26 Şubat 2009 Perşembe

Revolutionary Road (2008)



Yönetmen: Sam Mendes
Oyuncular: Leonardo DiCaprio, Kate Winslet, Kathy Bates, Michael Shannon, David Harbour, Kathryn Hahn
Senaryo: Richard Yates, Justin Haythe
Müzik: Thomas Newman

Frank ile April, kendilerini her zaman çok özel, farklı görmüşler; hayatı yüksek ideallerine uygun şekilde yaşamaya hazır ve istekli olmuşlardır. Bu nedenle lüks evlerin sıralandığı bir cadde olan "Revolutionary Road"daki yeni evlerine taşındıklarında kendilerini çevreleyen durağan ortamdan bağımsızlıklarını gururla ilan ederler. O dönemin toplumsal sınırlarını belirleyen tuzaklara asla düşmemeye kararlıdırlar. Ancak Wheeler çifti kendilerini hiç beklemedikleri bir durumun tam içinde bulur: Frank Wheeler rutin bir işi olduğu için sinirleri günden güne bozulan yetişkin bir erkeğe dönüşürken April de istek ve tutkularını bastırmaya çalışan mutsuz bir ev kadını olup çıkar. Sonuç ise tıpkı diğerleri gibi hayallerini kaybetmiş tipik bir Amerikan ailesidir.

Kaderlerinin gidişatını değiştirme isteğiyle yanıp tutuşan April, her şeye yeniden başlamak için cesur bir plan geliştirir. Yaşadıkları hayatı arkalarında bırakıp Paris'e yerleşeceklerdir. Ancak planı uygulamaya koyunca Frank ile April'in artık birbirine zıt iki ayrı kutupta olduğu ortaya çıkar. Birisi elindeki her şeyi geride bırakıp her ne pahasına olursa olsun kaçmak isterken, diğeri sahip oldukları her şeyi korumaktan yanadır.


Revolutionary Road’un bir Sam Mendes filmi olarak American Beauty ile karşılaştırılması kaçınılmaz. Kaldı ki American Beauty bir Sam Mendes filmi olmasaydı bile karşılaştırılabilirdi. Banliyö üzerinden bireysel sorunlara yoğunlaşmış son dönem filmlerin birçoğu da bu temaya ivme kazandıran Sam Mendes, Todd Solondz referansları taşıyor. Tabii Mendes’in mainstream hacmi ile Solondz’un bağımsız vizyonu belli çizgilerle ayrılıyor gözükse de, “aslında hiçbir şey göründüğü gibi değil” mottosunu inandırıcı kılabilme başarısı kolay değil. American Beauty ve Happiness bana göre bu alanın iki modern klasiği. O kadar donanımlı ve hazırlıklılar ki, rüzgarlarına kapıldığınız vakit size sundukları mantıksız, komik, yapmacık, dehşet verici domestik ayrıntılar bile kafalara oturmuş çiftler içi, aile içi, mahalle içi hassas dengelerini sarsacak, öte yandan “sizin de başınıza gelebilir” hissiyatını izleyene geçirebilecek zekaya ve gerçekliğe sahiptirler. Üçüncü sayfa haberleri ve ondan aşağı kalmayan kadın reality programları “aslında hiçbir şeyin gördüğümüz gibi olmadığına” dair yüklemeler yapmış olmasa bile, bu filmlerdeki sapık, asker eskisi, torbacı, bakire, eşcinsel, iftiracı veya ergenliğini yeni keşfeden bir çocuk kimliklerinin işlenişi fazla yabancılaştırılmamıştır.

Revolutionary Road benim gözümde American Beauty gibi dört dörtlük bir film değil. Mendes yönünden yeni bir American Beauty de beklemek doğru olmaz. Öte yandan bu filmi American Beauty’den bağımsız biçimde ele almak da zor. Hep biryerlerini karşılaştırmak durumunda kalabiliriz. Bence eksileri artılarından biraz daha fazla olan bir yapım. Bir kere American Beauty kadar çok katmanlı, çok boyutlu gelmedi bana. Bunun sebebi, Amerikan Rüyası’nı gerçekleştirmiş ailelerin dışarıdan göründüklerinden çok farklı dengeler üzerinde yürümeye çalıştıklarına, hayatlarını Amerikan Kabusu’na dönüştürmeye başladıklarına yönelik sert dramlarını, sadece hayallerini gerçekleştirme yönündeki engelleri göğüsleyememiş Wheeler çifti üzerinden ele alması. Yani sadece bir evliliğin anatomisine odaklanmış olması.

Tabii American Beauty gibi, bir evlilik trajedisinden çok daha fazlasını gözüne kestirmiş, hepsinin altından da ustaca kalkabilmiş bir filmin sahip olduğu konu lüksünün bulunmaması Revolutionary Road’u tek boyuta indirgemiyor. Film, odaklandığı evlilik kurumunun dönüm noktalarını (aşk, nefret, ihanet, hoşgörü, çocuk, kariyer, idealler) kısmen başarılı bir çevre düzenine oturtuyor. Fakat dönüm noktalarını kırılma, sonra da parçalanma noktalarına dönüştürürken yeterince geçerli veri sunamıyor bana göre. Paris’e yerleşme planları yapan Wheeler’ların asla bunu gerçekleştiremeyeceklerini de dipten hissettiren dramatik ruh halleri tuhaf bir hüzün barındırmasına rağmen, çiftin idealler üzerine ettikleri kavgaların içeriği bana muğlak (çekici anlamda değil!) veya yazım olarak fazla kişisel geldi. Yani, para ve kariyerin ideallere tercih edilmesi ve bunun üzerine yapılan tartışmalar, iyi ki de tuhaf olan o hüzün / gerilim karışımına içerik olarak tam oturmadı.


Örnek vermek gerekirse, April’in hamileliğini sonlandırma girişimini kocası Frank’in öğrendiği sahnede geçen konuşmalar, “gerçek” kavramı üzerine düşündürücü ve makul de olsalar, sanki sadece slogan olarak kalıyorlar. Kate Winslet’in üstün bir oyun çıkardığı anlardan biri olan bu sahne bana göre çok önemliydi. Güçlüydü de, fakat tıpkı filmin geneli gibi eksiklik hissinden kurtulamadım. Keza, Frank’in durup dururken karısını aldattığını itiraf etmesi de, sanki sırf kavga çıkarmak için kendini zorlamış roman-senaryo hamlesi gibi gözüktü. Devamında DiCaprio-Winslet ikilisinin gayet iyi oldukları tartışma sahnelerine güçlü bir halka daha eklediği iyi oldu. Ama ikilinin hemen her tartışmasında eksik, muğlak ve arızalı (ki evliliğin doğasında olan bir arıza değildir kastettiğim) bir şeyler hep vardı. Tabii bu eksikliği, muğlaklığı ve arızaları evli olan ya da olmayan bakış açıları farklı değerlendireceklerdir. Evli olmayanların yorumları, olanlara nazaran daha objektif görünebilir veya henüz tecrübe edilmemiş olmasından ötürü daha duygusal çıkarımlara yol açabilir. Bir örnek de American Beauty ile vermeye çalışayım: Uyanma-uyanamama konusunu kısmen tartışmalı bulmakla birlikte Lester-April paralelliğine birçok yönden katılıyorum. Ancak, April-Frank çiftinin iki küçük çocukla Paris’te hayata sıfırdan başlama hayallerinin hayata geçirilemeyişinin sebep olduğu kaosun ciddiyetinin yanında, American Beauty’deki Lester-Carolyn çiftinin bir kanepe yüzünden çıkardıkları kaosun çocuksu çıkış noktasının aldığı yol ironik biçimde çok daha ciddi geldi bana.

Muhitlerinde popüler olan Wheeler çiftinin dışarıdan göründüğü gibi olmayan evliliklerinin getirdiği tatminsizliği farklı bedenlerde gidermeye çalışmaları da, bu evliliğin aldığı darbelerden biri olarak değil, basit kaçamaklar olarak yansımakta. Evet, çift birbirini aldatıyor, sebepleri de belli. Ama filmi izlemeyen birine basitçe “çift birbirini aldatıyor” cümlesini kurmak kadar aldatıyorlar o kadar. Aldatılan tarafa acıyıp acımama duygumuzun filmle kurduğumuz bağla alakalı olması da yine bu yöndeki fikirlerimizi farklılaştıracaktır. Bu bağlamda bir başka Todd olan, Todd Field’ın çektiği, yine son dönemin güçlü banliyö dramlarından biri olan Little Children’ın evlilik ve ihanet analizlerini aratıyor. Banliyö ev kadını olmanın bireyi içine düşürdüğü sosyal ve cinsel boşluklara banliyö ev erkeği gözüyle de bakabilen, ideal yitimi sonucu ne yapacağı kestirilemeyen insanları mercek altına alan Little Children bana göre Revolutionary Road’dan çok daha katmanlı ve güçlü bir filmdi. Hatta o filmdeki pedofil Ronnie’nin banliyö sakinlerini önyargılarıyla yüzleştirme fonksiyonu yanında, Wheeler çiftini bağlılıklarıyla yüzleştirme fonksiyonu yüklenmiş John Givings’in varlığı çok “eklenti” bir duruşa sahip. Üzerine vazife olmadığı halde (banliyölerde olması da gerekmiyor) yeni tanıştığı Wheeler çiftinin evlilikleri üzerine oldukça donanımlı olan, damardan analizlerde bulunup bir evlilik danışmanı veya çok yakın bir aile dostu edasıyla yargılarda bulunan kazara arızalı John Givings figürü, Michael Shannon’ın etkili canlandırmasına ve akılcı, acı gerçekçi tasarlanışına rağmen filmin içine tam oturmayan önemli bir puzzle parçası sanki.


Kanımca filmde aksayan bir diğer unsur da Leonardo DiCaprio. Aslında aksayan, bu filmde de farklı olmayan başarılı oyunculuğu değil, DiCaprio’nun hala Titanic’ten kalma aynı fiziği ve hemen her filmi için handikap yaratan fazlaca temiz yüz yapısı. Frank Wheeler karakterinde olması gereken gölgelerin, karanlık, gizemli ifadelerin, tecrübe göstergesi kırışıklıkların onda biri bile yok. DiCaprio'nun, iki çocuk babası, terfi alacak kadar tecrübeli bir çalışan olduğuna ikna olmak ciddi çaba isteyen bir iş benim için. Eşinden çok ablası gibi duran Kate Winslet ile uyum içinde oldukları, tartışma sahnelerinde çok iyi yükselip alçaldıkları bir gerçek. Ama DiCaprio’nun fiziki yapısı bazı anlarda vücut diline de yansıyınca, ufak da olsa birtakım ayrıntılar göze hoş görünmüyor. Ses çatlıyor, el kol hareketleri liseli bir çocuğun ebeveynlerine isyanı şeklinde algılanabiliyor. Kendimce filmde gördüğüm tüm olumsuzluklar bir yana, çiftin en son tartışmaları, sonra ne olacağı bilinmeyen sessiz, tekinsiz ve gerilimli bir bekleyiş, ardından gelen kahvaltı sahnesiyle yaratılan üç perdelik kesit, kendi başına nefis bir kısa film olabilecek kadar usta işiydi. Hatta neredeyse filmin her şeyiydi. Çünkü belki de beklenen ve bu yüzden trajedi gücünden bir şeyler yitiren final daha bir anlam kazandı. Gerçi bir başına bence hiç de güçlü olmayan o anlam, filmin kendi kuyruğunun peşinde dönüp durduğu imajını da algı pencerelerine alternatif olarak sunuyordu. Bu yüzden film bitince ben Wheeler’lara üzülemedim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder