25 Nisan 2007 Çarşamba

Daisy (2006)


Yönetmen: Wai Keung Lau
Oyuncular: Woo-sung Jung, Sung-jae Lee, Ho-jin Jeon, Ji-hyun Jun
Senaryo: Jae-young Kwak
Müzik: Kwong Wing Chan, Shigeru Umebayashi
Hye-Young, Amsterdam’da yaşayan genç ve güzel bir ressamdır. Şehrin en işlek meydanında insanların resimlerini yaparak ve kendi tablolarını satarak geçimini sağlamaktadır. Park Yi ise, şehirde uluslar arası uyuşturucu trafiğinde önemli rol oynayan Kore mafyasının emrindeki bir kiralık katilidir. Park Yi, bir papatya tarlasında resim yaparken gördüğü Hye-Young’a aşık olur.. Onun çalıştığı meydanı karşıdan net bir şekilde gören bir daire kiralar ve hergün onu izler. Ancak kendini gösterme cesaretini bulamaz. Bunun yerine hergün saat 4:15’de onun dükkanının önüne bir demet papatya bırakıp, “çiçekler” diye bağırıp ortadan kaybolmaktadır. Bu gizemli hayranından hergün aynı saatte çiçekler alan Hye-Young, hiç görmediği bu adama aşık olmuştur.

Bir gün, Hye-Young kalabalık meydanda çalışırken, tesadüfen saat 4:15’de elinde bir demet papatya ile karşısına bir adam çıkar. Ama bu adam, uyuşturucuların peşindeki İnterpol dedektifi Jeong Woo’dur ve o sırada takiptedir. Ama bunlardan habersiz Hye-Young, bu adamı kendisine hergün çiçekler gönderen, papatya tarlasında karşıya daha rahat geçebilsin diye onun için küçük bir köprü yapan katil Park Yi sanar. Dedektif Woo’da Hye-Young’a aşık olmuştur. Ama Hye-Young için tesadüfler gerçek aşkın yönünü şaşırtmış, biri katil, diğeri polis iki adamı da içinden çıkılması zor bir dönemece sokmuştur..


My Sassy Girl, The Classic, Windstruck gibi ses getirmiş Güney Kore melodramlarının senarist-yönetmeni Jae-Young Kwak, yine senaryosunu yazdığı Daisy'de bu kez yönetmen koltuğunu Wai Keung Lau’ya bırakmış. Filmin Amsterdam’da geçiyor olması farklı bir atmosfer yaratmış olsa da, en dikkat çeken özelliklerden biri mekan seçimi ve bu mekanların sahip olduğu dekoratif ayrıntıların mükemmeliyetçi bir titizlikle hazırlanmış olması. Gerek açık alanlarda, gerek kapalı mekanlarda fark edilen bu titizlik, filmin görselliğini hem pastoral, hem de modern mimari açısından üst seviyelere taşıyor. Yönetmen Lau ile birlikte Bill Liu ve Man-Ching Ng’nin yarattığı sinematografi ve sanat yönetimi her açıdan büyüleyici. Özellikle kapalı mekanların dekorasyonlarında bir evi, bir odayı, bir restoranı, bir stüdyoyu tamamlayan hoş ayrıntılar, ışık, renk ve eşya kullanımının titizliği, Lau’nun usta çekimleriyle birleştiğinde altyapının çekiciliğine kapılmamak zorlaşıyor..

Daisy aynı zamanda bir melodramda olması gereken çok güzel bir öyküye sahip. Özellikle Güney Kore romantizmi, aşk üçgenlerini çok sever. Ancak belki de diğer kültürlerin anladığı üçgenlerden biraz farklı biçimde, bu üçgenin her bir açısını betimlemeye aynı önemi gösterir. Temelde, aynı kadına aşık olan iki adamdan birinin iyi, diğerinin kötü olması kaçınılmaz gibi gözükebilir. Zira Daisy'de de böyledir. Fakat bir kiralık katile biçilen duygusal kimlik, üçgenin kötü tarafına bakışı değiştirmeye yeterlidir. Bu sayede onun öldürme eyleminden ziyade, öldürdüğü kişilerin kendisinden daha kötü oldukları gerçeği, o kötü karakteri sevmemizi mazur gösterecek derecede kafidir. ETİK açıdan kötü bir karakterin Daisy'deki gibi EPİK bir beyaz atlı prens oluşu, TİPİK bir romantizm tuzağı gibi görünebilir. Ama izleyici belki de ancak bu tuzak sayesinde kafasında yer etmiş iyi-kötü, hak eden-etmeyen, haksızlık-adalet gibi zıtlıklarla film süresince sağlıklı bir beyin jimnastiği yapma fırsatı bulabilir. O anda gerçeklik, yani böyle bir aşk üçgeninin yaşanma ihtimali sorgulanmaz, hikayenin naif akıntısına kapılmak daha çekicidir. Mantıktan uzaklaşmak, daha mantıklı bir hal almıştır.

Kimin doğru insan olduğu konusunda yapılacak akıl yürütmelerde arabulucu bir fikire ihtiyaç doğar. Karakterler, yaptıklarıyla ve söyledikleriyle elimize öyle kozlar vermelidirler ki, kendilerinin bu aşkı hak ettiklerini veya etmediklerini kendimize mazur gösterebilecek sebeplerimiz olsun. Bu sebep ihtiyacına platonik veya iki kişi arasındaki aşklarda pek rastlanmayabilir. Ama eğer bir üçgenden söz ediliyorsa, bu biraz da kadının yapacağı seçimin, biz izleyenlerin seçimi olması gerekliliğini doğurabilir. Çünkü o kadın muhtemelen doğru seçimi yapacaktır veya çoğunluğun tercihini doğrulayacaktır. Ama bunu yaparken Daisy'de ve pek çok Güney Kore melodramında yaşandığı üzere, kadının her iki yanında duran iki erkeğin konum seçimlerini, kişilik seçimleriyle karşılaştırma gücümüz elimizden alındıysa, yani konumları dışında, her iki adam da doğru duruşlara sahipse, taraf tutmak anlamsızlaşır. Daha film sona ermeden, hangisi olursa olsun müstakbel kaybedeni henüz öğrenmediğimiz halde ona olan acıma duygumuz filmin akışıyla beraber ilerler.


Daisy'de ise belli bir noktaya kadar bu seçimi kestirmek mümkün olmuyor. Hye-Young’a aşık iki erkekten hangisinin aslında doğru kişi olduğunu biliyoruz. Fakat bu öykü kültürünün bizi her an farklı duraklara uğratabileceğine olan tecrübelere dayalı temkinli yaklaşımlara da sahibiz. Fakat yine bu dramların bizlere öğrettiği başka bir davranış biçimi olarak, film öyküsel bazda çıkmazlara sürüklendiği vakit, tüm bu matematiksel karmaşaları, doğru erkeği / kadını, katili-masumu, iyi-kötüyü tahmin etmeyi, ipuçlarını veya adil olduğunu düşündüğümüz verileri toplamayı bir kenara bırakıp, korkunç bir şekilde kendimizi akıntıya bırakma ihtiyacı hissetmemizdir. Kaldı ki Daisy, yarattığı üçgen biçimindeki çıkmaz sokağa soktuğu üç karakterin her birine yüklediği farklı özelliğin yanında, üçünün de sahip olduğu başka bir özellik eklemiş. Doğruluk. Yapılan meslekler veya hatalar yönünden değil. Tamamen insani doğruluk. Bu olduğu sürece aşk üçgeni de olsa bir filmin akışına güven içinde kendini kaptırmak, hoş bir huzuru da beraberinde getiriyor.

O noktada çaresiz ve ironik bir şekilde “keşke bu filmde kötü adamlar olmasaydı” diyebiliyoruz. Onlar olduğu zaman da Daisy'nin, o kendine hiç benzemeyen finali peydah oluyor. Oysa böylesine klişe görünümlü bir aşk üçgeninin yarattığı insani hatalar, tesadüfler, çekingelerle aslında ne kadar zengin bir altyapıyı bünyesinde barındırdığı gerçeği, bir anda kendisini gerçek aksiyon klişesine kurban veriyor. Üçgenin bozulması kaçınılmaz. Fakat başından beri dantel gibi örülmüş bu üçgen, bu şekilde bozulmayı hiç hak etmiyor. Mutlu son, farklı bir mesele. Bu sinema, bize mutsuz sonlarıyla da tüyler ürpertici tecrübeler yaşatmış bir sinema. Bir filmin bizim istediğimiz bir sonla bitmesi gerektiği gibi bir durum da söz konusu değil. Ama mesele, başından beri bir parçası olduğumuzu hissedebileceğimiz ve sonunda parçalara ayrılacağını bildiğimiz bu filmin, bu şekilde parçalanmak için ne suç işlediğini merak etme meselesi. Belki de suçu, gereksiz kalabalığı anlamsızca filme dahil etmeye çalışmak, bunun sonucunda da, o güzelce derleyip toparladığı çiçek bahçesine çoluk çocuğun dalmasına engel olamamak.


Jeon Ji-Hyeon (My Sassy Girl, Windstruck, Il Mare, Happy Together), Jeong Woo-Seong (Musa, A Moment To Remember, Sad Movie) ve Lee Seong-Jae (Public Enemy, Holiday, Ice Rain) gibi, filmlerini görmeden isimlerini hatırlayamayacağımız veya “…filmdeki kadın, ….filmindeki adam” cümleleriyle çıkarabileceğimiz oyuncular. Her üçü de oldukça popüler ama bu popülerlik onların çok yetenekli oyuncular oldukları gerçeğini değiştiremiyor. Bu hikayelerin ihtiyacı olan romansı yüzlere fazlasıyla sahip olmaları da aynı şekilde oyunculuklarını gölgeleyemiyor. Daisy güzel, hatta çok güzel bir film. Aslında bildiğimiz bir yola girip kaybolmak gibi bir film. Kaybolma kısmı pozitif anlamda kulağa hoş geliyor ama ters şekilde bulunma kısmı, o güzelim akıntıya kapılmış olanlar için negatiflik içerebilir. Görselliği, yönetimi ve oyunculuğu üst düzeyde, kimi eksiklerine rağmen son zamanlarda aşkın, umudun ve belki de en önemlisi, beklemenin en güzel işlendiği filmlerden birisi Daisy...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder