30 Haziran 2012 Cumartesi

Harry Brown (2009)


Yönetmen: Daniel Barber
Oyuncular: Michael Caine, Emily Mortimer, Charlie Creed-Miles, David Bradley, Liam Cunningham, Iain Glen, Sean Harris, Jack O'Connell, Ben Drew, Jamie Downey, Joseph Gilgun
Senaryo: Gary Young
Müzik: Ruth Barrett, Martin Phipps

Harry Brown, karısı ölünce bir başına kalan, müdavimi olduğu barda satranç oynayarak günlerini geçirdiği tek dostu Leonard’ın bir grup serseri tarafından katledilmesinin ardından intikam peşine düşen deniz kuvvetlerinden emekli Harry Brown’ın hikâyesini anlatan bir film. İntikam temalı filmler geleneğinden gelen ve kendisinden bir yıl önce çekilmiş, haliyle kendisinden daha çok reklâmı yapılmış Clint Eastwood filmi Gran Torino ile karşılaştırılan film, bu karşılaştırma üzerinden gidildiği vakit benim çok daha başarılı, hatta Gran Torino ile kıyaslanmayacak kadar diri bulduğum bir film oldu.

Genel oyunculuk yönünden oldukça kötü, senaryo yönünden Eastwood westernlerinden şişirme, yönetim yönünden ise artık Eastwood’un sürprizsiz ve hiçbir yenilik içermeyen (üstelik bir sürü gereksiz sahne barındıran) Gran Torino, kendisini beğenenlerin sıkça dile getirdiği gibi sosyal altyapı sahibi bir filmdi. Ancak bu altyapı film bittiğinde küflenmiş Amerikan tarzı mesajlara, gerçekçi durmayan sahnelerle çizilmiş Amerikan rüyasının birileri için açtığı, birileri için kapattığı pencerelere sıkıcı bir didaktiklikle yaklaşıyordu. Oysa Harry Brown, yapısı itibariyle belki de altından kalkamayacağı büyük meselelerin altına girmez görünen mütevaziliğine rağmen, aslında çok daha etkili bir bütünlük yaratabiliyor. Gran Torino’dan daha gerçekçi bir sertliği olması ona belli yönlerden avantaj sağlıyor olabilir. Charles Bronson’un 70’lerde yükselttiği şehirli western intikamcılığından beslenmesi de öyle.

Adım adım gidersek, Harry Brown’ın önce karısını sonra da en yakın dostunu kaybetmesinden sonra içine düştüğü yalnızlığın, aslında bu kişiler hayattayken de sahip olduğu bir yalnızlık olduğuna dair inandırıcılığı mevcut. Mütevazi yaşantısı, bu kayıplardan sonra kapkara bir yalnızlığa dönüşüyor. Harry’nin bütün gün bira içerek keyif yapacağı bir verandası, “get out of my lawn” diye millete çemkireceği yemyeşil bir bahçesi, bakire bir kız gibi davrandığı anlı şanlı bir Gran Torino’su yok. Başkalarının zorla özgür yaşam alanı haline getirmiş olduğu (başka bir deyişle işgal ettiği) bir bölgenin, bazıları için özgürlüklerinin elinden alındığı yerler haline getirilişini sembolize eden kestirme alt geçitten geçmeye korkan Harry’nin sırf bu yüzden karısının hastanedeki son dakikalarında yanında olamaması, Leonard’ın da serseriler tarafından bu alt geçitte öldürülüşü intikamın zeminini kolayca hazırlıyor.


Harry Brown’ı Gran Torino’dan ayıran en belirgin özelliklerden biri de yasalara olan körkütük inancın sorgulanıyor oluşu. Amerikan (ya da Hollywood) doğruculuğu, gözünü kırpmadan adam öldürebilen serserilerin son durağının polis karakolu, adalet binası, sonra da hapishane olduğunu peşin hükme bağlamayı seven bir yapıdadır. Oysa Harry Brown’da suçu işlediği herkesçe bilinen genç katiller sorgu odasında polislere ayar vererek, küfrederek ellerini kollarını sallayıp dışarı çıkarlar. Saf kötülüğü yansıtmada Gran Torino, Harry Brown’ın bir metre bile yanına yaklaşamaz. Bu yüzden Harry, polisin ve yasaların pasif kaldığı noktada kendi gerekçelerini de ortaya koyarak “vigilante”liğe soyunur. Suçluyu adalete teslim gerekliliği ile, suçun en yakın mağdurlarını memnun etme sınırı kesin olmadığından, bir vigilante’nin ortaya çıkışı hem mağdurların, hem de yıllar yılı “suç işleyen doğru hapse girer” sıkıcılığına ekran başında mahkum edilen seyircinin yüreklerini soğutur.

Bütün gün verandasında hayalarını havalandıran Walt Kowalski’nin aldığı intikam aşırı romantik bir kahramanlık örneğidir. Geçmişte anlamsız bir savaş içinde aldığı canların suçluluğu, şimdi biraz daha anlamlı olacak eylemlerinin önüne geçer. Gran Torino’nun yegâne amacı adalet eleştirisi yapmak değildir tabiî. Ama tek gerekçesi tıfıl bir Koreli çocuğun zerre kadar inandırıcı olmayan bir çeteye girmeyi reddetmesi olan şiddet eleştirisinin adaletle ilişkisini bu acemi romantizmle kuran Gran Torino, büyük prodüksyon ürünü olmayan Harry Brown ile yan yana anılmayacak kadar kötü bir yapım bence. Harry Brown birtakım dertleri olduğuna inandırabilen bir film. Özellikle gençler arasında artan, toplum huzurunu rahatsız eden ve dozunu gittikçe artıran nedensiz şiddet üzerine, göze sokulmaya gerek kalmayan bir duruşu var. “Sorunları eğitim ve sevgi çözer, olmadı bu kaka çocukları bir şekilde adalete teslim ederiz” gibi bir sosyal sorumluluk projesi değil Harry Brown.


Film ayrıca gençlerin bu şiddet eylemlerinin ardında onlardan faydalanan yetişkinlerin varlığına da dikkat çekiyor ki, Gran Torino’nun ısmarlama çetesinin sadece sembolik kötücül varlıkları havada öylece asılı kalıyor. Değil gasp, adam öldürme veya tecavüz, ağaçtan erik bile çalamayacak kadar uyduruk bir tasarımın ürünü olmaları bir yana, Sid gibi bir dayıları olmadığından Kowalski’nin kime, nasıl kahramanlık tasladığı daha açık görülebiliyor. Harry’nin silah almak için girdiği Stretch’in izbe evindeki uzun bölüm, nasıl bir kahramanla karşı karşıya olduğumuzu gösteren nefis bir intikam girizgâhı. Devamında teker teker alınan intikamlar, polisin işin içine girişi, bir vigilante’nin doğuşu, paniğe kapılan kötü adamlar ve diken üstünde bir final, kendini gereksizce dağıtmayan, şişirmeyen bir filmin temel işlevini yerine getirmesiyle sonuçlanıyor.

2008’de The Tonto Woman adlı kısa filmiyle Oscar adaylığı kazanan Daniel Barber’ın ilk uzun metrajı olan Harry Brown, fena halde damarına basılan deniz kuvvetlerinden emekli Harry’nin ketum öfkesini, ahlâki dayatmaları fazla kafaya takmadan kahramanlaştırabilen bir film. Başroldeki büyük usta Michael Caine, hüzünlü bir centilmenden soğukkanlı bir ölüm makinesine yumuşak geçiş yaparken aynı kalmayı başarabildiği için usta. Mr. Brown’ın Dirty Harry’ye dönüşümü, kemikleşmiş kalıplaşmış intikam türüne yeni şeyler sunmuyor belki. Ama tokat yedikten sonra öteki yanağını uzatmayan, cebinden olmayan bir silahı çıkarıp oraya buraya artistlik yapmayan, geçmişte savaş zamanı öldürdüğü insanlar için geç kalmış bir vicdanla aptalca kendini cezalandırmaya kalkmayan bir adamın en azından seyir zevki sunan, yanında da söyleyeceklerini döndürüp dolandırmayan hikâyesi, kendisine ayrılan 100 dakikayı kayıp gibi göstermiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder