundan etkilenen kötü polisin tövbe tribi ve devamındaki sevap işleme acemiliğiyle birlikte, belki de sinema tarihinde benzerine rastlamadığımız isimsiz bir adamla tanışıyoruz. Ama bir yandan da onun tek olmadığını biliyoruz. Çünkü başından vurulmuş iki genç kızın bulunduğu suç mahalline gelen birkaç dedektifin de, olayı mercek altına almalarını beklerken, Mets-Dodgers maçı üzerine oynayacakları bahis geyiklerine tanık oluyoruz.

Bad Lieutenant, Harvey Keitel’ı Harvey Keitel yapan filmlerin en mühimlerinden. Film boyunca türlü iğrençliklerine tanık olduğumuz bu adamın uyuşturucu krizlerini, gülme krizlerini, sinir krizlerini, ağlama krizlerini izledikçe, bu polise, yani filmin başrolüne olan acıma duygumuza vurduğumuz gem nasıl tarif edilmeli? Arabada maç dinlediği sahneleri, her uyuşturucu alışında yaşadığı sakin dönüşümleri, hele de o benzersiz oyunculuk dehası kilise sekansı, Keitel’i kutsal bir düzleme taşıyor adeta. Ve film kendine en çok yakışan bir son ile bitiyor. Bu son, filmin bütününü bir film şeridi gibi gözümüzün önüne getirebilecek bir son.. Ferrera çok zor bir adam diye düşünebiliriz belki. Ama ya Harvey Keitel? Onun anıtsal duruşunu nasıl tarif etmeli?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder