4 Ocak 2011 Salı

The Cell (2000)


Yönetmen: Tarsem Singh
Oyuncular: Jennifer Lopez, Vince Vaughn, Vincent D'Onofrio, Colton James, Musetta Vander, Marianne Jean-Baptiste
Senaryo: Mark Protosevich
Müzik: Howard Shore

Şimdi bir Jennifer Lopez ile Vince Vaughn filmi desek akla hemen Owen Wilson’un biryerlerden fırlayacağı gerzek bir romantik komedi gelme ihtimali yüksek olacak. Lakin The Cell, henüz Lopez’in Lopez, Vaughn’ın da Vaughn olmadığı, 2000 yılına ait çok şık bir görsel deneyim. Hani oyunculuk olarak seri katil Carl Stargher rolündeki Vincent D’Onofrio’nun eline su dökebilecek bir babayiğit bulunmaması filmi o kadar da kasmıyor. Zaten Mark Protosevich’in yazdığı filmin başrolünde kesinlikle yönetmen Tarsem Singh var. Ona geçmeden evvel konu hakkında biraz bilgi verelim. Yeni bir terapi buluşu üzerinde çalışan bilimsel bir ekip, buldukları transandantal metod sayesinde insan zihninin derinliklerinde kalmış fantezilere, rüyalara, düşüncelere zihinsel yolculuklar yapabilmektedirler. Teknik ekip yardımıyla bu yolculuğu bizzat yapabilen tek kişi psikolog Catherine Deane (Lopez)’dir. Fakat bu teknik şimdiye dek sadece bir kaza sonrası zihinsel komaya girmiş küçük Edward üzerinde uygulanmaktadır. Catherine, uzun terapileri sonucu hala Edward üzerinde bir gelişme kaydedememiştir.

Öte yandan, seçtiği genç kızları kaçırıp onları büyük bir su tankına hapseden, boğduktan sonra da akıl almaz yöntemlerle nefsini körelten sapık Carl Stargher (D’Onofrio), son kubanını da tankın içinde ölüme terk ettikten sonra yakalanır. Ama o da zihinsel olarak komaya girmiştir ve bir yerlerde bulunup kurtarılmayı bekleyen bir genç kız vardır. Bunun üzerine FBI ajanı Peter Novak (Vaughn), Stargher’ın zihnine girip, kurbanının yerini öğrenmesi için Catherine ve ekibiyle işbirliği yapar. Stargher’in beyninde ve dışarıda zamana karşı bir yarış başlar.


Aslında The Cell gibi filmlerden çok var, uzak durulmalı diye düşünenler çıkabilir. Bir sapık seri katil veya azılı bir terörist, onun sakladığı bir felaket veya gizlediği ölümcül bir bomba/virüs. Daha sonra onu yakalamak ve yanlışları düzeltmek için farklı kesimlerden iki doğrunun bir araya gelmesi (-ki bu doğrulardan biri okumuş zeki ve güzel bir kadın, öteki geçmişi arızalı yakışıklı bir polistir). Bu iki doğru, türlü aşamaların ardından yanlışın imanını gevreterek mutlu sona ulaşırlar. The Cell için de benzer bir kalıptan söz etmek yanlış olmaz. Fakat The Cell’de yanlışın icabına bakmak için kurulan tezgah diğerlerine pek benzemiyor.

Catherine’in Stargher’ın çocukluğuna inerek son kurbanını nerede ölüme terk ettiği bilgisini alma amacıyla başlayan, ancak sonradan indiği bu çocukluğun aslında ne kadar yardıma muhtaç olduğunu fark etmesiyle gerçekleşen kişilik dönüşümü oyunculuk manasında Lopez’i aşan bir durum. Aynı şekilde, parçaları birleştirme konusunda yalamış yutmuş akıl küpü, ve her şeyden mühimi “ciddi” FBI ajanı Novak tiplemesi de Vaughn’ı aşan bir durum. Her ne kadar bir Lopez’den farklı olarak geçmişi olan bir oyuncu olsa da.. Ama bence her ikisinin bu vasatlığı çok fazla göze batmıyor. Çünkü yönetmen Tarsem Singh, bir tarafta akan o bildik polisiyenin öbür tarafını, yani Stargher’ın karanlık ve sırlarla dolu zihnine yapılan tehlikeli yolculuğun görsel yanını o kadar sağlama almış ki, o sahnelerdeki ayrıntıların, renklerin, planların, kostüm ve kompozisyonların seyrine doyum olmuyor. O sahneler bir yerde Tarsem Singh’in zihnine veya öbür tarafına yapılan bir yolculuk. Filmin en büyük zenginlik kaynağı, bu kaotik ve gözalıcı atmosfer.

Hint asıllı yönetmen Tarsem Dhandwar Singh, Kaliforniya’da tasarım üzerine eğitim veren bir sanat kolejinden mezun olmuş. Çeşitli reklam filmleri çekmiş ve iş, REM videosu Losing My Religion’a kadar gelmiş. O klipteki görsel zenginlikten de anlaşılacağı üzere geldiği kültürün motiflerini müthiş bir hayal dünyasıyla birleştirme yeteneğine sahip. Söz o klibe gelmişken, klipte Michael Stipe’ın şarkı söylediği odanın tasarımının bir benzerini The Cell’de de görmek hoş bir tesadüf oldu. Catherine, Stargher’ın beynine daldığı seansların birinde kendini o Losing My Religion’un söylendiği odanın benzerinde buluveriyor. Stargher ise o sırada kurbanlarından birini küvette doğramakla meşgul. Aynı odada Catherine’e 6 yaşında geçirdiği trajik vaftiz töreninden (eve döndüklerinde babasının kaburgalarını ve çenesini kırmasından) bahseden Stargher’ın inancını neden yitirdiğini biraz zorlama da olsa bir punduna getirip ilişkilendiriyorum.


Oyunculara tekrar dönersek Vincent D’Onofrio dışında pek sivrilik görmek zor. Bir masanın bile durduğu yerde ondan daha iyi oynayacağı J-Lo’yu bile harika kostüm ve makyajlarla duruş itibariyle karizmatik gösterebilen Tarsem Singh’in en çok faydalandığı isim olmuş D’Onofrio.. Oynadığı birçok filmde sağı soğu belli olmayan, sigortası atmış karakterleri gözalıcı biçimde hayata geçiren oyuncu The Cell’de insanı büyülüyor adeta. Onun da makyajı, kostümü yerli yerinde ama üzerine psikopat bir kimlik de giydirebildiği için Kötü Adamlar Klübü’nün saygın üyelerinden biri olmuştur her zaman. Vince Vaughn ise, omuzunda Owen Wilson’u gezdirmediği vakit biraz daha çekilir bir insan. İzlediğim filmleri arasında bir tek Swingers’ı beğenmişimdir. Tabi Lopez’de olduğu gibi Vaughn için de The Cell’de rol almak bir şans olmuş. Bir de filmde hep belden yukarısını gördüğümüz kumanda masasındaki Dylan Baker var ki, onu da Todd Solondz filmi Happiness’daki unutması zor sapık baba performansıyla hatırlarız. Yine de The Cell eğer iyi bir film ise bunu tamamen Tarsem Singh’e borçludur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder