15 Şubat 2009 Pazar

Frost/Nixon (2008)


Yönetmen: Ron Howard
Oyuncular: Frank Langella, Michael Sheen, Sam Rockwell, Kevin Bacon, Matthew Macfadyen, Oliver Platt, Rebecca Hall, Toby Jones, Patty McCormack
Senaryo: Peter Morgan
Müzik: Hans Zimmer

Amerikan tarihinde iki kez başkan yardımcılığı, iki kez başkanlık koltuğuna oturan Richard Nixon, adamlarının rakip parti Demokratları gizlice dinlediği ortaya çıkınca başkanlık görevini tamamlamadan kamuoyunun baskısı sonucunda Beyaz Saray'dan uzaklaştırılır. Aradan geçen üç yıl sonrasında, 1977 yılında, 'teke tek' formatlı bir televizyon programında bu skandalla ilgili soruları cevaplamayı kabul eder. Nixon gazeteci olarak, kolay bir yem gibi gördüğü, o zamanın çaylağı olarak kabul edilen David Frost'u seçer. Fakat iki taraf da haftalarca süren hazırlıklardan sonra karşı karşıya geldiklerinde zorlu bir zeka savaşı başlar.



Politik filmler izlemek genel olarak sıkıcı bulunur. Çünkü “film izleme” aktivitesini yorucu bir beyin emeğine dönüştürmesi yanında, gerçek olaylardan uyarlanıp türlü makyajlara bürünen aktör yüzleriyle, sadece belli toplumlara hitap etme olasılığı yüksek yapımlardır. Ele alınan meselelerin, skandalların, ayak oyunlarının siyaset arenasından topluma yansımış gerçeklerini gazetelerden, kitaplardan, biyografilerden, belgesellerden öğrenmiş izleyenler için sıkıcı bir yakın tarih dersine dönüşme riski taşırlar. Tarihi gerçeklerin üzerine cesurca gitmek kadar, o tarihi yaşayanların karakter analizlerine, streslerine, riyakarlıklarına, hırslarına da eğilme misyonları vardır. Tüm dünyanın ortak paydada birleştiği bir insanlık suçu veya onun bir parçası olma durumu söz konusu ise tarafsız olmak zorunda da değillerdir.

Nitelikli politik yapımların çoğunlukla Amerika’dan çıkıyor olması, “Watergate” Nixon, atom bombacısı Truman, baba Bush, “Son-of-a-Bush”, 80’leri uçuruma sürüklemiş kovboy Reagan, emanetçi-özürcü Gerald “Gerzek” Ford, uçkuruna hakim olamamış Bill Clinton gibi zengin bir başkanlar zincirinin sağladığı malzemeden kaynaklanıyor. Dünyanın en güçlü adamının yapacağı ufak hatalar bile önü kesilemez olaylar zincirine yol açıyor. Kaldı ki, onların yapacağı hataların ufak olması da beklenemez. Frost/Nixon, her ne kadar Amerikan tarihinin kara lekelerinden olan Watergate, Vietnam ve sonrası olayların durulduğu bir dönemde geçiyor olsa da, kendi hudutlarında hem bu skandalın, hem de baş mimarının izini farklı bir açıdan süren çok kaliteli bir politik gerilim örneği.

Tabii Nixon ve icraatları hakkında belli bir bilgi dağarcığı olmadan izlenmesi de ne ölçüde anlam ifade eder tartışılır. The Queen ve özellikle yine tarihe adını kara lekelerle yazdırmış Idi Amin’i konu alan The Last King of Scotland filmlerinin senaristi Peter Morgan’ın tiyatro sahnesinde farklı biçimde tecrübe ve tahlil edilmiş senaryosunun ustalıklı dokusu, üzerine kafa yorması zahmetli politik yoğunluğu, insani algı düzeyine çekme başarısına sahip denebilir. Tiyatro oyuncuları kadar, oyun yazarlarının da sinemaya girişlerinin ürünü heyecan verici senaryoların artıyor olması sevindirici. (Bkz. Martin McDonagh). Idi Amin veya Nixon gibi iyi hatırlanmayan tarihi figürleri sorguladığı kadar, o figürlerin içindeki insani kırıntıları da eşelemeye gayret eden, motivasyonları üzerine kafa yoran Morgan, onları sempatik gösterme üzerindeki tuzaklarla da oynamayı seviyor.



Örneğin, Frost’un Nixon’ı sıkıştırmayı beceremediği ilk bölümlerde istemeden yarattığı “tonton aile babası Nixon” imajına kanan (hatta sette görevli bir kadının bakışlarında da somutlaşan) sempatiye meyilli olma durumunun evrenselliği de göze çarpıyor. Sam Rockwell’in iki başrol oyuncunun gölgesinde bile kendini ifade etmeyi başarabilen performansı eşliğinde, kariyeri boyunca Nixon’dan nefret etmiş, foyalarını herkese göstermek için onun hakkında dört kitap yazmış James Reston’ın bile “onunla asla tokalaşmam” deyip tokalaşması da bir nebze içine sürüklendiğimiz medyatik psikolojinin bir eseri. Zaten filmin Frost/Nixon röportajı odağında çok güçlü medya-birey-toplum eksenli bakış açısı da dikkate değer. Medyanın cahiller ürettiğinin veya insanın içindeki cahili çıkardığının en çarpıcı örneğini de filmde James Reston’ın çekim arasında duyduğu bir konuşmayı Frost’a aktarışından anlıyoruz: “Kayıt bittiğinde ekipten iki kişinin konuşmasına kulak misafiri oldum. Bunlardan biri diğerine, o zamanlar Nixon'a oy vermediğini, ama bundan sonra seçimlere girmesi halinde destekleyeceğini söyledi.”

Tarihin önemli bir dönemine ışık tutabilecek, sebep olduğu skandallarla kendisinden sonra gelenlere ibret ve aynı zamanda ilham kaynağı olmuş Nixon ile bir röportaj fırsatı elde eden David Frost’un yakaladığı tarihi fırsatı, hızlı ve şatafatlı hayat tarzı uyuşmuşluğunda tam algılayamaması, fakat gerek danışmanlarının gayretleri, gerek bizzat Nixon’ın tahrikleriyle bu fırsatın bilincine uyanma süreci gayet iyi işliyor. Ama bu röportaj serisini TV kanallarına, sponsorlara satma girişimlerinin fazlaca deklare edilmesi, Frost’un gerçeği, sadece gerçeği elde etme inandırıcılığına gölge düşürmüyor da değil. Hırslı, işini bilen, başarısızlığı kabul etmeyen Frost’un bir “röportajcı”, bir “gazeteci” olarak değil, bir “performer” olarak anılması da yine filmin kendi disiplininde cümleleşmiş. İkili arasındaki düellonun tadına doyulmuyor. Mahkeme filmlerini andıran köşe kapmaca, köşeye sıkıştırmaca, tuzak kurma, tuzaktan kurtulma teknikleri üzerine ders niteliğinde bir aksiyon mevcut filmde.

Tiyatro sahnesinde izleyene farklı biçimde geçmesi muhtemel bu sahnelerin beyaz perdeye yansıması, belli bir tarzı olmadığını düşündüğüm Ron Howard’ın tecrübesiyle hem tiyatral olarak, hem de uzun metraj akışında ustaca şerit değiştirmelerde bulunuyor. Tenis maçı izler gibi kafamızı bir Nixon’a, bir Frost’a döndüren kamera, özellikle Frank Langella’ya kilitlendiği anlarda sanki aramızdan çekilip bizi Langella ve onun harika oyununu eşliğinde Nixon’ın dramıyla baş başa bırakıyor. Langella için ne söylense az. 1995 yapımı Nixon filminde Anthony Hopkins de çok başarılıydı. Ama Langella’nın Nixon’ı etüd ediş ve onu sunuş biçimi çok başka. Her aktör mutlaka kariyerinde kendisine böyle biçilip dikilmiş bir rol ister. Ama onu elde ettiklerinde onun kadar rahat ve profesyonel olabilmeleri için tüm çekim veya plan boyunca kendinden çıkıp o kişi olmaları gerekir. Langella’nın bunu başardığına dair pek çok kanıt filmin içinde mevcut.


The Queen’de Tony Blair’i canlandıran Michael Sheen ise, Nixon’a karşı ne hissedeceğini şaşırmış David Frost’un bu önemli röportaj yolculuğu esnasında girdiği türlü ruh hallerini yansıtmada Langella’ya çok güzel eşlik ediyor. İkilinin tiyatro sahnesinden gelen durağan uyumu, kusursuz biçimde beyaz perdenin hareketli atmosferine adapte olmakta. Böyle bir uyumdan sonra bu film için Ron Howard'ın başka oyuncular seçmesi anlamsız olurdu. Sahne ışığının kimi aydınlattığı sorusu bu röportaj sonunda belli olmuş olabilir. Ama filmi düşünürsek sanırım emeği geçen herkesi aydınlattığını söyleyebiliriz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder