18 Ekim 2024 Cuma

The Wasp (2024)

 
Yönetmen: Guillem Morales
Oyuncular: Naomie Harris, Natalie Dormer, Dominic Allburn, Leah Mondesir-Simmonds, Olivia Juno Cleverley
Senaryo: Morgan Lloyd Malcolm
Müzik: Adam Janota Bzowski

Morgan Lloyd Malcolm'un yazıp Guillem Morales'in yönettiği The Wasp, uzun yıllar konuşmadıktan sonra bir fincan çay içmek için bir araya gelen iki çocukluk arkadaşı Heather ve Carla'yı mercek altına alan bir dram. Birer yetişkin olarak farklı konumlara gelmiş iki çocukluk arkadaşı yıllar sonra bir araya geldiğinde Heather, Carla'ya beklenmedik bir teklifte bulunur. Buluşma teklifi de Heather'dan gelmiştir. Başta Carla bu teklife yanaşmasa da Heather'ın ısrarı sonuç verir ve ikili adım adım dönüşü olmayan bir yola girerler. Bu teklifin ne olduğunu açık etmeden film hakkında konuşacak olursak, küçük ama etkili bir psikolojik gerilim/dram olduğunu söyleyebiliriz. Senarist Morgan Lloyd Malcolm'un bu ilk uzun metraj senaryosunu filme alan Katalan yönetmen Guillem Morales'i özellikle ülkesinde çektiği El habitante incierto (2004) ve Los ojos de Julia (2010) gibi iki başarılı psikolojik gerilimden hatırlıyoruz. Daha sonra İngiliz yapımı uzun soluklu dizi Inside No. 9'dan 15 bölüm yöneterek coğrafyaya ısınan Morales, rahatlıkla bu başarılı dizinin iyi bölümlerinden biri olabilecek senaryoyu yine İngiliz yapımı olarak çekmiş. Tabii bir buçuk saatlik bu filmi, her bölüm farklı bir olayı işleyen yarım saatlik Inside No. 9 süresinde ele alabilir miydi bilinmez. Dizinin senaristleri Steve Pemberton ve Reece Shearsmith mutlaka bir yolunu bulur, filmin büyük bir bölümünün geçtiği Heather'ın evinin kapısına da No. 9 yazarlardı.

The Wasp, Heather'ın girişimiyle yıllar sonra buluşan iki arkadaşın, yine Heather'ın yaptığı bir plan üzerinde anlaşmaları sonrasında yaşananları sıklıkla bir tiyatro atmosferinde, iki arkadaşın okul yıllarında yaşadığı bazı kilit olaylara flashback de yaparak anlatıyor. Onların aslında pek de arkadaş olmadıklarını, karanlık ve sırlarla dolu bir geçmişleri olduğunu anlıyoruz. Ebeveyn ve akran zorbalığının ergenler üzerinde açtığı yaralar, bu yaraları iyileştirmek adına atılan yanlış adımlar, travmalardan kurtulamayıp yetişkinliklerinde yine hatalara düşen yetişkinlerin suça eğilimleri gibi meseleler iki karakterle ve dar bir çerçevede yorumlanmaya çalışılıyor. Geçmişte birbirleriyle yaşadıklarını yavaş yavaş öğrendikçe yetişkinliklerinde bir araya gelme fikrinin özellikle Carla tarafından bakıldığında bir miktar mantık sorunu yaşadığı söylenebilir. Kolay unutulacak gibi olmayan fakat her nasılsa unutulmuş bazı olayların Heather ve Carla açıları aynı oranda inandırıcı olmayabiliyor. Güvercin, arı, tarantula avcısı gibi canlıların sembolleştirilmeleriyle sağlanan derinliğin de bakışa göre faydalı olması mümkün. Özellikle filme adını veren, tarantula şahini olarak da bilinen yaban arısının karakteristiği, Heather'ın travmasıyla örtüştürülmekte. Moonlight filmindeki rolüyle 2017 yılında En İyi Yardımcı Kadın Oscar adayı olan Naomie Harris ve Natalie Dormer'ın karşılıklı performansları, bazen abartıya kaçıyor gibi görünse de genel olarak etkileyici sıfatını hak ediyor. The Wasp için büyük beklentilerle izlenmediği taktirde düşük bütçeli bir filme göre hedeflerine ulaşmış diyebiliriz.

15 Ekim 2024 Salı

May December (2023)

 
Yönetmen: Todd Haynes
Oyuncular: Julianne Moore, Natalie Portman, Charles Melton, Andrea Frankle, Elizabeth Yu, Cory Michael Smith, Christopher Nguyen
Senaryo: Samy Burch, Alex Mechanik
Müzik: Marcelo Zarvos

Gracie Atherton-Yu (Julianne Moore) ve kendisinden 23 yaş genç kocası Joe’nun (Charles Melton) sansasyonel aşklarının magazin eklerini süslediği günlerin üzerinden yirmi yıl geçmiştir. Çift artık ikiz çocuklarının liseden mezun olmalarına hazırlanmaktadır. Bir filmde Gracie’ye hayat verecek olan Hollywood yıldızı Elizabeth Berry (Natalie Portman), Gracie’yi daha yakından tanıyabilmek için çiftin evine gelince, dışarıdan gelen bu bakış aile içi dinamikleri etkilemeye, iki kadın birbirlerini inceledikçe aralarındaki farklar ve benzerlikler de açığa çıkmaya başlar. Öte yandan gençliğinde yaşananları tam olarak hazmedememiş olan Joe, daha 36 yaşında çocuklarının evden ayrılmasına hazırlanan bir baba olduğu gerçeğiyle yüzleştikçe kendini geç kalmış sorgulamalarla boğuşurken bulur. May December, 90'larda altıncı sınıf öğrencisi Vili Fualaau ile cinsel ilişkiye giren ve birkaç kez hapis yattıktan sonra onunla evlenen 34 yaşındaki Amerikalı öğretmen Mary Kay Letourneau'nun hayatına dayanan bir kurmaca. O yıllarda magazin basınını çok fazla meşgul eden bu olay, Alex Mechanik ve Samy Burch tarafından bazı değişikliklerle senaryolaştırıldı. Yönetmen koltuğunda ise Safe, Velvet Goldmine, 2003 yılında En İyi Orijinal Senaryo dalında Oscar adayı olan Far From Heaven, Carol gibi başarılı filmlere imza atmış Todd Haynes oturmakta. May December 2024'te yine Orijinal Senaryo dalında aday filmlerden, aynı zamanda Cannes'da Altın Palmiye adaylarından biriydi.

Gerçekte yaşanan olaylar esnasında Fualaau, 34 yaşındaki Letourneau ile ilk kez cinsel ilişkiye girdiğinde 12 yaşındaydı. İki çocukları oldu ve bunlardan biri Letourneau hapisteyken doğdu. 2004'te serbest bırakıldıktan sonra, o ve artık yetişkin olan Fualauu evlendiler ve ayrılana kadar 14 yıl evli kaldılar. Letourneau 2020'de kanserden öldü. Filme Gracie ve Joe çiftinin yaşadıkları çalkantılı dönemden 20 yıl sonra, çocuklarının lise mezuniyeti arifesindeki süreçte dahil oluyoruz. Aradan geçen yıllarla birlikte artık unutulmuş, unutulmadıysa bile sıcaklığını çoktan yitirmiş bir skandalın külleri, Gracie'yi canlandırmak üzere anlaşmış bir TV yıldızı olan Elizabeth'in ziyaretiyle eşelenmeye başlayan bir süreç bu. Film bu sürece Gracie ve Elizabeth ağırlıklı olmak üzere, genç eş ve baba Joe, çocuklar, yıllar evvel olayın travmasını yaşamış ve uzun süre üzenlerinde taşımış aile yakınları, birkaç çevre sakini gibi farklı perspektiflerden bakıyor. Böylesi bir skandalın yıllar sonra dönüp tekrar kaşınması fikri zaten durduğu yerde bile çok iyi çalışırken, senaryoda çok farklı hamleler görülmüyor. Zor yılları geride bırakmış, kendi düzenlerini oturtmuş ailenin Elizabeth'in gelişiyle o yıllara bölük pörçük dönüşlerindeki normallik seyircide farklı tepkilere yol açabilir. Burada senaryonun, zamanın onarıcı ve unutturan etkisine yaptığı spontane vurgular da gayet yerinde. Öte yandan, bazı duyguların da her an ortaya çıkmayı bekledikleri, bunun için zararsız görünen bir tetikleyicinin bile yettiği duygusu da mevcut.

Aslında filmin en gizemli tarafı olan Gracie’nin o yıllara dair ruh halinin nasıl olduğuna, neden böyle bir ilişkiye girdiğine yönelik çok çarpıcı bir açıklaması da bulunuyor. Bunu filmin sonlarına doğru başka bir karakterden öğreniyoruz. Ancak yine Gracie elinden bu açıklamanın reddedilmesi de senaryo açısından bir talihsizlik. Oysa o açıklamanın etkisi filmin üzerinde çok daha güçlü bir dramatik tortu bırakabilirdi. Joe'nun çocuk olduğu bir dönemde yaşadıklarından çok uzun bir süre sonra, başka bir deyişle artık yetişkin olduktan da sonra evliliğini sorgulamaya başlamasının Elizabeth'in gelişine bağlanması da o tortu eksikliğinden kaynaklanıyor olabilir. Elizabeth'in bu çalkantılı geçmişte yaşananları olayın yakın tanıklarına tekrar hatırlatması, farklı köşelerde duran karakterlerin farklı muhasebeler yapmasına yol açsa da, temelde Elizabeth'in canlandıracağı Gracie ile aralarındaki tansiyonu odağına almış bir film izliyoruz. Tabii artık bir yetişkin olan Joe’nun dramı da sıklıkla bu tansiyondan rol çalmakta. Ayrıca bir skandalın zaman içinde kanıksanmasının, bu yeni düzenin tuhaf normalliği de filmi ilginç kılan bir özellik. Filmin kendini dizginleyen, nerede yükselip nerede sakin kalacağını belirleyen, konuşulmayanların yarattığı gerginlikle paslaşan sade bir atmosferi ve anlatımı var. Amerika ağırlıklı onlarca festivalden ödül ve adaylıklar alan May December, Julianne Moore, Natalie Portman ve Charles Melton'ın performanslarıyla da yere sağlam basan bir dram.

30 Eylül 2024 Pazartesi

Skunk (2023)

 
Yönetmen: Koen Mortier
Oyuncular: Thibaud Dooms, Natali Broods, Dirk Roofthooft, Boris Van Severen, Flo Pauwels, Colin Van Eeckhout, Sarah Vandeursen, Soufian Farih
Senaryo: Koen Mortier, Geert Taghon
Müzik: Amenra

Küçüklüğünden beri şiddet, istismar, alkol, uyuşturucu ile kuşatılmış olan 17 yaşındaki Liam, sosyal hizmetler tarafından ebeveynlerinden alınıp kendisi gibi gençlerin topluma kazandırılması için toplandığı yatılı bir kuruma verilir. Başta kurum eğitmenlerinden Pauline olmak üzere çalışanlar onunla yakından ilgilenirler. Ama yıllar boyu çok ağır şeyler yaşadığı için burada da uyum sorunları yaşaması kaçınılmazdır. Geert Taghon'un romanından Koen Mortier'in senaryosunu yazıp yönettiği Skunk, sert, çiğ, gerilimli, hüzünlü bir dram. Özellikle 2007 yılında çektiği Ex Drummer ile ses getiren Mortier, o filmdeki tuhaf kara mizahı konusu gereği Skunk'ta kullanmıyor. Zaten buna elverişli sayılmaz. Biçim olarak o filmden farklı olsa da, Mortier'in refah düzeyi yüksek Avrupa'nın karanlık öteki yüzüne yönelik anlatımı sürüyor. Mortier bu defa 17 yaşındaki bir ergenin hayatının önemli bir kırılma noktasından işe başlayarak çarpıcı bir büyü(yeme)me romanını uyarlıyor. Yıllarca eziyet gördüğü ebeveynlerinden alınınca hayatının düzene gireceğini düşünen/düşündüğümüz Liam'ın o saatten sonra da başka etkenler tarafından sağlıklı bir şekilde büyümesine bir türlü izin verilmeyişi, şiddetin, zorbalığın, sefaletin hayatın her evresinde pusuda bekliyor oluşuyla açıklanıyor. Gerçek yaşamda travmatik geçmişini geride bırakıp hayatını rayına oturtan gençler de olabilir. Ama Liam'ın durumu da gerçekçi psikolojik değerlendirmelere açık bir konumda bulunuyor.

Genç Liam'ın yerleştirildiği kuruma uyum sürecini izlerken ara sıra geçmişine dönerek yaşadığı korkunç tecrübeleri de görüyoruz. Bu görüntüleri abartılı bulmak için biraz saf olmak gerekiyor. Gerçek hayatta buradaki kurgudan çok daha acımasız, çok daha vahşi birçok olay duyuyoruz. Eski hayatıyla yeni hayatı arasında kurulan bu kontrast, Liam için normal bir hayata sahip olmanın ne kadar büyük bir öneme sahip olduğunu, fakat aynı zamanda ona uyum sağlamanın o kadar da kolay olmayacağını gösterir nitelikte. Her ne kadar oradaki görevlilerin yakın ilgisi sayesinde adapte olma yolunda olumlu adımlar atsa da, zorbalık, dışlanma ya da en ufak bir yükselme dahi Liam'ın travmalarını tetikleyebiliyor. Zira bu kurumda da sorunlu çocuklar var ve görevliler her zaman her yerde olamayabiliyorlar. Kendimizden veya başkalarının tecrübelerinden bildiğimiz kadarıyla çocuklukta yaşanmış şiddet, hakaret, aşağılama, istismar, zorbalık vs. anlarının yarattığı travmaları atlatmak o kadar kolay değil. Liam ise adeta bu travmalardan koleksiyon yapmak zorunda kalmış bir genç. Onun normal bir birey olma çabasının veya çabasızlığının iç içe geçtiğini görüyoruz. Hala o canavar ebeveynlerine karşı içinde çocuksu bir bağlılık, bir sevilme, önemsenme ihtiyacı taşıyor. Bu travma birikimi "acılarla olgunlaşma" düzeyini aşmış, delirmeye doğru evrilmeye başlamış adeta. Film de bu gidişatı belirleme ve artık iyice ipini koparan finale ulaşma yolunda oldukça başarılı.

Ebeveynleri köhne evlerinde çılgın partiler verirken küçük Liam'ı kilere kapatıyorlar. Oradaki küçük televizyondan bile şiddet içerikli filmler izleyerek büyüyen bu çocuğun etrafını saran bu çürümenin resmini iyi çizen Koen Mortier, kamerasını çok nadir ayırdığı Liam'ın dramını iliklere işlemeyi çoğu kez başarıyor. Tesisteki görevlilerden Pauline'in yakın ilgisiyle, oradaki çocuklardan Johan'ın saflığıyla, Momo ve arkadaşlarının zorbalığıyla karşılaştığında yaşadığı gelgitler, normal hayata uyum yolunda Liam'ın kafasını karıştırıyor. Örneğin okula başladığında sınıfta öğretmenin kendisinden bahsetmesini istediği sahnede "ne dememi istiyorsunuz" diye sormasındaki sosyal acemilik, kanıksanmış itaat ve ürkeklik bu ruh halinin karmaşıklığını tanımlayan anlardan biri. Yine Pauline'in kameraya kaydettiği rutin konuşmalarından birinde yaşadığı yürek burkan duygu patlaması da filmin en çarpıcı anlarından. Özellikle bsahnede ve aynı zamanda filmin genelinde genç oyuncu Thibaud Dooms'un performansı olağanüstü. Şimdiye kadar sadece Estonya menşeli Tallinn Black Nights Film Festival'inden iki ödülle dönen Skunk'taki Dooms'un bu performansını hiçbir festival görmemiş ne yazık ki. Pauline rolünde TV ağırlıklı bir kariyere sahip oyuncu Natali Broods da dikkate değer tamamlayıcı bir oyunculuk sergiliyor. Koen Mortier ise çok üretken sayılmayacak uzun metraj kariyerindeki en önemli filmi olan Ex Drummer'ın yanına Skunk'ı da ekliyor.

15 Eylül 2024 Pazar

The Killer (2023)

 
Yönetmen: David Fincher
Oyuncular: Michael Fassbender, Tilda Swinton, Sala Baker, Charles Parnell, Kerry O'Malley, Arliss Howard
Senaryo: Alexis Nolent, Luc Jacamon, Andrew Kevin Walker
Müzik: Trent Reznor & Atticus Ross

Alexis Nolent'in yazdığı ve Luc Jacamon'un resimlediği The Killer adlı Fransız çizgi roman uyarlamasının David Fincher tarafından yönetileceği, hele de Se7en'ın senaristi Andrew Kevin Walker'ın senaryosunu yazacağı haberi büyük heyecan yaratmıştı. Se7en'dan tam 28 yıl sonra bir araya gelen ikilinin, ters giden bir suikast sonrası işverenleriyle ihtilafa düşen profesyonel bir tetikçinin hikayesini ele alıyor olmalarının sebep olduğu bu heyecan, filmden sonra yerini karışık yorumların ortaya çıkmasına bıraktı. Se7en senaryosunun Walker'ın özgün senaryosu olması, ama Walker'ın da Se7en ve 8MM'dan sonra neredeyse hiç orijinal bir iş çıkaramamış olması, 90'lar sinemasıyla yaşanan kuşak farkı gibi nedenlerden ötürü filmin Fincher çıtası altında kaldığı yorumları arttı. Film, ister istemez Se7en ile karşılaştırılma talihsizliği yaşadı. Oysa The Killer, her ne kadar oyuncaklı bir temaya sahip olmasa, basit bir intikam öyküsüne evrilse de, sık sık Fincher dokunuşlarının ve derinleştirme çabalarının görüldüğü mütevazi bir suç filmi olarak yönetmenin filmografisinde demlenmeye bırakıldı. O filmografi ki, içinde başyapıtlar, abartılanlar ve beğenilmeyenler barındırmakta. Mesela The Killer'dan önceki son filmi Mank, Fincher'ın üzerine yapışmış olan "gizemli suç filmleri yönetmeni" ve "her filmiyle başyapıt çıkarması beklenen yönetmen" gibi tanımlamaların dışında da görülmek istediği izlenimi uyandırabiliyor. The Killer'ı, hatta bundan sonraki her Fincher filmini de bu izlenim çerçevesinde değerlendirmek filmleri daha farklı bir gözle okumamızı sağlayabilir.

Açılışından itibaren sıradan bir aksiyon olmayacağının sinyallerini veren film, Michael Fassbender'in canlandırdığı isimsiz tetikçinin aldığı son iş için kendine kurduğu rutini tanıtmasıyla başlıyor. Monologlarla ilerleyen bu bölüm, sıkıcı ve sabır gerektiren bir bekleme sürecini betimliyor. Suikast için uygun anı bulmaya yönelik bu süreci "hiçbir şey yapmamanın fiziksel olarak ne kadar yorucu olabileceği şaşırtıcı. Eğer can sıkıntısına dayanamıyorsanız, bu iş size göre değil" şeklinde tanımlayan suikastçi, kısa süreliğine ikamet ettiği "doğru yerde" kendine has bir disiplinle "doğru zamanı" bekliyor. Beklerken de seyirciye beklemenin, uykusuzluğun, kılık değiştirmenin, işinde sahip olduğu ilkelerin detaylarını anlatıyor. "Plana sadık kal, öngör, doğaçlama yapma, kimseye güvenme, sadece savaşman için para aldığın savaşı savaş, empati kurma" gibi ilkelere sahip kahramanımız nihayet aradığı fırsatı bulunca tetiğe basıyor. Lakin hedefini vuramayınca, ikinci bir şans da bulamayınca geri dönüşü olmayan bir yola giriyor. Bağlı olduğu gizemli organizasyon ve işverenleri, bu başarısızlığın faturasını kesmek istiyorlar. Olaylar gelişiyor ve intikam çanları çalmaya başlıyor. Jason Statham filmlerinde bile görülebilecek bu basit rota, Fincher'ın ellerinde gerilimini içinde eritmiş, ihtiyaç duyduğunda da diriltmiş bir durağanlıkla çiziliyor. Tetikçinin iç hesaplaşması, başarısızlığından ötürü kendisini hedef haline getirenlere karşı hesaplaşmayla iç içe geçiyor. Bu hesaplaşma o filmlerdeki gibi bir kamyon dolusu adamla değil, kilit noktalarda bulunan birkaç kritik karakterle teker teker, sindire sindire yapılıyor.

Filmin özel anlarını meydana getiren iki kapışma sahnesi, uzun ve sakin diyaloglarla da olsa, diyalogsuz iki kişilik kavga sekansıyla da olsa gayet iyi çekilmiş bölümler. Filmin bir şekilde sakinliğini kabul ettirebildiği seyirciyi az ve öz yükselmelerle, tetikçinin zamanlaması iyi ayarlanmış monologlarıyla ve tabii loş Fincher kadrajlarıyla mütevazi bir polisiye gizem romanı atmosferine sokabiliyor. Gereksiz aksiyondan arınmış bir şekilde kendine belli bir kalite çıtası belirlemiş olan film, yer yer kenar süsü gibi dursa da, ilkelere sadık kalarak hayatta kalmanın ve içinde bulunduğu av/avcı çıkmazının felsefi muhasebesini yapabilmek için boş yer bulabiliyor. Tetikçinin sık sık bize ve kendine hatırlattığı ilkelerini hayata geçirişinde ulaşmak istediği bu varoluşçu yorumlar, filmin dokusuna bazen uyuyor, bazen de büyük geliyor. Başka bir deyişle, film metinsel anlamda hedefini büyüttükçe küçük, tevazu içinde geri çekildikçe de büyük görünüyor, sivriliyor. Mesela Tilda Swinton'ın sahnesi, loş bir restoran ortamında Tarantinovari uzun bir hikaye ile kendi yolunu çizen, pastanın üstündeki çilek misali bir finalle biten film içinde bir kısa film tadında. Gone Girl, Mindhunter ve 2021'de sinematografi Oscar'ı kazandığı Mank yapımlarında da Fincher ile çalışmış Erik Messerschmidt'in görüntü yönetmenliği, yine yukaridaki filmler yanında Fincher yönetmenliğinde The Social Network ile Oscar alan Trent Reznor ve Atticus Ross'un müzikleri de filmin önemli artıları. Bu artılarla birlikte The Killer şimdi olmasa da yıllandıkça daha çok değerlenecek kalitede bir film sayılabilir.

23 Ağustos 2024 Cuma

The Poughkeepsie Tapes (2007)

 
Yönetmen: John Erick Dowdle
Oyuncular: Stacy Chbosky, Ivar Brogger, Lou George, Lisa Black, Samantha Robson, Ben Messmer, Amy Lyndon
Senaryo: Drew Dowdle, John Erick Dowdle
Müzik: Keefus Ciancia

New York'un Poughkeepsie kentindeki terk edilmiş bir evde cinayet soruşturmacıları, bir seri katilin onlarca yıllık adam kaçırma, cinayet, işkence ve parçalama kayıtlarını gösteren yüzlerce kaseti ortaya çıkarmış. Drew Dowdle ve John Erick Dowdle da bu kasetlerden derlenen görüntüleri, röportajlar, haber arşivleri ve birtakım canlandırmalarla harmanlayarak sanki gerçek bir belgeselmiş havası vererek kurgulamış. Gerçek bir belgeselmiş gibi diyoruz çünkü The Poughkeepsie Tapes bir "pseudo-documentary" yani sahte belgesel. Özellikle 1999'daki The Blair Witch Project'in muazzam başarısı sonrası cazip hale gelen, kendi alt türlerini oluşturan bu tarzın en bilinen ve başarılı örneklerinden biri kabul edilen film, gerçek bir suç belgeselini aratmayan titizliğe sahip. Öyle ki, hakkında ön bilgisi olmayan bir seyirci pekala sahici bir belgesel sanabilir. Gerçi "snuff film" olarak tasarlanan bazı kaset görüntülerinden kurmaca olduğuna dair sinyaller de alınabilir. Yine de öykü kurulumu, bu kurulumun haber, röportaj ve uzman yorumlarına yedirilerek belgesel formatına dönüştürülüşü, bir pseudo-documentary nasıl olmalıdır sorusuna çok iyi yanıtlar taşıyor. En önemlisi de, buluntu video kasetlerin çok büyük bir bölümünü oluşturan Cheryl Dempsey ile ilgili olanlarla açılan başka bir kanal sayesinde hem bu acımasız seri katile, hem de kurbanlarına yakın plan bakma fırsatları yaratılıyor.

Çok genç yaşta yaşam sevinciyle dolu Cheryl'i kaçırarak ona akıl almaz işkenceler yapan, onu kelimenin tam anlamıyla her yönden kölesi haline getiren katil hakkında filmde bazı teorilerle uğraşılsa da onu tanımlamak, belli bir profil çıkarmak mümkün olmuyor. Çünkü başka kaçırma, işkence, cinayet videolarında da gördüğümüz üzere farklı tarzlar, hatta farklı maskeler kullanıyor. Öyle ki kamuoyunun "Water Street Butcher" adını taktığı katil bir ara sadece seks işçilerine dadanarak hedef saptırıyor. Bu hedef saptırmanın sonuçları da katilin kendisi için olmasa da başka bir kurban için son derece trajik oluyor. Dowdlelar bu seri katili kurgularken bir zamanlar Poughkeepsie'de on seks işçisini katleden Kendall François'dan da etkilendiklerini söylemişler. Ancak genel olarak yaşanmış veya kurgusal seri katil profillerinden bir derleme yapmışlar. Böylece iddia ettikleri üzere Ted Bundy, Jeffrey Dahmer gibi gerçek katillerden daha dehşet verici, zeki ve acımasız bir katil ortaya çıkmış. Cheryl Dempsey'nin trajedisine de yakın girmek suretiyle filmin psikolojik ürkütücülüğünü arttırmışlar. Dedektifler, uzmanlar, ve kurban yakınlarıyla yapılan röportajlar için seçilen oyuncular da ciddiyetleriyle hiç renk vermeyerek filmin sahte de olsa gerçeklik çabasına pozitif katkılarda bulunuyorlar. The Poughkeepsie Tapes, psikolojik gerilimin yer yer korkuya eriştiği, ama özellikle kaset görüntülerinin yarattığı ürkütücülüğün öne çıktığı başarılı bir "sahte belgesel".

12 Ağustos 2024 Pazartesi

A nyomozó (2008)


Yönetmen: Attila Galambos
Oyuncular: Zsolt Anger, Judit Rezes, Pálma Pusztai, András Márton Baló, Péter Blaskó, Csaba Czene, Andrea Spolarics, István Juhász, Éva Kerekes, Zoltán Tamási, József Tóth, Zsolt Zágoni, Ilona Kassai
Senaryo: Attila Galambos
Müzik: László Melis

Tibor Malkáv, tedavisi oldukça pahalı bir hastalığa yakalanan annesini iyileştirme derdinde sıradan bir patologdur. Sonra bir gün bir yabancı çıkagelip başka bir yabancıyı öldürmesi için ona para teklif eder. Annesini kurtarmak adına parayı kabul eder ve karşılığını verir. Ama sonra eline bir mektup geçer. Mektubu kurbanı yazmıştır. Bu kişi ona bir yabancıdan çok daha yakındır. Böylece tek seferlik kiralık katil Tibor, kurbanının kim olduğunu araştırmaya başlar.

A nyomozó, sakin anlatımını gizemli bir suç örgüsüyle bütünleştirmiş çok şık bir film. Başlangıçta filmi sürüklemesi gereken Tibor karakterinin fazlasıyla mekanik, hatta ruhsuz duruşuyla Avrupalı bir Coen anti-kahramanı izlenimi veren görüntüsü adım adım bu ruhsuzluğa anlam kazandıran, kendini o ruhsuzluk içinde var eden, aslında farklı bir ruh sahibi olduğunu gösteren bir ustalıkla ele alınıyor. Konusu itibariyle de şüphelileri ve onların gerekçeleri ile bilinen cinayet şablonunun ezberini bozmaya oynuyor. Zira cinayeti işleyenin filmin baş karakteri Tibor olması nedeniyle bu defa kayıp bir katili değil, cinayeti ustaca kurgulamış olan azmettiriciyi bulmamız gerekiyor.


Tibor’un annesini tedavi ettirme dürtüsüyle karıştığı gizemli cinayeti profesyonel bir kiralık katil gibi işlemesinin ardından oluşan kafa karışıklığı giderek yerini daha kabul edilebilir bir seyre bırakıyor. Çünkü soğukkanlı, duygusuz (ya da duygularını göstermemekte son derece usta) ve dümdüz bir kişilik olan Tibor’un mesleği gereği ölüm ve ölülerle olan yakın ilişkisinin sağladığı destekle çok pratik, aynı zamanda seyirciyi de güvende hissettirecek müthiş bir zekâya sahip olduğunu anlıyoruz. İş sadece sebebini bilmeden, maktülünü tanımadan katil olmasının ardındaki gerçekleri merak etmesine kalıyor. Orada da devreye öldürdüğü adamın kendisine önceden yazdığı mektup girince Tibor’un macerası başlıyor. Çoğu dedektifin aklına gelmeyebilecek kurnazlıklar ve cesur hamlelerle kendi işlediği cinayeti aydınlatma peşine düşüyor.

Sırf bu durum bile birçok senariste ilham verebilir. Macar yönetmen/senarist/oyuncu Attila Galambos’a verdiği ilhamın yine kendisi tarafından hayata geçirilişi, Tibor gibi benzerine az rastlanır bir kişiliğin yardımıyla farklı bir Agatha Christie dokusu taşımıyor değil. Ama bu dokuya Avrupalı kimliğini koruyarak ve üzerine kara film deneyimi de katarak ilerliyor. Tibor’un etrafında şekillenen karakter çeşitliliği, hemen her “katil kim” filminde (gerçi buradaki arayış “plânlayıcı kim”e dönüşmüş durumda) olduğu gibi hedef şaşırtmayı amaçlamış olsa da, senaryonun bu çeşitliliğe verdiği değer kendini belli ediyor. Özellikle kendi kurmacası içinde bir başka kurgu daha barındırdığı iddiasını öne sürmekten geri durmuyor. Tibor’un kürsüde yer aldığı, filmin tüm kadrosunun katıldığı ve filmdeki konumlarını amfi düzeninde tartıştıkları sahnenin yaratıcılığı, bu kurgusallığı bir senaryo atölyesi ciddiyetine konu edilecek denli tartışmaya değer, tabiî aynı zamanda mizahi bir düzleme taşıyor.


Tüm olumlu yönlerine rağmen A nyomozó’nun en önemli unsuru hiç kuşkusuz Tibor. Birçok yönden filmin kendisinin olduğu kadar Tibor’un da sahip olduğu cinayet romanı kahramanının gizemli edebî yönü filme de yansımış denebilir. Bunun yanında roman anlatıcısının onun hakkında söyleyebileceği kişilik özelliklerini bizzat kendisinin dile getiriyor olmasının da orijinal bir yanı var. Mesela alımlı ve sevimli kız arkadaşı Edit ile fiziksel yakınlaşmadan kaçınmasını “ben öyle şeyler bilmem” şeklinde açıklaması, yapılan espriler karşısında “benim espri anlayışım pek yoktur” demesi gibi tepkileri (veya tepkisizliklerin) böyle bir karakteri ironik biçimde sempatik kılması da önemli bir başarı. İçine düştüğü kriminal durumun türlü kişilik zaaflarını da beraberinde getirmesi beklenirken, soğukkanlılığını ve zekâsını muhafaza eden, insanlara doğru sorular sorarak, insanlara doğru yerlerde yalan söyleyerek şüphelileri sıkıştırmayı ya da sıkıştığı yerden kurtulmayı beceren Tibor’un tasarım ve uygulanışı çok başarılı. Sıradan bir adamın sıra dışılığı, bu her iki ucun da hakkını veren sahnelerle pekiştiriliyor.

Yine başlangıçta Zsolt Anger’ın iki önemli ödül kazandığı Tibor karakterini canlandırırken benimsediği minimalliğin aslında tam da bu filmin ihtiyacı olduğu hissediliyor. Ama özellikle Tibor’un kendisine doğrultulmuş bir silahı iki saniyede sahibine iade edişinin hemen öncesinde, silah sahibine olduğu kadar seyirciye de oynadığı kısacık karakter yükselişi kandırmacası, sonra tekrar saniyesinde Tibor normalliğine döndüğü sahne olağanüstü. Sanki aktör bile değilmiş izlenimi veren Zsolt Anger’ın yanında filmde neredeyse hiç kötü oyuncu olmaması da bu artılara eklenince Attila Galambos’un filmi mutlaka izlenmesi gereken küçük suç filmleri arasında yerini gururla alıyor.

21 Temmuz 2024 Pazar

The Holdovers (2023)

 
Yönetmen: Alexander Payne
Oyuncular: Paul Giamatti, Dominic Sessa, Da'Vine Joy Randolph, Carrie Preston, Andrew Garman, Stephen Thorne
Senaryo: David Hemingson
Müzik: Mark Orton

Tarih öğretmeni Paul Hunham, kendini beğenmişliği ve katılığı nedeniyle öğrencileri, fakülte arkadaşları ve müdürü tarafından sevilmeyen bir adamdır. Noel zamanı okulda kalma sırası kendisinde olan başka bir öğretmen annesinin hasta olduğu bahanesiyle tatile gidince, gidecek tatil yeri olmadığı için Paul, kendisi gibi türlü nedenlerden eve gidemeyen öğrencilere nezaret etmek için okulda kalır. Çeşitli sınıflardan beş ögrenci arasındaki Angus Tully, annesi ve onun sevgilisinin tatil planlarında yer almadığı için çok üzgün ve öfkelidir. Hunham ile aynı okulda kalmaya katlanmak durumunda kalsalar da bu durum çok sürmez. Çünkü çocuklardan birinin zengin babası okula bir helikopter indirerek onları kayağa götürecektir. Veli izni alamayan tek öğrenci Angus'tur. Bu arada oğlu bu okulun eski bir öğrencisi olan ama okul sonrası gittiği Vietnam'da ölen okulun baş aşçısı Mary de tatile gitmemiştir. Zoraki ve beklenmedik bir Noel ailesine dönüşen Paul, Angus ve Mary, birbirlerini tanıma, sorunlarıyla yüzleşme ve aile olmanın kendileri için ne ifade ettiğini sorgulama fırsatı bulacakları bir süreç yaşayacaklardır. Yapımcı ve senarist David Hemingson'ın yazdığı, sinemaya About Schmidt, Sideways, Nebraska gibi yıllandıkça değerlenen filmler hediye eden, The Descendants ve Sideways ile uyarlama senaryo Oscar'ı kazanan Alexander Payne'in yönettiği The Holdovers, Noel temalı filmlerin doğru ellerde asla eskimeyeceğini, ihtiyaç duyulan o nostalji duygusunun hep canlı tutulabileceğini kanıtlayan bir film.

"Zoraki bir Noel ailesi", filmi en iyi şekilde tanımlayan ifadelerden biri. Özellikle 80'ler ve 90'ların Noel filmlerindeki aile, ebeveyn, evlat, arkadaş olma dinamiklerini samimi bir atmosfer dahilinde işleyen filmlerin geleneğini 2023 yılında bile görebilmek, özellikle bu türe sempatisi olan seyirci için bir nimet. Genelde çok bilinmeyen TV dizilerine bölümler yazmış olan David Hemingson'ın ilk uzun metraj senaryosu olan film, belli ki senaristin söz konusu döneme ait filmlere olan bağının çok kuvvetli olduğunu göstermekte. Üç ana karakterini çeşitli sebeplerden dolayı Noel zamanı büyük bir okula hapseden Hemingson, hepsine kimi basit, kimi orijinal birtakım yükler yüklemek suretiyle ileride gerçekleşmesini beklediğimiz dayanışmanın tohumlarını da atıyor. Hem farklı yerlerden yaralı, bir de üstüne yılın en güzel zamanlarından birinde "geride kalanlar" olmak durumunda kalan Paul, Angus ve Mary'nin kendi aralarındaki ikili, üçlü dinamikleri iyi değerlendiren senaryo, üçe bölünmüş güçlü dramını şımarmayan mizahıyla sağaltmayı da bilen bir yapıda. 1970'ler Amerikasının politik ve toplumsal defolarının bir çoğunu günümüz standartlarıyla insan ilişkilerinde de görebildiğimiz bir yapı bu. Sanki cep telefonlarının, bilgisayarların, internetin bir anda ortadan kaldırıldığı bir şimdiki zamanda iletişim mecburiyetine girmiş, başta zorlansalar da zamanla o iletişimi yakalamış üç karakter izliyoruz.


Paul, Angus ve Mary tek tek ele alınacak, her üçünden de benzer ve farklı yalnızlıklar, iletişimsizlikler, geride bırakılmışlıklar bulunabilecek insanlar. Paul ve Mary'nin yetişkinliği Angus'un gençliğiyle sık sık karşı karşıya gelse de, üçünün de boşa çıktığı bir tatil döneminde buldukları bu hüzünlü özgürlük, bir yandan da birbirlerine kenetlenme ihtiyacı doğuruyor. Çocuğu olmayan Paul, çocuğunu savaşta kaybetmiş Mary, baba ilgisi görmemiş, annesi de başka bir erkek uğruna tatilde onu tercih etmemiş Angus arasında yavaş yavaş kurulan bağlar, eldeki imkanlar dahilinde bu eksikleri tamamlayan bir niteliğe bürünüyor. Evladını kaybederek hayattaki en önemli acılardan birini tatmış Mary bu süreçte bir değişim içinde olmasa da özellikle Angus, en çok da Paul'ün karakter dönüşümü çok incelikli. Başlardaki sert ve kibirli tarih öğretmeninin içindeki nazik, babacan, sevgiye muhtaç insanın ortaya çıkmak için verdiği mücadele, senaryonun bir karakteri ne kadar katmanlaştırabileceğinin güçlü bir örneği. Balık Kokusu Sendromu (Trimetilaminüri) denen nadir bir genetik hastalığı olan ve teri aynen balık gibi kokan, aynı zamanda bir gözünde problem olan Paul'ün biraz da bu yüzden kendini geri tutup sosyalleşmemiş olması, hoşlandığı okul personeli Lydia'dan umduğunu bulamaması, Angus sayesinde içindeki baba potansiyelini keşfetmesi gibi çeşitli durumlar, görünenin altında çok daha pozitif ve iyi kalpli bir insanın varlığına işaret ediyor.

Adeta bir bestseller roman estetiğindeki David Hemingson senaryosu, aile fertlerini temsil eden rollere yaptığı hassas dokunuşlarla bu türün henüz demode olmadığını gösteriyor. Perikles, Demosthenes, Aeneas. Hades, Anaxagoras, Icarus gibi Antik Yunan figürlerin, Peloponez Savaşı, Üçüncü Pön Savaşı, Nuremberg Duruşmaları gibi önemli tarihi olayların, çeşitli latince alıntıların Paul sayesinde sık sık zikredilmesi, On Her Majesty's Secret Service (1969), Little Big Man (1970) gibi dönemin ünlü filmlerinin, Cherries Jubilee gibi popüler tatlıların da bir şekilde zuhur ettiği The Holdovers, işte bu yazılmamış romanın ne kadar zengin içerikli olabileceğinin de göstergesi bir film. Çoğunluğu Amerikan festivalleri olmak üzere tam 21 ödül, daha fazlasından da adaylık alan Paul Giamatti'nin hiç şaşırtmayan, tadına doyulmayan Paul Hunham performansı gerçek bir ustalık ürünü. Sadece bu filmdeki Mary rolüyle başta En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Oscar'ı olmak üzere 60'ın üzerinde ödül kazanan Da'Vine Joy Randolph da acı kaybına rağmen hayata tutunan güçlü ve anaç Mary karakterine abartısız, tutkulu olduğunu hissettiren ama bunu özenle dengede tutan bir oyunla karşılık veriyor. 2002 doğumlu genç oyuncu Dominic Sessa ise bu ilk filmindeki performansıyla tam 12 ödüle layık görüldü. Dönem filmi olması itibariyle sanat yönetimi ve kariyerinde In Brudges gibi önemli bir yapım olan görüntü yönetmeni Eigil Bryld'in işçliği de takdir edilesi. The Holdovers, geride bırakılanlara ithaf edilmiş, onların özlemlerini, acılarını, umutlarını, değişimlerini, dönüşümlerini heybesine koymuş içli bir film.

11 Temmuz 2024 Perşembe

Kazn (2021)

 
Yönetmen: Lado Kvataniya
Oyuncular: Niko Tavadze, Evgeniy Tkachuk, Daniil Spivakovskiy, Victoria Tolstoganova, Aglaya Tarasova, Dmitriy Gizbrekht, Igor Savochkin
Senaryo: Olga Gorodetskaya, Lado Kvataniya
Müzik: Kirill Rikhter

Yıl 1988... Gece yarısı bir adam ormana baygın vaziyette bir kadın getirir. Kadını yere sırt üstü yatırarak ağzına toprak doldurmaya başlar. Ardından yüzükoyun yatırdıktan sonra sırtına bir bıçak saplar. Şokla kendine gelen kadın ayaklanır ve sendeleyerek kaçmaya çalışır. Adam da peşinden gider. Tam bu sırada 1991 yılında sabaha karşı ormandan kaçmaya çalışan bir kadının yola fırlayarak bir aracı durdurup ona bindiğini ve kaçtığını, onu elinden kaçıran adamı da ormanın içinden kadına arkadan bakarken görürüz. 88'den 91 yılına yapılan bu tuhaf geçişin ardından kalabalık bir ev kutlamasına gideriz. Burası dedektif Issa Davydov'un evidir ve uzun süredir aranan bir seri katili yakaladığı için terfi alması sebebiyle ailesi kutlama yapmaktadırlar. Ama daha yemeğe oturmadan gelen bir telefon üzerine kabus tekrar başlar. Yakalandığı sanılan katilin ritüellerinin aynen uygulandığı bir cinayet daha işlenmiştir. Kurtulan kadını hastanede sorgulayan Davydov, gerçek katilin hala dışarıda olduğunu anlar. Olga Gorodetskaya ve Lado Kvataniya'nın senaryosunu yazıp Kvataniya'nın yönettiği Kazn (The Execution), dünya prömiyerini Fantastic Fest 2021'de gerçekleştiren her yönüyle kaliteli bir seri katil gerilimi.

Gorodetskaya ve Kvataniya, 1978-1990 yılları arasında 53 kesinleşen cinayet işlemiş, kadın çocuk demeden vahşice doğradığı kurbanlarının kanını içmesi, mahrem yerlerini kesip yemesiyle bilinen Ukrayna doğumlu Sovyet seri katil Andrei Chikatilo'yu hareket noktası olarak belirlemişler. "Rostov Kasabı" veya "Rus Hannibal Lecter" olarak da adlandırılan Chikatilo kadar geniş çaplı olmayan, sadece kadınlara işkence edip öldüren vahşi bir seri katil üzerinden hikayelerini kurgulayan senarist ikilisi, hem senaryo, hem de biçim yönünden basit bir kaçma kovalamacadan çok daha fazlasıyla ilgileniyor. Altı bölüm ve bir önsöz olarak tasarlanan bu kurguya göre 1978-1991 yılları arasında 36 kadın ve genç kızı taammüden öldürmek, sadistçe işkence etmek ve tecavüz suçlamalarından dolayı yakalanan Andrey Valita, kurtulan kadının ihbarıyla bir kır evinde kıstırılıp yakalanıyor. "Şef" adlı ilk bölümde Issa Davydov ile tanıştıktan sonra "inkar, öfke, pazarlık, depresyon ve kabullenme" aşamalarını, bu her aşamayı kendi bölümü için tematik bir başlık olarak izliyoruz. Film merkez olarak sadece Issa Davydov'u almıyor. 80'lerde çocukları kurban olarak seçen "Chess Player" lakaplı seri katili yakalayıp büyük ün edindikten sonra bu davaya atanan Issa'nın ekibinde yer alan polis memuru, aynı zamanda olay yeri fotoğrafçısı Ivan Sevastyanov da bu merkezin önemli bir yerinde durmakta.



Issa ve Ivan arasında gelişen iş ortaklığı ve dostluğu geri dönüşlerle sağlam bir zemine oturtan film, asıl zamanı olan 1991'de ikisi için, özellikle de Ivan Sevastyanov için işlerin pek de iyi gitmediğini gösteriyor. 10 yıldan fazla bir süredir Rus polis güçlerinin ülkenin en zeki ve en çok aranan seri katilini yakalamaya çalışmaları iki arkadaşın ilişkilerini de hırpalıyor, kopma noktasına getiriyor. Bir türlü bulunamayan katil peşinde süren araştırma, Issa ve Ivan arasındaki gelgitler, buna ilaveten Issa'nın Vera adında çekici bir kadınla olan yasak ilişkisi, hepsi çeşitli kanallardan birbirine bağlanmaya başladıkça filmin bir seri katil filminde olması gereken senaryo zekası da su yüzüne çıkıyor. Bu yıl atlamalarıyla şekillenen karışık kurgu içinde bütünlük sağlayabilmenin zorluğuyla çok iyi baş eden Gorodetskaya ve Kvataniya, ele aldıkları her yılın kendi olay örgüleri dahilinde irili ufaklı sıçramalarda da bulunuyorlar. Üstelik bu farklı yılların dönemsel özelliklerini ufak detaylarla besleyip, hiçbirinde de atmosfer derinliğini kaybetmiyorlar. Bunda henüz ikinci uzun metrajını çeken görüntü yönetmeni Denis Firstov'un göz dolduran işçiliğinin de payı büyük. Yıllar arasında yapılan geçişlerin, hangi yılda olduğumuzu, daha doğrusu filmin neresinde durduğumuzusağlaması da kurgucu Vladislav Yakunin'in katkılarında görülüyor. Kısacası, belki de kafa karıştıracak, dağılacak, aceleye gelip istediği etkiyi yaratamayacak güçlü bir hikayeyi, ele aldığı her yıl içinde belli bir disiplinde tutan, diri kalmasını sağlayan kolektif bir başarı söz konusu. 

Adını İtalya'nın Tiber ile Arno nehirleri arasında yer alan Etruria bölgesinde yaşamış ve MÖ 6. yüzyıla dek varlığını sürdürmüş bir halk olan Etrüsklerin bir infaz türünden alan film, bunu açıkladığı andan itibaren Çehov'a atfedilen “tiyatronun birinci sahnesinde duvarda bir silah asılıysa o silah o oyunda mutlaka patlar" sözüne benzer biçimde beklenti de yaratıyor. SSCB'nin varlığının son yılı olan 1991'de geçmesinin politik vurgusunu dahi ihmal etmemesi, seri katil kavramı ve bu kavramın tanımlanması, çözülmesi için gerekli olan örüntü takip etme, profil çıkarma gibi ilk adımları kendi coğrafyasından izlemesi, katmanlı ve sürprizli hikayesini sürekli beslemesi filmi son yılların en kaliteli suç dramlarından biri yapıyor. Kazn; Memories Of Murder, Zodiac, Secret In Their Eyes, True Detective, The Silence Of The Lambs gibi devlerin liginde oynuyor. Özellikle Issa Davydov rolüyle Niko Tavadze'nin ve Sevastyanov'u canlandıran Evgeniy Tkachuk'un güçlü oyunları da tüm bu bileşenlerin başarısına ekleniyor. Filmin başrolü olarak gördüğümüz yönetmen Lado Kvataniya'ya tekrar dönersek, kısa film ve müzik videolarından oluşan bir kariyere ilk uzun metraj olarak Kazn ile başlaması muazzam. Şayet bundan sonrasında bu yoldan ilerlemeyi düşünüyorsa merakla beklenecek yönetmenler listesine bir isim daha eklemiş olacağız.

28 Haziran 2024 Cuma

Albert Nobbs (2011)


Yönetmen: Rodrigo García
Oyuncular: Glenn Close, Janet McTeer, Mia Wasikowska, Brendan Gleeson, Aaron Johnson, Pauline Collins, Bronagh Gallagher, Maria Doyle Kennedy, Jonathan Rhys Meyers, Brenda Fricker
Senaryo: István Szabó, Gabriella Prekop, John Banville, Glenn Close
Müzik: Brian Byrne

George Moore’un kısa hikâyesini ünlü Macar sinemacı István Szabó’nun genişlettiği, Macar Gabriella Prekop, İrlandalı John Banville ve filmin başrol oyuncusu Glenn Close’un birlikte senaryo haline getirdiği Albert Nobbs, televizyon dünyasının en özgün işlerinden olan In Treatment’a yapımcı, senarist ve yönetmen olarak emek vermiş, aynı zamanda birkaç vasat Hollywood filmi de çekmiş Kolombiyalı Rodrigo García’nın çektiği başarılı bir dönem dramı. 19. Yüzyıl İrlanda’sında bir otelde uzun zamandır kadın olduğunu gizleyerek şef garsonluk yapan Albert Nobbs’un, bir gün otelin bir bölümünü boyamak için gelen ve kendisi gibi kadın olduğunu saklayan Hubert Page ile tanışmasını konu alan film, bu iki kadının birbirleriyle adım adım kurdukları dostluktan dokunaklı bir kimya yaratıyor. Bu kimyayı ekonomik biçimde çok olumlu yönde kullandığı gibi, zemini çok müsait olduğu halde klişe duygu sömürülerine prim vermeyen bir olgunlukla naif kalmayı beceriyor.

Dönem şartlarının işçi sınıfına getirdiği zorluklar bünyesinde kadın olmanın ekstra yükünü taşımaktansa, erkek kılığına girerek toplumda iş ve sosyal statü kazanma avantajı elde eden benzer karakterlerin hikâyelerinden farklı olarak, Albert Nobbs’un çok daha sıradan ve bu sayede gerçekçi gerekçeler öne sürdüğü görülüyor. Bir kere hem Albert’ın, hem de Hubert’ın erkek kılığında, erkeklere ait olduğu düşünülen işlerde çalışıp hayatlarını sürdürüyor olmalarının altında tipik “ezilen kadın” feminizmi çok fazla öne çıkmıyor ki, bu hikâyenin belki de en orijinal noktası bu. Albert ve Hubert’ın farklı hikâyeleri sonucunda öğrendiğimiz, onların değişik sebeplerle kendilerini bir anda karşı cins konumunda bulmaları, bu konumu kendi çıkarlarını zedelememek, mutlu bir evlilik, başarılı bir iş hayatı ve huzurlu bir yaşam hayallerini gerçekleştirebilmek uğruna sürdürerek, ait olduklarını hissettikleri gerçek cinsel kimlik bünyesinde varoluşlarını keşfetmeleri.


Özellikle Albert’ın geçmişte yaşadığı acı tecrübe sonrası bir cinsel konum belirlemesi her ne kadar ona haklı olarak olmazsa olmaz “ezilen kadın” karakteri yüklüyor olsa da, aslında filmin geri plânda vurgusunu yaptığı şey “ezilen birey” fikri. Zira Albert’ın geçmişine yapılacak flashbacklerle ya da dozu abartılmış dramatik sahnelerle karakterin suistimal edilmesi çok kolayken, film bunu daha ılımlı fakat yine de gücü yerinde bir üslupla ifade ediyor. O dönemlerde kadınlar da çalışma hayatında aktif, erkekler de basit bir sakarlık yüzünden işten kovulabiliyor. Sınıfsal farklılık, cinsel farklılıktan daha önde resmediliyor. Şımarık üst sınıfın, hizmetçiyi bacak kadar bir çocuğun önünde bile hareketsiz kılan sözde görgü kurallarıyla bunalttığı alt sınıf bireyinin cinsiyeti o kadar da önem arz etmiyor. Kısacası film, takındığı temkinli tavırla hem alt sınıfa, hem de alt sınıf kadınına eşit mesafede durarak bir taşla iki kuş vuruyor.

İki otel işçisi olan Helen ve Joe’nun sözde aşkları, çıkarcı erkek – teslimiyetçi kadın düzleminde esasen filme kadın yanlısı – erkek düşmanı bir tondan daha önce, Albert’ın saflığına, fedakârlığına ve duyarlılığına dokunarak hizmet ediyor. Bunun yanında Albert ve Hubert’ın kadın kıyafetleri giyerek sokağa çıkmaları, Albert’ın kendi cinsel kimliğine ait o kıyafetler içindeki tedirginliği, hatta sahilde özgürce koşarken takılıp düşmesi, kendi özüne yabancılaşmış bir kadının konumunu çok iyi yansıtan örneklerden biri. Güzel bir gelecek hayalleriyle işini en iyi şekilde yapmaya çalışan Albert’ın Hubert ve onun sıra dışı evlilik pozisyonundan etkilenerek Helen’e yakınlaşması güzel bir fikir olsa da, Albert ve Helen arasında -tek taraflı da olsa- bir çekim yaratması, bu çekimi de filmin ilk bir saatine ufak ufak yayması gerekirdi. Yine de Albert’ın evlilik düşüncesine ısınmaya başladığında yakınında buna en uygun kişinin Helen olması filmi dağıtmıyor.


Senaryoya katkıda bulunan, filmin yapımcılarından biri olan ve başrolü üstlenen Glenn Close’un Oscar adaylığı da kazanan Albert Nobbs performansı, oyuncunun kariyerine parlak bir halka daha ekleyen türden. Yine Oscar adaylığı alan Janet McTeer’in Hubert Page yorumu da oldukça etkileyici. Aynı filmde biri hassas ve savunmasız, diğeri güçlü ve soğukkanlı iki erkek kimliğine bürünmüş kurgu kadın karakterler izlemenin ilginçliği yanında, bu iki oyuncunun filmin ruhunu oluşturan oyunculuklarını izlemek ayrı bir keyif. Albert Nobbs, Oscar adaylıklarından biri olan makyaj işçiliğiyle, dönemin ruhunu sade biçimde yansıtan kostümleriyle, iç ve dış alan çekimleriyle de hüzünlü ve umutlu bir dram.

15 Haziran 2024 Cumartesi

La mesita del comedor (2022)

 
Yönetmen: Caye Casas
Oyuncular: David Pareja, Estefanía de los Santos, Josep Maria Riera, Claudia Riera, Eduardo Antuña, Gala Flores
Senaryo: Cristina Borobia, Caye Casas
Müzik: Esther Méndez

Jesús ve Maria, ilişkilerinin zor bir dönemini atlattıktan sonra bir erkek bebek sahibi olmuş, yeni bir eve taşınmış, yepyeni bir başlangıç yapmış orta yaşlı bir çifttir. Alışverişe çıktıkları bir gün Jesús, mobilyacıda bir kahve masası görür ve almak ister. Maria bu masayı hiç beğenmeyip karşı çıksa da Jesús masayı alır, eve getirir ve kurar. Her ikisi de bu masanın onların hayatını toptan değiştireceğinden habersizdir. Cristina Borobia ve Caye Casas'ın yazıp, kısa filmleri uzunlardan fazla olan Casas'ın yönettiği La mesita del comedor (The Coffee Table) hakkında bu özet kadarını bilmemiz, hatta bu özeti de bilmeden başına oturmamız, filmden alacağımız zevki daha da arttıracaktır. Gerçi "zevk almak" sözü bu film için ne kadar doğru tartışılır. Filmin tamamına bakınca kısa film olarak da gayet vurucu bir iş olabilecek iken 1,5 saatlik uzun metrajın çok iyi kurgulandığı söylenebilir. Trajik kırılma noktasından önce mobilyacıda, sonra da apartmanda komşuları olan kadın ve 12 yaşındaki kızı Ruth ile olan sahnelerdeki bir miktar uzatılmışlık, filmin belki de ilk başta kısa film olarak tasarlanmış olabileceğini düşündürüyor. Özellikle de Jesús'a aşık küçük Ruth'nın şantaja varan iftiracılığından üretilen aks, her ne kadar finalin boğucu etkisine bir miktar katkı sağlasa da, Ruth sanki hiç var olmamış gibi senaryodan çıkarılsa pek bir şey fark etmeyebilirdi. Yine de gereksiz bir uzunluktan söz edilemez. Zira filmin çok daha vurucu bir trajedisi var.

Baştaki mobilya mağazası sekansı ve kısa market sahnesi dışında tamamı Jesús ve Maria'nın dairesinde geçen film, sözünü ettiğimiz trajediyle eline öyle bir koz geçiriyor ki, bir korku filmi olmamasına rağmen son yılların en gerilimli, hatta korkunç filmlerinden biri haline geliyor. Kahve masasını almakta ısrar eden Jesús üzerinden olağanüstü bir gerilim şeması yakalayan senaryo, yönetmen Casas'ın bu şemayı acelesi olmayan bir tempoyla pratiğe dökme becerisiyle takdiri hak ediyor. Bu temponun sadece Jesús ve Maria üzerinden uzun soluklu olmayacağının bilinciyle, aynı gün yemeğe davet ettikleri Jesús'ın erkek kardeşi Carlos ve onun kız arkadaşı Cristina da bu gergin ortamın içine dahil ediliyor. Casas, film içinde en olmak istemeyeceğimiz yere, Jesús'un kafasına bizi peyderpey hapsettikçe o trajediden kaçmanın imkansızlığıyla apartman dairesi dar gelmeye başlıyor. Psikolojik gerilimin zirvelerinde gezindiğimiz bu anlar, filmin kendi iç kurgusunda olduğu kadar biz seyircilerde de adrenalin yükselmeleri yaratıyor. Bazı stilize gerilimlerde çok iyi çekilen kimi sahnelerin aslında rüya sahnesi olduğu ortaya çıkınca hevesimiz kaçar. Ancak bu filmde içine düşülen durumun çaresizliği o kadar boğucu bir hal alıyor ki, bunun bir rüya (daha doğrusu kabus) olmasına razı duruma gelebiliyorsunuz. Zaten filmin fikri, ihtimal dahilinde olan, dehşet verici şekilde gerçek bir açmazı bir güne sığdırma becerisiyle parlıyor. Üzerine daha fazla konuşulduğu takdirde sürprizini kaçırma tehlikesi olabileceği için bu deneyimi özellikle psikolojik gerilim seven seyircilerin kaçırmamasını önerelim.

La mesita del comedor'un bu senaryo ve yönetmenlik başarısı yanında bir diğer güçlü tarafı da iki başrol oyuncusunun etkileyici performansları. David Pareja (Jesús) ve Estefanía de los Santos (Maria) senaryo gereği içine düştükleri durumun farkındalığını ve habersizliğini çok iyi yansıttıkları gibi, filmin sunduğu psikolojik gerilim ruhuna çok hakimler. İkinci yarıda oyuna giren yan karakterler Josep Maria Riera (Carlos) ve Claudia Riera (Cristina), hatta küçük Ruth rolünde izlediğimiz Gala Flores bile göründükleri sahnelerde iyiler. Özellikle Estefanía de los Santos, bir korku filmine çok uyan yüz ifadesi ve oyunculuğuyla, bir korku karakteri olmasa bile Maria'yı benzersiz bir korku öğesi gibi canlandırıyor. Teknik olarak bir korku ve fantastik film olmamasına rağmen San Sebástian, Macabro, Grimmfest, HorrorFest International, A Night Of Horror gibi hepsi korku ve fantastik filmler konseptli festivallerden 20 ödül alan La mesita del comedor, korku/gerilim filmi diye ortalıkta gezinen birçok filmden daha korkunç, psikolojik gerilim yönünden çok daha vurucu bir yapım. Caye Casas, kilit sahnesini göstermediği halde bu sahneyi seyircinin kafasında sık sık canlandırmasına sebep olan bu boğucu atmosfer başarısıyla bile övgüyü hak ediyor. Normal sahnelerin tepesinde bile Azrail'in orağı gibi bekleyen korkunç gerçek yüzünden seyirciye bir an olsun rahat yüzü göstermiyor. Çözülme düzlüğündeki psikolojik sıkışma da aynı atmosfer bünyesinde yerini  "artık ne olacaksa olsun" teslimiyetine bırakıyor. Tüm bu unsurları göze alan seyirci için La mesita del comedor özel bir deneyim.

5 Haziran 2024 Çarşamba

Wild Roots (2021)

 
Yönetmen: Hajni Kis
Oyuncular: Gusztáv Dietz, Zorka Horváth, Éva Füsti Molnár, Viktor Kassai
Senaryo: Hajni Kis, Fanni Szántó
Müzik: Oleg Borsos

Araçla cinayete sebebiyet vermekten dört yıl hapis cezasına çarptırılan Tibi, hapisten çıktıktan sonra bir gece kulübünde fedai olarak çalışmaya başlamıştır. Kızı kazada öldüğü için onu suçlayan kayınvalidesi, torunu Niki'nin babasını görmesini yasaklamıştır. Yedi yıl ayrı kaldığı babasını merak eden 12 yaşındaki Niki bir gece onun çalıştığı kulübe gizlice girer ve babasının bir müşteriyle yaşadığı kavgaya tanık olur. Uzun zaman sonra kızını gören Tibi onu bırakmak istemez. Ama kalıcı bir işi, kalacak bir yeri bile olmadığı için bu o kadar kolay olmayacaktır. Hajni Kis ve Fanni Szántó'nun yazıp Hajni Kis'in yönettiği Külön falka (Wlid Roots), her ikisi de hayatlarında farklı sorunlarla boğuşan bir baba-kızın bu olumsuzluk ve zorluklar içinde taze bir başlangıç yapmaya çalışma hikayesi. Film, özellikle baba ile kızının yıllar içinde birbirlerini ne kadar özlediklerini küçük ama etkili dokunuşlarla anlatma becerisiyle öne çıkıyor. Senaryo olarak benzerlerine çokça rastlamış olabiliriz. Hayata tutunamamış bir ebeveyn ve hiç olmazsa bir ebeveyne sahip olmak isteyen bir çocuk. Birbirlerini bulduklarında, daha doğrusu Niki ilk adımı attığında her ikisinin de sevgi ve sığınma açlığı ortaya çıkıyor. Birbirlerine iyi geldikleri, baba olma ve bir ebeveyne sahip olma duygularının rahatlatıcı etkileri hissediliyor. Film özellikle yıllar sonra birbirini bulma ve haklı olarak kaybetmek istememe duygularının bu paslaşmalarına yakın giriyor. Sözlere fazla ihtiyaç duymasa da, duyduğu anlarda hisleri sömürme niyeti taşımıyor.

Ne var ki hem Tibi, hem de Niki birbirlerinden ayrı geçirdikleri hayatlarında farklı sorunlarla boğuşuyorlar. Hapisten çıkan, bar fedailiği yapan, evli kardeşinin evinde kalan Tibi, bu sefil hayatıyla Niki'ye fazla bir şey vaat edemiyor. Yaşlı anneannesi ve yatalak dedesiyle oturan, okul hayatında akranlarıyla sorunlar yaşayan, ailesiyle ilgili arkadaşlarına sürekli yalanlar söyleyen Niki ise, artık yokluğunu hissetmek istemediği, elindeki sınırlı bilgileri izleyerek bulduğu babasını tanımak istiyor. Senaristler, kulüpte yaşanan kavganın yasal sürecini, Tibi'nin sefaletini, geçmişteki kazayla ilgili Niki'nin bilmediği gerçeği, yine Niki'nin okuldaki sorunlarını dikenli teller gibi baba-kız etrafına sararak bu kavuşmayı daha hassas ve değerli hale getiriyorlar. Basit konuşmalar, şakalar, bakışmalar, küsmeler, barışmalar ve dahasından oluşan süreç içinde baba-kızın birbirlerini keşfetme, yeni bir başlangıç yapma gayretlerini görüyoruz. Hayatlarında yaptıkları bazı yanlışlara rağmen Tibi ve Niki birlikteyken o kadar güzel ve iyi niyetli insanlar ki, beraber müzik dinleyişlerinde, yemek yeyişlerinde, okul çıkışı buluşmalarında, el ele tutuşup yürüyüşlerinde aralarındaki kimyanın ekrandan taşması en büyük artılardan. Ama yukarıda sözünü ettiğimiz dikenli tellere yaklaştıkça irili ufaklı çizikler almaları kaçınılmaz hale geliyor. Doğal olarak bu çizikler bizi de etkiliyor. Mesela yeni bir çift spor ayakkabı bile Tibi ve Niki arasındaki ilişkinin çok yönlü okumalarına katkı sağlıyor.

Ülkesi Macaristan'daki ve bazı komşu ülkelerdeki festivallerden genelde En İyi Film ve En İyi İlk Film ödülleri kazanan Wild Roots, birbirlerini tekrar kaybetmemek, yeni bir başlangıç yapmak, iyileştirmek isteyen ve bunun için çabalayan baba-kız ilişkisinin sunacağı sınırlı iniş çıkışları iyi kullanan, doğallığını bir koz haline getirmeyi başaran dramlardan. Doğallık demişken iki başrolünden övgüyle bahsetmemek olmaz. Tibi rolündeki Gusztáv Dietz aslında profesyonel bir oyuncu değil, profesyonel bir dövüşçü ve bu da onun ilk filmi. Aynı zamanda Niki olarak izlediğimiz Zorka Horváth'ın da ilk filmi. Henüz ilk yönetmenlik denemesinde oyuncu bile olmayan iki başrolle çalışan Hajni Kis, onların ekranı çok iyi dolduran fiziksel görünümlerini hakkını vererek kullandığı kadar, abartısız performanslarını da ortaya çıkarmayı başarmış. Üstelik bu performanslar, çoğu profesyonelim diyenden bile daha iyi. Kis'in bu ikiliyi özellikle seçtiği, onların tecrübesizliklerinden elde edeceği performansı bilinçli olarak filme almak istediği ifade edilmiş. Bu oyuncu yönetme tercihi, kamera hareketlerindeki doğallıkla, mekan ve kadraj seçimleriyle birleştiğinde aslında hiç de ilk film gibi durmayan hacimli bir festival yapımı kimliği taşıyor. Bu hacmini büyük ölçüde hayatın içinden bir dramı abartı ve sömürüye fazla kaçmadan yansıttığı için elde ediyor. Empati de kurulunca özellikle kız babalarını ve babalarını özleyen kızları daha bir etkiliyor.

31 Mayıs 2024 Cuma

Legjobb tudomásom szerint (2020)

 
Yönetmen: Nándor Lörincz, Bálint Nagy
Oyuncular: Balázs Bodolai, Gabriella Hámori, Attila Menszátor-Héresz, Iván Fenyö, Artur Szõcs, Alexandra Borbély
Senaryo: Nándor Lörincz, Bálint Nagy
Müzik: Attila Fodor

Nándor Lörincz ve Bálint Nagy'nin beraber yazıp yönettiği Macaristan yapımı Legjobb tudomásom szerint (As Far As I Know), çocukları olmayan, evlat edinme arifesindeki dört yıllık evli Dénes ve Nóra çiftini izliyor. İkisi de bir pazar araştırma şirketinde çalışıyor. Nóra hazırlıklar yüzünden izinli. Arkadaşlarıyla dışarıda vakit geçirdikleri bir gece eve dönerken otobüste tartışan çift, Nóra'nın öfkeyle otobüsten inip Dènes'in onun peşinden gitmemesiyle zorlu bir sürece girer. Saatler sonra eve dönen Nóra, tuhaf davranışlar sergilemeye başlar. Daha sonra otobüste seslerini yükselttikleri için kendilerini uyaran bir yolcunun Nóra ile aynı anda inerek onun peşinden geldiğini, tenha bir yerde saldırarak kendisine tecavüz ettiğini Dènes'e itiraf eder. Polise gitmeye karar verseler de, suçlunun yakalanmasını sağlayacak kanıtlar için geç kalınmıştır. Film bize bu saldırı sahnesini göstermez. Çift otobüste ayrıldıktan sonra bitkin bir halde eve dönen Nóra'yı ve evde onu endişeyle bekleyen Dénes'i görürüz. Yani Dènes gibi biz de seyirci olarak Nóra'nın söylediklerine inanmak durumunda kalırız. Polisin yaklaşımı da rahatsız edici derecede direkt ve bezgin biçimde olunca Dénes bir dedektif gibi iz sürmeye, fail hakkında bilgi edinmeye çabalar. Dénes derine indikçe o gece Nóra'nın anlattıklarından başka şeyler de yaşanmış olduğu gerçeği işleri daha da içinden çıkılması zor bir hale sokar. Tecavüz suçunun gölgesinde sınanan evlilik, güven, şüphe, fedakarlık, ebeveynliğe hazır olma gibi meseleleri karıştırıp içinden çıkmaya çalışan film, bunda büyük ölçüde başarılı denebilir.

Nándor Lörincz ve Bálint Nagy ikilisi özellikle diyaloglarda sağladıkları akıcılıkla Dénes ve Nóra'nın evliliklerindeki gedikleri yavaş yavaş su yüzüne çıkarıyor. Her çiftin yaşayabileceği türden bir tartışmayı bile giderek büyütmeleri, özellikle Dénes'in sonradan pişman olacağı şeyler söylemesi üzerine Nóra'nın otobüsü terk etmesi olağan sayılabilecek iken, Dénes'in gecenin bir vakti eşinin peşinden gitmemesiyle çatışmalar zincirini başlatan film, kısa sürede seyircinin bu durumla empati kurmasını sağlıyor. Belki doğal yollardan çocuk sahibi olamamalarının suçluluk duygusu, belki evlat edinme işlemlerinde sona yaklaşmış olmanın, birer ebeveyn olacak olmanın acemi heyecanı, buna bağlantılı olarak ilişkilerindeki tutkunun yerini bu sorumluluğun alması gibi çeşitli gerekçelerle birbirlerini yıpratan çiftin, farklı gerekçelerle benzer biçimlerde birbirlerini yıpratan başka çiftlerden pek bir farkı yok. Bu istenmeyen ama artık kanıksanan yıpratma aşamalarını doğal bağlamlarından koparmadan çok iyi ele alan Lörincz ve Nagy, sağlama aldıkları bu çatışmanın üstüne tecavüz gibi bir insanlık suçunu da ekleyince katmanlanmaya başlayan dram, suç bürokrasisi, sosyal medya ifşaları gibi başka meseleleri de peşinden sürüklüyor. Senaristlerin bu durumu dallandırıp budaklandırmalarındaki doğallık ve hiyerarşi, beraberinde etkili bir psikolojik gerilimi de getiriyor. Hatta işin içine bir noktada tecavüzcünün kendini temize çıkarma çabasını dahi katıyor.

Çıftin bir yandan ortak adalet arayışı, bir yandan da kendi ilişkilerinin muhasebesi işlenirken, Dénes özelinde ve Nóra özelinde ayrı ayrı toplumsal cinsiyet rolleri de kaçınılmaz olarak masada yer alıyor. Bir erkeğin eşini gecenin bir yarısı yalnız bırakması, bir kadının gecenin bir yarısı tek başına bara gidip içmesi gibi kanıksanamamış rollerden çıkamama haline turnusol işlevi gören bir yanı, aynı zamanda bu roller yerine getirilmezse sonuçları bu olabilir gibi bir bedel ödetme doğruculuğu da var. "Hesabı erkek öder" veya "evi kadın çekip çevirir" gibi filmden bağımsız pek çok cinsiyet kodlamalarının vahim sonuçları olmayabilir belki. Ama insanın biyolojik evrimi yanında, bireysel, toplumsal, psikolojik yönlerden geçirmiş ve geçirecek olduğu evrimin şimdiki halini mühim bir yerinden fotoğraflayan filmlerden sadece biri olarak, süresi dahilinde bu çatışmaları iyi işliyor. Sadece final kısmında bazı seyircilerin sürpriz beklentilerine tam manasıyla cevap vermiyor olabilir. Ancak bu anlatmak, düşündürmek, tartıştırmak istediği şeylerin değerini düşürmüyor. Başrol oyuncuları Balázs Bodolai (Dénes) ve özellikle Gabriella Hámori (Nóra), Macar sinemasının aktörlerinin karakteristik özelliklerinden biri olarak fırtınalarını, gelgitlerini gergin bir sakinlikte yaşayan, kararında yükselen performanslarıyla etkili bir profil çiziyorlar. Yapısı itibariyle hem festivallere uyan, hem de ana akım dramlardan izler taşıyan film, sırf cinsiyet rollerini kendi konu ve işleniş çapında tartışmaya açtığı için bile görülmeyi hak ediyor.

18 Mayıs 2024 Cumartesi

Fremont (2023)

 
Yönetmen: Babak Jalali
Oyuncular: Anaita Wali Zada, Hilda Schmelling, Gregg Turkington, Jeremy Allen White, Avis See-tho, Siddique Ahmed, Timur Nusratty
Senaryo: Carolina Cavalli, Babak Jalali
Müzik: Mahmood Schricker

Carolina Cavalli ve Babak Jalali'nin senaryosunu yazdığı, İran asıllı Londralı Babak Jalali'nin yönettiği Fremont, önceden ABD ordusunda çalışan 20'li yaşlarındaki Afgan çevirmen Donya'nın hikayesini işliyor. California eyaletine bağlı sakin bir şehir olan Fremont'ta kendisi gibi göçmenlerle birlikte aynı konutlarda tek başına yaşayan Donya, Çin işi fal kurabiyeleri üreten bir atölyede çalışıyor. Bir gün kurabiyelerin içindeki falları bilgisayarda yazan yaşlı kadın ölünce Çinli patronu fal yazma işini Donya'ya veriyor. Donya da yalnızlığını ve heyecandan yoksun hayatını biraz olsun renklendirmek için aklından fallar uydurmaya başlıyor. Bu kurabiyelerin birine adının ve telefon numarasının bulunduğu bir kağıt da ekleyince hem Donya, hem de biz seyirciler bu işin nereye gideceğini, nasıl sonuçlanacağını merak etmeye başlıyoruz. Yalnızlık temasının baskın olduğu Fremont, adeta bir sakinlik abidesi. ABD ordusu için çevirmenlik yaptığı Afganistan'dan dönmüş, hizmetleri karşılığı sosyal konutlarda başını sokacak küçük bir evde ikamet eden, bir yandan da benzer durumdaki göçmenlere verilen travma sonrası stres bozukluğu için psikoterapi gören Donya'nın bu sakin, durulmuş hayatı tüm monotonluğuyla önümüze geliyor. Ama Babak Jalali bu monotonluğu siyah beyaz sahnelerin depresif havasıyla birlikte o kadar güzel estetize ediyor ki, sadece biçimsel anlamda dahi Donya'nın yalnızlığını anlamak, ortak olabilmek hiç zor olmuyor. Mutfakta içilen bir bardak su bile buram buram yalnızlık kokuyor.

Donya, Afganistan'da neler gördü, neler yaşadı bunları pek bilmiyor ama tahmin edebiliyoruz. Uykusuzluk problemi var. Jalali filmi bu bilgilerle şişirmiyor. Öte yandan konutlardaki komşularından biri olan Suleyman, ABD ordusuna hizmet ettiği için Donya'ya hain gözüyle bakıyor. Donya da bunun bir ihanet olmadığını anlatmanın sıkıntısını yaşıyor. Jalali bu hainlik meselesini -tam da olması gereken şekilde- değinilecek ama üzerine çok da düşülmeyecek biçimde ele alıyor. Kısacası filmini çok fazla politize etmek istemiyor. Belki de bunu Suleyman aracılığıyla aynı etnik kimliklere mensup kişilerin de birbirlerini ötekileştirebileceklerine vurgu yapmak için kullanıyor. Jalali'nin asıl ilgi alanı genç bir kadın olarak Donya'nın savaş ortamından sonra huzur bulduğu yalnızlığı. Fakat bir süre sonra yalnızlığından da huzursuz. Bunu değiştirmek için işini riske atabilecek kadar da çaresiz. "Fortune Cookie" ya da şans kurabiyesi, kökeni belli olmayan ama 19. yüzyıl sonlarında ABD'ye gelen Japon göçmenlerin kıtaya yaydıkları, zamanla pek çok ülkede bulunan Çin restoranlarının sahiplendiği bir gelenek. İçinde küçük bir parça kağıda yazılmış bir aforizma ya da kehanet bulunan, un, şeker, vanilya ve susam tohumu yağından yapılmış bir atıştırmalık olarak insanların yemekten sonra hoş vakit geçirmelerini ve yeni sohbet konuları bulmalarını sağlayan bir fal eğlencesi. Bu da Donya'nın yalnızlığına az da olsa merhem olan bir aktivite. Ama orada bile tam mutlu olamayıp kurabiyelerden birine telefon numarasını yazarak hayattaki şansını bulmak istiyor.


Babak Jalali, ana karakter Donya etrafında başka yalnızlıklar da kurmuş. Bu yan karakterler, filmin huzurlu depresifliğine (!) farklı suretler şeklinde derinlik ve edebi tatlar katıyorlar. Donya'nın bir başka komşusu olan ve sadece kapı önünde sigara içerken gördüğümüz Salim, iş arkadaşı Joanna, psikiyatristi Dr. Anthony, lokantacı Aziz, tamirci Daniel filmin içinden geçen "hancılar". Donya da tıpkı onlara benzeyen sabit ve sıkıcı yaşamıyla başlangıçta bir hancı gibi görünse de, onu yolcu yapan şey, ana karakter olması dışında bu stabil hayat tarzına bir son vermek için masum çabalar içine girmesi. Donya her bir yan karakteri kendi hanlarında ziyaret ettikçe, ABD'de Afganistan'dakiler gibi sabit kalmayan gökyüzündeki yıldızların, Jack London romanı Beyaz Diş'in, çöpçatan uygulamalarının, kimsesiz bir lokantanın küçük televizyonundaki Türk pembe dizisinin, ıssız bir tamirhanenin insan sesine muhtaç köhneliğinin ele geçirdiği yalnızlıklara tanık oluyor. Hatta tanık olmakla kalmayıp onlarda kendi yalnızlığının farklı versiyonlarını buluyor. Jalali bu versiyonları çok güzel sözlere dökebildiği gibi, incelikle inşa ettiği, aynı anda hem huzur, hem de hüzün veren sinemasına da yansıtıyor. Siyah beyazın bu ruh haline çok yakıştığını da söylemek gerek. Siyah, beyaz, gri alanların filmdeki her bir karakterde farklı karşılıkları mevcut. Pekala başka bir filmin ana karakteri olabilecek bu yan karakterlerin, başka bir filmin de yan karakteri olabilecek Donya etrafındaki varoluşları kimi zaman bir aforizmayla, bir şarkıyla, bir Jack London romanının karakter analiziyle, bir kupa kahveyle çok iyi özetleniyor.

Özellikle Film Independent Spirit Ödüllerinin bölümlerinden biri olan John Cassavetes Ödülü başta olmak üzere Amerika'nın bazı bağımsız film festivallerinden ödüller ve adaylıklar alan Fremont, bu "bağımsız ruh" tanımını tepeden tırnağa üstünde taşıyan bir film. Babak Jalali biçim olarak olduğu kadar, diyaloglar açısından da Jim Jarmusch ve Aki Kaurismäki'yi anımsatan minimallikte bir anlatım benimsemiş. En çok yükseldiği yer, Donya'nın kendisini hainlikle suçlayan Suleyman'ın dairesine doğru bağırdığı kısacık an olsa gerek. Dr. Anthony'nin Beyaz Diş ile ilgili okuma yaparken ağlamasını bile bir drama şova çevirmeyen senaryo, sanki sözleşmiş gibi tüm karakterlerini içinde bulundukları yalnızlık ve bu duruma alışmışlık çerçevesinde ele almış. Tabii Donya gibi bazıları da bu durumdan çok memnun değiller ve değiştirmek için yapacakları çok fazla şey yok. İnsanın kendini hayatın akışına bırakmış olmasının verdiği o bezginlik, Jalali'nin ellerinde adeta tuhaf bir büyüye dönüşmüş. Bu modern zamanın kolektif yalnızlık ruhuna çok kırılgan bir yerden bakmış. Başrolde henüz ilk filminde rol alan Anaita Wali Zada ve ikinci filminde rol alan Hilda Schmelling ile çeşitli film ve dizilerden tanıdığımız profesyonel oyuncular Gregg Turkington ve Jeremy Allen White arasında ruh olarak pek bir fark yok. Sadece Anaita Wali Zada'yı daha çok görüyoruz ve kendisi bu ruhu tecrübesizliğine rağmen çok iyi taşıyor. Görüntü yönetmeni Laura Valladao, müzikleri yapan Mahmood Schricker ve elbette Babak Jalali, sanki oyuncusundan ışıkçısına herkes ortak bir duygu durumuyla beslenmişler gibi o sakinliğin tadını çıkarıyorlar. Adı geçen referanslarla arası iyi olan seyirci de bu tadı paylaşıyor.

7 Mayıs 2024 Salı

Margot At The Wedding (2007)

 
Yönetmen: Noah Baumbach
Oyuncular: Nicole Kidman, Jennifer Jason Leigh, Jack Black, Zane Pais, Ciarán Hinds, Halley Feiffer, John Turturro
Senaryo: Noah Baumbach
Müzik: George Drakoulias

Ünlü bir yazar olan Margot (Nicole Kidman) uzun süre küs kaldığı kardeşi Pauline’in (Jennifer Jason Leigh) düğününe katılmak üzere oğlu Claude ile birlikte onun yaşadığı taşraya gelir. Pauline’in de Claude yaşlarında bir kızı vardır. Evleneceği adam olan hafif arızalı, işsiz Malcolm’a (Jack Black) hamile olduğunu söylemeyen Pauline’in kafasında müstakbel kocasıyla ilgili inkar ettiği şüpheleri vardır. Öteden beri takıntılı, şüpheci, güvensiz bir kadın olan ve kızkardeşinin evleneceği Malcolm’dan hoşlanmayan Margot’nun gelmesiyle Pauline’in kafası iyice karışır. Margot’nun eskiden ilişki yaşadığı Dick, onun fettan kızı Maisy, tuhaf komşular derken, epey şenlikli ve dramatik anlar beklediğim, hele de The Squid and The Whale gibi harika bir bağımsız drama imza atmış Noah Baumbach’ın yazıp yönettiği Margot At The Wedding, resmen hevesimi kursağımda bıraktı.

Çok iyi yerleştirilmiş karakterleri, bir bağımsıza göre çok uygun ortamı olan film ne yazık ki ister istemez karşılaştırmak durumunda kaldığımız The Squid and The Whale kadar incelikli, derinlikli, çarpıcı ve zeki değil. Baumbach’ın bu filmde kişiselliğin dozunu biraz arttırdığını ve bu yüzden sıkıcı olduğunu düşünüyorum. Yönetmen bu kez parçalanmış ailelerin oradan oraya savrulan iç dünyalarına yakın plan girememiş, mastürbasyon, ihanet, takıntılar, değer sorguları gibi alışkanlıklarını yeterince ifade edememiş sanki. Kidman, Black, Leigh, (hatta geçerken bu filme uğramış John Turturro) ile dikkat çeken star nüfusu ise nasıl biliyorsanız öyleler. Zaman zaman kaş kaldırtan “seninleyken kendimden nefret ediyorum” gibi cümleler kurmasına, Nicole Kidman’ın da yardımıyla iyi işlenmemiş Margot gibi bir maden zenginliğine sahip kadın karakter tasarımına, abartısız yönetimine rağmen Baumbach’dan daha iyisini beklerdim.

29 Nisan 2024 Pazartesi

Vincent doit mourir (2023)

 
Yönetmen: Stéphan Castang
Oyuncular: Karim Leklou, Vimala Pons, François Chattot, Jean-Rémi Chaize, Ulysse Genevrey
Senaryo: Mathieu Naert, Dominique Baumard, Stéphan Castang
Müzik: John Kaced

Mathieu Naert, Dominique Baumard, Stéphan Castang şeklindeki yazar ekibinin senaryolaştırdığı, ilk yönetmenliği olarak Stéphan Castang'in çektiği Vincent doit mourir (Vincent Must Die), çıkış fikri, giriş ve gelişmesi güçlü bir film. Lyon'da yaşayan grafik tasarımcısı Vincent çalıştığı ajansa gittiği bir sabah orada bulunan stajyerlerden birine kötü bir şaka yaptıktan bir süre sonra stajyerin beklenmedik saldırısına uğruyor. Başta bu saldırının genç stajyerin şakaya öfkesinin sonucu olduğunu düşünsek de başka bir gün, başka bir çalışan tarafından yine ofiste sebepsiz yere ikinci kez saldırıya uğruyor. Ama bir şekilde iş stresine, yorgunluğa bağlanan ve aman kimse işinden olmasın düşüncesiyle üstü örtülen bu saldırılar sonrası Vincent aldığı yaralarla kalıyor. Ne zaman ki kaldığı binadaki iki komşu çocuğunun saldırısına uğruyor, kendini savunmak için gözü dönmüş çocuklara vurduğu için suçlu durumuna düşüp bir anda kaçak hayatı yaşamak zorunda kalıyor. Tüm bu tuhaflıkların ardından Vincent göz teması kurduğu bazı insanların kendisine aniden nedensizce saldırdığını keşfediyor. Lyon’dan apar topar kaçan ve babası Jean-Pierre’in kırsaldaki müstakil evine sığınan Vincent, şiddetten uzak durmak, hatta hayatta kalmak için insanlardan uzak durması gerektiğini fark ediyor. Tabii bu pek de mümkün olmuyor. Orijinal konusu itibariyle komediye, aksiyona, korku/gerilime uygun bileşenlere sahip film, hepsinden biraz mantığıyla eşine ender rastlanan bir felaket senaryosunun fitilini ateşliyor.

Konu itibariyle toplumdaki nedensiz şiddeti eleştirmek için kendine mükemmel bir alan yaratan film, bu nedensizliğe göz teması kurmak şeklinde bir neden üretmiş olsa da, herkesin bu tuhaf duruma yakalanmadığını da söylemekte. Bu tuhaflıkları mağdurlardan biri olan Vincent'ın üzerinde görünce aklımıza Kristoffer Borgli filmi Dream Scenario'da aynı anda pek çok insanın rüyasına giren Paul Matthews gelebilir. Her iki durumda da kendi halinde iki sıradan adamın bir anda hedef tahtası haline gelişindeki toplumsal hezeyanların ve linç kültürünün eleştirisi mümkün hale geliyor. Filmin sürü psikolojisine, pandemiye, zombileşmiş modern toplum bireylerinin şiddet eğilimlerine dair okumalara müsait anlatımı, yüksek bütçeli yapımlardan beklenen klasik anlatıma fazla yüz vermeyen bir yapıda. Bu yüzden ele aldığı parlak fikri yeterince iyi işleyemediği yönünde eleştirilere de maruz kaldığı oldu. Halbuki her senarist veya yönetmen kendi filmini kendi çapında ele alıp onu istediği tür ve biçimde anlatmakta özgürdür. Her filmden bir Hollywood blockbusterı beklenmeyeceği, seyircinin beklenti ve eleştiri çıtasını o çapa göre ayarlaması gerektiği hala pek çok seyirci tarafından anlaşılamamakta. Kaldı ki film, kendinden beklenen çoğu hamleyi iyi kötü yapıyor. İnsanlarla göz teması kurmaması gerektiğini anlayan Vincent'ın hayatı için cinayet işlemesi, polis çevirmesine takılması, siparişini arabasına getiren garson Margaux'dan hoşlanıp onunla tuhaf bir ilişkiye yelken açması gibi pek çok cesur senaryo denemeleri mevcut.

Filmin belki tek tatmin etmeyen yönü, bu tuhaf şiddet salgınının nedenini açıklamaya çalışmaması, buna bağlı olarak Vincent gibi bu durumdan mağdur olmuş ve yeraltına inip online iletişime geçmiş topluluğa dair detaylara pek girmemesi olsa gerek. O yan fikirden de kendisine bir çok malzeme çıkarabilirdi oysa. Ama dediğimiz gibi bu senaristlerin tercihi. Filmi fazla büyütmek istememekte veya bir sonuca ulaştırmadan sürecin kendisinden pasajlar ve mesajlar üretmeyi tercih etmekte özgürler. Yine de bu haliyle Dream Scenario'nun çığırından çıkış şekline nazaran ayakları biraz daha yere sağlam basmış denebilir. Başka bir açıdan bakarsak, insanları vahşileştiren veya onları direkt yok eden salgınların çıkış sebeplerini bilmektense, onların bireyler, toplumlar üzerinde yarattığı etkilerin çekiciliği ve bir film senaryosuna yatkınlığı da yadsınamaz. Neticede bir aşı, ilaç veya panzehir bulur ve tehditi yok edersiniz. Fakat oradaki rahatsızlığın, hastalığın, tecrit oluşun, yok oluşun toplumsal ya da bireysel etkileri çok daha çekicidir ve bu tip felaket senaryoları için farklı ilhamlar verebilir. Örneğin yine Vincent doit mourir gibi hem 2023, hem de Fransa/Belçika ortak yapımı olan Le règne animal'da işlenen senaryo da benzer bir yerden tuhaf bir salgının yol açtığı etkiler üzerine dikkate değer şeyler söylüyordu. Mathieu Naert'in başı çektiği fikir, Stéphan Castang'in hiç de ilk film gibi durmayan başarısı, Vincent rolünü çok iyi üstlenen Karim Leklou'nun ışıltılı performansı bir araya gelince ortaya çıkan kimya, belki de bize bu fikirlerin hep bir yerlerde keşfedilmeyi beklediğini söylemeye çalışıyor.

14 Nisan 2024 Pazar

Duelles (2018)

 
Yönetmen: Olivier Masset-Depasse
Oyuncular: Veerle Baetens, Anne Coesens, Mehdi Nebbou, Arieh Worthalter, Jules Lefebvre, Luan Adam
Senaryo: Barbara Abel, Giordano Gederlini, Olivier Masset-Depasse
Müzik: Renaud Mayeur, Frédéric Vercheval

Barbara Abel, Giordano Gederlini ve Olivier Masset-Depasse'in senaryosunu yazdıkları, Masset-Depasse'in yönettiği Fransa/Belçika ortak yapımı Duelles ya da İngilizce alternatif ismiyle Mother's Instinct, 60'ların başında Brüksel'de geçen etkileyici bir dram. Hali vakti yerinde, her ikisi de birer erkek çocuk sahibi birbirine komşu iki ailenin başından geçenlerin anlatıldığı Duelles, hızlı ama sindirilebilir biçimde bu iki ailenin günlük rutini eşliğinde Alice - Simon Brunelle ve oğulları Theo ile, Céline - Damoen Geniot ve oğulları Maxime'i seyirciye kabaca tanıtıyor. Fakat komşu olmanın yanında iyi birer arkadaş olan Alice ve Céline hikayenin merkezinde yer alıyor. Oğullarına çok düşkün bu iki annenin ilişkisi, Maxime'in geçirdiği trajik bir kaza sonrasında alt üst oluyor. Kazanın yaşanış biçimine istinaden Alice'e karşı tepki duyan Céline zamanla ilişkisini düzeltse de, bu defa Alice onun kendisini hala içten içe suçladığı düşüncesini aklından çıkaramayıp yavaş yavaş paranoyak bir ruh haline bürünüyor. Hikayenin bu şekilde konuşlanışıyla kendi çapında psikolojik gerilim şartlarını sağlayan senaryo, paranoyası itibariyle Alice'i seyirciye daha yakın tutan bir yol izliyor. Öte yandan yaşadığı acı gereği seyirciyi başka bir açıdan tutan Céline'in konumunu ise, Alice'in içgüdülerinin yönlendirmesiyle tekinsiz bir yere koyuyor. Yaşattığı bu gelgitlerle kendisine istediği gibi özgür hareket alanları yaratan film, iki kadının güçlü annelik duyguları üzerinden saplantılı bir sahiplik çatışması kuruyor.

Alice'in paranoyalarının haklılığı veya yanlışlığı arasında kalan seyirciyi ele geçirdikten sonra, acele etmeden, temposunu da düşürmeden ağlarını örmeye devam eden film, birdenbire değil kademeli biçimde sürprizini ortaya koyunca, geride bıraktığımız bazı sahnelerin belirsizliğini de ortadan kaldırıp haklılığımızı veya düştüğümüz ters köşeleri de yüzümüze vuruyor. Zaten sürpriz olmasının yarattığı etki de budur genelde. Ancak Duelles, annelik içgudüsünün muhasebesini yaparken her iki baş karakterine de belli ölçülerden mesafesini koruyarak, her ikisine de haklı ve haksız denebilecek davranış biçimleri atayarak etki alanını genişletiyor. Bu bağlamda ikinci planda kalan kocalarının etkilerinden ziyade özellikle küçük Theo'nun varlığı çoğu zaman Alice ve Céline arasındaki tansiyonun belirleyicisi oluyor. Dönem şartlarında olduğu kadar günümüzde de kadının annelik kavramı ile edindiği öncelikli statünün fonunda, bu statüsünü yitiren bir kadının ve kendi statüsünü korumak isteyen başka bir kadının gerilen ilişkisi zamansız bir anlam taşıyor. Tabii burada daha kişisel bir yerden hikayeyi okumak durumundayız. Evlat sahibi olmanın evliliği, arkadaşlığı, toplumsal konumu, ruh sağlığını hangi ölçeklerde etkilediğini de değerlendirme fırsatı buluyoruz. Veerle Baetens ve Anne Coesens'in, karakterlerinin her türlü duygularına hakim performansları, yönetmen Olivier Masset-Depasse'in dramı yer yer gerilimle servis eden dengeli anlatımı Duelles'i türünün başarılı örnekleri arasına yerleştiriyor. Filmin Mothers' Instinct adıyla Anne Hathaway ve Jessica Chastain başrollerinde Hollywood tarafından gereksiz biçimde yeniden çekildiğini de ekleyelim.