25 Ocak 2014 Cumartesi
12 Years A Slave (2013)
Yönetmen: Steve McQueen
Oyuncular: Chiwetel Ejiofor, Michael Fassbender, Benedict Cumberbatch, Lupita Nyong'o, Paul Dano, Sarah Paulson, Paul Giamatti, Kelsey Scott, Adepero Oduye, Brad Pitt, Garret Dillahunt, Alfre Woodard
Senaryo: John Ridley, Solomon Northup
Müzik: Hans Zimmer
Evli ve iki çocuk babası, hali vakti yerinde, çevresinde sayılıp sevilen bir insan olan Solomon Northup’ın 1841’de New York’tan kaçırılıp köle olarak satılmasıyla başlayan 12 yıllık serüvenini yazdığı aynı adlı kitaptan John Ridley’nin senaryosunu yazdığı 12 Years A Slave, Hunger (2008) ve Shame (2011) ile kendi sinemasını kabul ettiren Steve McQueen’in yönettiği üçüncü uzun metraj olma özelliği taşıyor. Senaryosunda payı bulunmayan ilk film olması itibariyle ilk iki filmine nazaran daha ana akım bir yol izleyen McQueen, kölelik ve buna bağlı olarak ırkçılık konulu yapımlar arasına kendi sert tarzını ihmal etmediği bir halka daha ekliyor. Büyük festivallere ve organizasyonlara yönelik ana akım unsurlar ve McQueen’in ilk iki filminden kalma kendine özgü bazı refleksleri bir araya gelince ortaya kaliteli ama dokunulmaz olmayan bir film çıkıyor.
Amerika ve dünya tarihinin en utanç verici dönemlerinden biri olan kölelik Amerika’sına dair izlediğimiz çeşitli örneklerden seyirci olarak edindiğimiz alışkanlıklar 12 Years A Slave’de de mevcut. Acımasız köle tüccarları, vahşi kahyalar, toprak sahibi zengin sınıfı ve onların insanlık dışı baskıları altında ezilen siyah köleler. Ama Solomon Northup’ın hikayesinde pek çoğumuzun o döneme ait bilmediği bazı ayrıntılar da bulunuyor. Zaten çoğumuz için (köleliğin tarihi ve insani boyutları haricinde) sadece zalim beyazlar ve ezilen siyahlar şeklinde sınırları çizilmiş bir dönem algısı bulunmakta. McQueen bu algıyı 2010’lu yıllara taşıdığı gibi, üzerine birtakım uzlaştırıcı ya da o kültüre uzak seyirciler için yeni detaylar koyuyor ki, bu onu eski Steve McQueen olmaktan çıkarıyor.
Edwin Epps (Michael Fassbender), Freeman (Paul Giamatti), Tibeats (Paul Dano) ekranda kaldıkları uzunlu kısalı süreler içinde nefret duygusunu tam anlamıyla hissettiriyorlar. Bunlara da bir Django lazım diye düşünüyoruz ara ara. Ford (Benedict Cumberbatch) her ne kadar daha iyi niyetli ve merhametli bir beyaz olsa da, o da köleleri borç devredip ekonomik olarak rahatlamasını sağlayacak birer mal olarak görmekten kurtulamıyor. Kocasını kıskanan Bayan Epps, onu kölelere karşı doldurmaktan geri durmuyor. McQueen, köleliğin iğrençliğini bir kez daha gözler önüne sermek için hakaret, işkence, tecavüz, cinayet ne varsa yükleniyor. Bu boğucu çevre düzenini savaş ve soykırım konulu filmlerde de gördük. Hatta bunların yanında çalışkan kölesi Patsey’ye saplantılı şekilde bağlanan Epps ile Schindler’s List’e, Solomon’un (her ne kadar içinde bulunduğu zor koşullarla özdeşleştirilememiş olsa da) kemanıyla The Pianist’e bağlantılar kurabiliyoruz.
Fakat Solomon’un kendisine sürekli eziyet eden Tibeats’i bir temiz dövmesi, civarın toprak sahiplerinden biriyle evlenen köle Bayan Shaw’un tepetaklak değişmiş konumu, kahya Armsby gibi kölelere yeterince sert davranmadığı için onlarla birlikte çalışmaya zorlanan beyazlar, en önemlisi de, 1800’lü yılların ortalarında her siyahın köle olarak yaşamadığı, Solomon gibilerinin beyazlarla eşit şartlarda iş ve sosyal hayatta yer bulduğu gerçeği de görülüyor. Kötü karakterler, olumsuz çalışma ve yaşama şartları, türlü eziyetler Solomon’u sivriltse de, özellikle Edwin Epps filme dahil olduktan sonra ondan bolca rol çalmaya başlıyor. Kitaptan mı yoksa senaryodan mı kaynaklandığını bilmediğim biçimde film artık biyografi olmaktan çıkıp, Epps’in Patsey’ye hastalıklı tutkusu ve bunu getirdiği bir dizi vahşi olayla ilgileniyor. McQueen’in Fassbender takıntısının da hesaba katılabileceği bu durum, Solomon’u ikinci plana atıyor.
Yazdıklarından yola çıkıldığı üzere Solomon Northup’ın bu 12 yıl süresince kimi zaman gözlemci konumunda yaşanan trajedileri aktarmış olmasında bir sorun yok. Ama Epps’e bağlı olayların filmi tepe noktada tutmasının cazibesine kapılma durumu seziliyor. Tüm bunların üstüne bir de Brad Pitt eklenince filmin tadı iyice kaçıyor. Marangoz ustası Bass olarak kısa bir rolü bulunan Pitt’in sahnesi, köleliğin kabul edilemezliğine, insanlık dışı oluşuna yaptığı özlü repliklerle o kadar sırıtıyor ki, program aralarına konan Kamu Spotu kıvamında “geçerken uğramış” adeta. Pitt’in filmin yapımcılarından biri olmasının torpili, hiçbir altyapısı olmayan, kör göze parmak cümlelerle anafikir çıkarma gereksizliğine düşen bu karakterle Solomon’un akıbetini belirleyen bir rol almasını sağlıyor. Böylelikle Brad Pitt’in dolaylı olarak kölelikle alakalı bu filmi bir kez daha “kurtarıcı beyaz adam” kimliğiyle sömürdüğü izlenimi oluşuyor. Altın Küre ödül töreninde “Brad Pitt olmasaydı bu film olmazdı” diyen Steve McQueen ise “hayatta kalmak değil, yaşamak istiyorum” diyen Solomon’un zamanla pes edip ortama uyum sağlamasını resmediyor.
Filmde çok çarpıcı Chiwetel Ejiofor, Michael Fassbender, Lupita Nyong'o anları izliyoruz. Benedict Cumberbatch, Paul Giamatti, Paul Dano, Alfre Woodard kısa rollerle kendi sahnelerini dolduruyorlar. McQueen’in daimi görüntü yönetmeni Sean Bobbitt’in kaliteli çalışması, Hans Zimmer ustanın müzikleri karşımıza Hunger ve Shame’den daha büyük oynayan bir film koyuyor. Bu büyük oynama hadisesi de sözünü ettiğimiz sebepler yüzünden türlü arızalar içeriyor. Steve McQueen, mütevazi bütçelerle küçük hikayelerden büyük filmler çıkaran, özellikle yazım aşamasında mutlaka payı olması gereken bir yönetmen. 12 Years A Slave birçok yönden iyi olsa da bütünüyle bir Steve McQueen filmi değil. Daha çok kırmızı halıların götürdüğü büyük ödül törenleri tavizlerinin verildiği, yapım şirketlerinin kibar baskılarının rahatlıkla sezildiği bir yapım.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder