5 Eylül 2011 Pazartesi
Everything Must Go (2010)
Yönetmen: Dan Rush
Oyuncular: Will Ferrell, Rebecca Hall, Michael Peña, Christopher Jordan Wallace, Laura Dern, Stephen Root, Glenn Howerton
Senaryo: Dan Rush
Müzik: David Torn
Raymond Carver’ın Why Don't You Dance adlı kısa öyküsünden uyarlanan film, satış sorumlusu olan Nick Halsey’nin, genç bir iş arkadaşıyla birlikte olduğu bir iş gezisinin dönüşünde, aşırı alkol nedeniyle işinden kovulmasıyla başlıyor. Nick evine vardığında, eşinin kilitleri değiştirip, bütün eşyalarını da ön bahçeye yığarak onu terk ettiğini öğrenir. Cebinde kalan son parayla bira alıp, bahçeye atılmış olan en sevdiği koltuğa yerleşir. Eski evinin bahçesinde yaşadığı süre içinde, muhite yeni taşınan fotoğraf öğretmeni hamile komşusu Samantha ve o yokken eşyalarına bakması için para verdiği bir çocuk olan Kenny ile arkadaşlık kurar. Bahçede duran eşyaların tümünü üç gün içinde satmazsa hapse atılacağı haberi gelince bir garaj satışı yapmaya karar verir.
Dan Rush’ın bu kısa hikâyeyi senaryo haline getirip yönettiği film, aynı zamanda Rush’ın ilk senaryosu ve ilk yönetmenliği. Bu yaratıcı öyküyü olabildiğince sade ve doğal işlemeye çalışan Rush, “hayatın içinden” sevimli ve hüzünlü bir bağımsız ortaya çıkarmış. Ayrıntılarda gizli küçük günlük olayları ve anları bu yaratıcı hikâyeyi sömürmeden, onun üzerine naif bir ruh katarak sunuyor. İşini, karısını, arabasını, evini kaybetme klişesi içinde Nick’in önüne bazı filmlerde olduğu gibi ne para dolu bir çanta, ne kendisine iş teklifinde bulunan gizemli bir yabancı, ne de süper kahraman olma fırsatı çıkıyor. Nick sadece kaybettikleri üzerine kendi hatalarının ve bu hataların onu hayatın hangi noktasına getirdiğinin farkındalığına varan bir karakter. Tabiî bu farkındalığa bir anda sahip olmuyor. Başına birçok dert açan içkiye geri dönüyor ve kaybettiklerini geri kazanmak adına somut adımlar atamıyor.
Ama filmin en güzel yanı, Nick’in kendine gelmeye çalışan kişiliğine etki eden olguların hep sıradan hayat dilimlerine ait oluşu. Arkadaşlık, yalnızlık, pişmanlık, paylaşım, sorumluluk gibi kavramlar herkesteki gibi Nick’e yaklaşıyor ve doğal biçimde onu etkiliyor. Her ne kadar “normal” kelimesi üzerine, herkesin ev halini bilmediğimizden normal olduklarını düşündüğümüze dair tespitler de içerse, filmde sorunların çözümünde izlenen yol, naif ve hüzünlü bir normallikten geçiyor. Bu kavramların Nick’i hiç olmadığı kadar etkilemesinin sebebi ise, onun birkaç günlüğüne de olsa bahçede yaşamak zorunda kalması, yani zoraki bir şeffaflık sonucu normal olanın herkesin görebileceği bir yerde yaşanıyor oluşu. Bu kısa süre içinde bahçeyi sadece otların, çiçeklerin, fıskiyelerin bulunduğu hoş bir alandan öte, oturma odası gibi bir yaşam alanı haline getirmesi, hatta eşyalarını satarken samimi bir işyeri ortamı yaratması (ki bu konuda Kenny’nin yardımlarını unutmamak gerekir) insanın isteyince hayata bir yerinden tutunup her yere uyum sağlayabileceği normalliğinden besleniyor.
“Kaybolduğunuz yer, kendinizi bulmak için iyi bir fırsattır” sözünü yan başlık edinmiş olan Everything Must Go, önemli anılara sahip eşyalarımızla ilişkilerimize de anlamlı göndermeler yapan bir film. Satışa çıkardığı halde başlangıçta hiçbir eşyasını satmaya kıyamayan Nick, zamanla onların ancak alındığı anlara, yani artık geride bırakmak zorunda kaldığı anılarına vurgu yapmasından dolayı satmaya başlıyor. Hatta pazarlığı kolaylaştırmak için yanında ufak bir hediye de vererek. Filmin burada anlatmak istediği de Nick’in ilişkilerinde bir başka yönü işaret ediyor. Bir satış yetkilisi olan, hayatını bir şeyler satarak kazanan Nick, yıllardır bağlı olduğu satış prensiplerine dayanarak satılan bir malın yanında verilen küçük ekstraların satış fiyatını müşteri karşısında sağlam tutma amaçlı olduğunu bilen bir adam. Ama yaşadıklarından sonra, bu ekstraları gerçek bir hediye gibi düşünmeye ya da en azından bize düşündürtmeye çalışıyor. Daha sonra da onları birer “ekstra” olmaktan çıkarıp, doğrudan “hediye” haline getiriyor. Kısaca her şeyini kaybedip adeta kaybolduğu bir noktada, zaten kendinde var olan bazı değerlerin adını daha net koyabiliyor.
Nick’in etrafında yer alan karakterlerin de önemi büyük. Bir bebek sahibi olmasının öncesinde kocasıyla sorunları olan, bunlarla yüzleşmekten korkan Samantha, annesi, ölmek üzere olan yaşlı bir kadına bakıcılık yapan sevimli ve hüzünlü Kenny, ayrıca Nick’in eşyalar arasında bulduğu lise yıllığındaki özel arkadaşlarından biri olan, iki çocuğunu tek başına büyütmek zorunda kalmış Delilah, Nick’in hayatının hiç fark etmediği yönlerine farklı bir bakış atmasına yardımcı oluyor. Nick’in hepsiyle olan kısa ilişkisi, sanki yılların samimiyetini taşıyan bir duygusal mantıkla ele alınıyor. Sulu komedilerinden uzakta Will Ferrell, Stranger Than Fiction harikasından sonra bir kez daha iyi bir dramda başrolün hakkını veriyor. Rebecca Hall ve Christopher Jordan Wallace da canlandırdıkları karakterlere aynı hakları veriyorlar. Genç Dan Rush ise, bu çizgisini daha da genişlettiği vakit Thomas McCarthy’nin yarattığı bağımsız duyarlılığa sahip çıkacak yeni nesil yönetmenlerden biri olabileceğinin sinyallerini veriyor.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder