Yönetmen: Josh Sternfeld
Oyuncular: Anthony LaPaglia, Aaron Stanford, Mark Webber, Allison Janney, Michelle Monaghan, Ron Livingston
Senaryo: Josh Sternfeld
Müzik: John Leventhal
Jim Winters için karısını kaybetmek büyük bir yıkım olmuştur. Yokluğunda kendisini sessiz bir hayatın içine hapseder. Başarılı bir bahçıvan olarak toprakla olan meşgalesi tek avuntusudur. Bu sakin yaşamda onu üzmeye devam eden tek şey ise oğullarıdır. Büyük oğlu Gabe'in tek derdi Florida'ya kaçmaktır. Diğer oğlu Pete ise, içinde hayata karşı büyük bir öfke biriktirmekte ve çevresi ile iletişime geçmeyi reddetmektedir. Jim, oğullarının bu durumuna içten içe çok üzülse de elinden bir şey gelmez. Ailesinde geride kalan hiçbir şeyin iyi gitmediği bu dönemde yeni komşusu Molly'nin hayatlarına girmesi, Jim'in herşeye farklı bir şekilde bakmasını sağlayacak ve hayatlarına yeni bir pencere açacaktır.
Hani içimden “severim ben bu filmi” diyordum ama bu kadarını beklemiyordum doğrusu. Bir baba-oğul(lar) filmiydi Winter Solstice ve ben artık bu türe ait en dolu örneklerden bazılarını izlediğimi farzederek yeni şeyler söyleyeceğini düşünmüyordum. Aslına bakarsak söylemiyor da.. Ama mutlaka yeni bir şeyler söylemesi değil mesele. Bir şeyler söylemesi. İlişkileri en doğal, en samimi haliyle göstererek de yüreklerde küçük sarsıntılar yaratabiliyorsunuz. Özellikle sorunlar yaratmaya çalışmayıp, zaten hayatın akışına kapılmış giden yaşamların rutini içinde olan sorunlardan bir hikaye/hikayeler çıkarabiliyorsunuz. Kurmaca olduğunu bile bile “play” tuşuna bastığınız bir öykünün, esasen ne kadar içten ve gerçek bir kesit olduğunu görerek mutlu oluyorsunuz. 1,5-2 saatiniz ayırdığınız bir filmde kendi tecrübelerinize ait kırıntılar bulduğunuzda ise, o size hiç de film gibi gelmiyor. Tam aksine, o filmdeki tecrübeler, duygular bize tanıdık gelmese dahi, bizi yakalayan sıcak bir atmosfer sanki onları yaşamışçasına sarıp sarmalıyor. Hatta ilginç biçimde o basit rutinin içinde siz de olmak, o havayı solumak, parçası olmak isteyebiliyorsunuz. İşte Winter Solstice bana bunları ve dahasını hissettirdi.
Karısını trafik kazasında kaybeden Jim Winters, her yönüyle sorunsuz bir babaydı bana göre. Pete ve Gabe adındaki iki oğlu ile ilişkisi çok dengeliydi. Çoğu babanın hayalidir böylesi dengeli ilişkiler. Fazlaca yüz göz olmayıp, boğazlamayan bir disiplini elden bırakmayıp da arkadaş gibi olabilmek. Mesafeli de olsa bir arkadaşlık seziliyordu. Jim’in örnek babalığına karşılık küçük oğul Pete’in lisedeki başarısızlığı, büyük oğul Gabe’in, küçük yerleşim yerlerinde veya filmdeki gibi banliyö Amerika’sında büyümüş gençlerin ortak sıkıntısı olan sıkışmışlık hissi, son derece olgun, derli toplu, kazasız belasız ama güçlü bir akıcılıkla işlenmiş.
Jim’in oğulları ile ilişkisinde hissedilen üstü kapalı, altı çizili gerilimin yansımaları hiç rahatsız edici abartılar barındırmıyordu. Zaman zaman yaşanan yükselmeler, olması gerektiğinden ne eksik, ne de fazlaydı. Hayranlık verici bir denge hakimdi. Mesela komşularının evine üç aylığına bakmak için yerleşen orta yaşlı bekar Molly Ripkin’in, Jim ve oğullarını yemeğe davet etmesi, ama oğullarının bu yemeğe gelmemesine sinirlenen Jim’in onların yataklarını dışarı atmasının ardından iplerin kopacağını düşünüyorsunuz. Fakat ertesi gün hiç birşey olmamış gibi hayatlarına devam etmeleri, çoğumuzun ailesinde rastlanabilecek rahatsız etmeyen, bilakis ilişkilerimizin sağlamlığına işaret eden dengesizliklere benziyordu. Aile içi ilişkilerde denge kadar, bu çeşit zararsız dengesizliklere de ihtiyaç oluyor. Dengesiz oluşları, biz o ailenin bir ferdi olmadığımız, dışarıdan gördüğümüz kadarıyla öyle. Oysa o aileler için bu durum, sağlıklı bir ceza sistemi veya yazılı olmayan pedagojik davranışlardan başka bir şey değil.
Jim’in oğullarıyla ilişkisi yanında, Molly ile olan yakınlaşması, Pete’in tarih öğretmeni ile, Gabe’in kız arkadaşı Stacey ile, kardeşlerin birbirleri ile ilişkileri de filmin ekonomik süresi içine yerleştirilmiş taze yan hikayelerdi. Pete ve Gabe’in yüzmeye gittikleri, üçünün beraber lokantada yemek yedikleri kısa bölümler ve finaldeki veda sahnesi, bir bağımsız filmi neden severiz sorusuna alternatif cevaplar olabilecek kadar sadeydi. Ama bu sadelik, etkileyici olmadığı anlamına gelmiyor kesinlikle. Böyle yalıtılmış sahneler hislerimize hücum ederler neredeyse. Ortada duran şeye bakarak yoğun anlamlar çıkarırız. İşte finalin sadeliği de bağımsız film severleri etkileyecek ölçüde farklı hislerin ortak tercümesi gibiydi. O sahne bana şunu söyledi: İnsanoğlu, sevdiklerinin binip gittiği arabanın arkasından bakarken, kaç yaşında olursa olsun biraz daha büyüyor.
Without A Trace dizisinin oyuncusu olarak daha fazla tanınan Anthony LaPaglia, ölçülü oyunu ve ağır duruşuyla rolüne çok yakışmış. Pete ve Gabe rollerindeki oyuncuların durgun ama hissedilir performansları da öyle. Filmin etkileyici tema müziğinin ve yağmur damlaları gibi huzurlu akan gitar nağmelerinin sahibi John Leventhal da, bu güzel fotoğraftaki yerini alıyor. Filmi izlerken bahçe düzenlemeleri ile uğraşan Jim’in ne güzel bir mesleği olduğunu düşündüm, ona imrendim. Kimbilir ne kadar huzur verici bir meslektir. Hele de geniş bahçeli banliyö evlerini düzenlemek ne kadar keyiflidir. İnsan Gabe’in neden oradan kurtulmak istediğine anlam veremiyor. Fakat bizim gördüklerimizin dışında zor bir hayatın olduğunu, özgürlük hissinin bir noktadan sonra her şeye baskın geleceğini de yansıtıyordu sanki. Bittikten sonra karakterlerin hayatlarına kaldıkları yerden devam edeceklerini hissettirmeyi başaran, hatta olası sahnelerini gözümüzde canlandırabileceğimiz, sayıları çok fazla olmayan filmlerden biriydi Winter Solstice. Filmin başında Jim bulaşıkları bitirip, iki arada bir deredeki huzurla bahçeye sigara içmeye çıkıyordu. İşte benim için bu duygunun filmiydi Winter Solstice.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder