17 Şubat 2011 Perşembe

127 Hours (2010)


Yönetmen: Danny Boyle
Oyuncular: James Franco, Kate Mara, Amber Tamblyn, Treat Williams, Kate Burton, Clémence Poésy
Senaryo: Danny Boyle, Simon Beaufoy
Müzik: A.R. Rahman

Yönetmen Danny Boyle, yapımcı Christian Colson, senarist Simon Beaufoy, görüntü yönetmeni Anthony Dod Mantle, müzisyen A.R. Rahman’dan oluşan Oscarlı teknik kadro, Slumdog Millionaire’den sonra tekrar işbaşında. 127 Hours, maceraperest dağcı Aron Ralston'ın Between A Rock and A Hard Place adlı kitabının uyarlaması. Bu kez Ralston’ın 2003 yılında Utah kanyonlarında 127 saat boyunca trajik mahsur kalış öyküsü işlenmekte. Film genel anlamda bu etkileyici öyküyü benimsetme yönünde sorun yaşamasa da, bu harika ekibin Slumdog Millionaire’de yakaladığı renkli, dinamik ve dramatik çekicilik belli yönlerden korunuyor görünse de, hikâyenin dayatmış olduğu sınırlanmışlıkla ve o sınırları aşma kaygılarıyla farklı bir telden çalıyor. Boyle’un bu telleri daha dinamik hale getirme gayretleri ise ilgiyi çoğunlukla teknik yönden canlı tutabiliyor bana kalırsa. Bu yüzden Ralston’ın dramı belki de olması gerektiği kadar izole görünmedi, görünse de hemen işin içine kalabalık yaratacak başka unsurlar sokulduğu için derinlemesine odaklanma sorunu yaşadım sanırım.

Hemen hemen aynı döneme denk gelen bir başka tek kişilik kapana kısılma hikâyesi olan Rodrigo Cortés filmi Buried’in yarattığı etkiye benzer bir çarpma umduğumdan ötürü 127 Hours bir parça tatminsizlik yarattı. Oysa iki film arasında konu itibariyle karşılaştırma yapmak ile yapmamak arasında gidip gelmenin normalliği kadar, ortaya koydukları amaç ve tarz farklılığı da göz önüne alındığında bu kıyas doğru gelmiyor. Teknik açıdan ve sunduğu insani detayların samimiyeti yönünden çok iyi bir yapım olmasına rağmen filmin eleştirel bir boyutu yok, varsa da iyi işlenmemiş. Bunun şart olması gerekmiyor. Ancak Aron Ralston’ın insanüstü kurtuluş mücadelesinin sonucunda “sahip olduklarımızın değerini bilelim” mesajından başka bir gerçeklik bulunmuyor. Yeterince klostrofobi yaratamıyor (ki bunun bilinçli bir tercih olup olmadığı da tartışılabilir), halüsinasyonlarla, geçmişe dair anı kırıntılarıyla anlatım zenginliği yaratmaya çalışıyor. Kimi zaman fazla süslenmiş, cilâlanmış, gösteriş meraklısı bir hal alıyor. Bence bu yöntemle merkezdeki Ralston’a daha fazla odaklandığını sanarak, aslında bir dağınıklığa yol açıyor.


Ralston’ın sıkıştığı, kendince felsefi anlamlar yüklediği o kayadan nihai kurtuluş plânını uygulamaya koyduğu mâlum sahne, ondan sonra seyirciye de geçirilebilen huzur hissi, kendisiyle TV söyleşisi yaptığı sekans, mastürbasyon girişimi, bunun yanında 15 dakikalık güneş, dakik kuzgun, su içme anları gibi, çaresiz veya sıkıcı bir ortamı kısa süreli de olsa çekici hale getirme pozitifliğiyle bulunan samimi rutinler, filmin gerçekliğini arttırıyor. Ama kanyonda tanıştığı kızlarla geçirilen hoş vakitler, sonra halüsinasyonlar, hızlı geri dönüşler, ekranı üçe bölen video klipsel hamleler, A.R. Rahman’ın tema müzikleri yanında tempolu şarkıların eşlik ettiği çeşitli sahneler, hizmet ettikleri anlara hizmette kusur etmiyorlar belki. Lâkin bu durumun benim dikkatimi tam anlamıyla Ralston’a ve onun içinde bulunduğu olağanüstü duruma yakınlaştıracağı yerde uzaklaştırmaya başladığını fark ettim. Hele o aile ve dostların hatıra fotoğrafı çektirir gibi Aron’ın önünde belirdiği sahneleri son derece gereksiz buldum. James Franco ise gerek sevimliliğini, gerekse rolünün gereklerini ekonomik biçimde kullanan, sıkıştığı yerden türlü duyguları sağ salim verebilen, abartıya kaçmayan (hatta abartıya kaçması gereken bazı yerlerde de ters köşe yaparak olgunluk sağlayan), dürüst bir performans çiziyor.

Bana olumsuz görünen özelliklerine rağmen, Slumdog Millionaire ile hakkıyla Oscar ve daha birçok ödül kazanmış olan ekibin, kendi kulvarlarından ortak bir bütüne ulaştıklarını hissettiren uyumlarını görmek mümkün. Fakat belki de daha karanlık ve klostrofobi yaratması halinde fark oluşturabilecek bir kurtuluş öyküsünü, aynı Oscar normlarıyla elden geçirmeye çalışmalarından memnun olmayanlar da çıkabilir. Mesela Buried’i izleyip beğendikten sonra 127 Hours’a olan bakışta bu tip tatminsizlikler veya kan uyuşmazlıkları belirebilir. Kendi kişisel zevkleri ve seçimleri sonucu başına gelen trajik olaydan Aron Ralston’ın bize sunduğu çıkarıma ne derece ihtiyacımız olduğu değişkendir. Mesele bir noktadan sonra, çekici olan/olmayan bir konuyu anlatım olarak çekici hale getirme becerisine dayanıyor. O noktada da Danny Boyle ve arkadaşlarının yetkinliği su götürmez. Ne var ki bazen her şey teknik-taktikten ibaret olmayabiliyor. Mesela bu ekip Man On Wire belgeseli belgesel olmadan evvel, çılgın Philippe Petit’nin İkiz Kuleler macerasını aynı üslup ve donanımla ele alsalardı seyrine doyum olmazdı diye düşündüm nedense. Çünkü o olayda gittikçe anlamlanan bir amaç, samimi bir macera ruhu ve meydan okuma, hayata bakış, olağanüstü bir agorafobi sıkışmışlığı vardı. Kıyıdan köşeden 127 Hours’un ihtiyacı olan şeyler yani.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder