30 Nisan 2023 Pazar

World War III (2022)

 
Yönetmen: Houman Seyyedi
Oyuncular: Mohsen Tanabandeh, Mahsa Hejazi, Neda Jebraeili, Navid Nosrati, Yashar Bab, Hossein Norouzi
Senaryo: Houman Seyyedi, Arian Vazirdaftari, Azad Jafarian

Amele durağında bekleyip ne iş olsa yapan gündelik işçi Shakib, bir gün bir film setinde iş bulur. Yahudi toplama kampında geçen bu kötü filmde Hitler rolündeki oyuncu kalp krizi geçirince yönetmenin gözüne takılan Shakib apar topar Hitler rolüne getirilir. Çalışma saatleri dışında filmde set olarak kullanılan evde yaşamaya başlar. Bu arada çalıştığı genelevden kaçan işitme ve konuşma engelli kız arkadaşı Ladan, kalacak yer bulamadığı için gizlice onu yanına alır. Ne var ki Shakib'in yerini öğrenen Ladan'ın peşindeki iki adam onu rahat bırakmamaya kararlıdır. Houman Seyyedi, Arian Vazirdaftari, Azad Jafarian ortak senaryosunu Houman Seyyedi'nin filme aldığı World War III (Jang-e jahani sevom), basit bir kaçma kovalama öyküsünü II. Dünya Savaşı'nda geçen bir film setiyle buluşturma parlak fikrinin genel olarak iyi çalıştığı bir dram. Son derece sıradan baş karakteri Shakib'in hiç beklemediği şekilde birden önce figüran olması, sonra da kendini birden Hitler rolünde bulmasıyla alegorik duruşunu sağlama alan film, ilk başlarda tonunu tam bulamıyor. Yahudi toplama kampı mizanseni içinde İranlı figüranların oradan oraya koşturulması, Kendi halinde Müslüman bir emekçi olan Shakib'in, insanlık tarihinin gördüğü en zalim faşistlerden birini canlandırması gibi kontrastlardan üretilen kara mizah, film çekimleri esnasında gayet iyi işliyor. Ama yönetmen Seyyedi bu mizahı çok sürdürmeden, sulandırmadan, abartmadan asıl dramatik kıvrımları çizmeye başlıyor.

Bütün bir filmin, film çekimi esnasında yaşanan komik ve göndermeli skeçler derlemesi olmadığını anlayınca, aslında bünyesinde mizaha dayalı bir konfor alanı olmadığını, Seyyedi'nin de aralarında olduğu senarist ekibinin başka dertleri olduğunu seziyoruz. Depremde ailesini kaybetmiş, işte olduğu için depremden kurtulmuş, kaçtığına dair söylenti yayıldığı için de memleketine dönememiş hüzünlü bir adam olan Shakib'in yıllar sonra sevgiyi bulduğu Ladan'ı gizlice film setine sokmasından, hele de bu kadını arayan, onun için Shakib'den para sızdırmaya çalışan iki adamın dahil olmasından itibaren filmin tonu daha gerilimli bir renge bürünmeye başlıyor. Shakib ve Ladan'ın işaret diliyle konuştukları duygusal anlar yanında, yakalanma korkusuyla psikolojik gerilim, beklenmedik bir kırılma noktasıyla da içinde polisin olmadığı bir polisiye hüviyetine bürünüyor. Söz konusu kırılma noktasıyla hikayenin, senaryonun, diyalogların ve oyunculukların tavan yaptığı film, içinde çekilen filmin geçtiği döneme, yani II. Dünya Savaşı'na da atıfta bulunarak tam bir kaosa sürükleniyor. Kendini kişisel bir vicdan savaşı içinde bulan Shakib, başına gelenler için duyduğu öfkenin müsebbibi olarak başkalarını görse de, kendisinin verdiği kararların, katlanmak zorunda kaldığı sonuçlarıyla yüzleşiyor. Ne var ki, zorunda kaldığı bir başka şey de, Hitler rolünde oynadığı filmi bitirmek.

Mark Twain'in meşhur "history doesn't repeat itself but it often rhymes" sözüyle açılan World War III, Tahran'da çekilen bir II. Dünya Savaşı filminin tarihi doğrudan tekrarlamadığına, öte yandan Hitler'i oynayan baş karakteri Shakib'in farklı nedenlerle kişisel arzularının kurbanı olup başkalarına çektirdiği zulümlerle farklı bir ritim tutturduğuna atıfta bulunuyor sanki. Houman Seyyedi, diğer senaristlerle birlikte mizahtan romantizme, dramdan trajediye irili ufaklı dokunuşlar yapan çok sağlam bir film yazmış, İran sinemasının kendine has dramatik kurgu ve temposuna uygun biçimde de çekmiş. Kariyeri boyunca yönetmen, senarist, kurgucu ve oyuncu olmanın avantajlarını çok iyi kullanmış. Özellikle giderek gerilimini ve gizemini tırmandıran bir son 40 dakikası, "karakter dönüşümü" denen şeye ders niteliğinde yorum katan alegorik bir de finali var. Bu dönüşümü öfke, üzüntü, çaresizlik duygularıyla harmanlayan Mohsen Tanabandeh de müthiş bir performans ortaya koyuyor. Venedik Film Festivali'nin Ufuklar bölümünden En İyi Film ve En İyi Erkek Oyuncu, İstanbul Film Festivali'nden En İyi Film ödülleri gibi daha pek çok festivalden ödüller, adaylıklar alan World War III, 2023 yılında İran'ın Oscar adayıydı ama son seçmelere kalamadı. Tabii bu durum, onun yılın en iyi filmlerinden biri olarak görülmesine engel değil.

25 Nisan 2023 Salı

Les enfants des autres (2022)

 
Yönetmen: Rebecca Zlotowski
Oyuncular: Virginie Efira, Roschdy Zem, Chiara Mastroianni, Victor Lefebvre, Yamée Couture, Henri-Noël Tabary, Callie Ferreira-Goncalves
Senaryo: Rebecca Zlotowski
Müzik: Robin Coudert, Gael Rakotondrabe

Rebecca Zlotowski'nin senaryosunu yazıp yönetmenliğini yaptığı Les enfants des autres (Other People's Children), 40 yaşındaki bekar lise öğretmeni Rachel'ı izliyor. Beraber gitar dersi aldığı boşanmış Ali'ye aşık olunca onun küçük kızı Leila ile de tanışıyor. Çocuğu olmadığı için Leila'yı kendi çocuğu gibi sevip ilgilenmeye başlıyor. Ayrıca okuldaki öğrencilerinden Dylan'ın da sorunlu tahsil hayatını yoluna koymak yönünde sorumluluk hissetmeye başlıyor. Tabii bir yandan da Ali'den çocuk sahibi olmak istiyor. Ne var ki yaşı nedeniyle risk arz eden bu durumla da psikolojik olarak baş etmesi gerekiyor. Zlotowski'nin çok iyi tasarladığı, etüt ettiği ve gerçek kıldığı Rachel, anne olamamış, olmak istemiş ve treni bir şekilde yakalamaya çalışan etkileyici bir karakter. Geçmişte annesiyle geçirdiği ve annesinin hayatını kaybettiği bir trafik kazasının yarattığı travma sebebiyle bilinçaltında çocuk sahibi olma fikrinin üstünü örten, açtığında da biyolojik olarak geç kalmış olabileceğinin telaşını yaşayan Rachel'ın aslında anneliği ne kadar isteyip istemediğini, anneliğe ne kadar hazır olup olmadığını göstermeye çalışıyor Zlotowski. Elbette anne olmak istiyor ve buna hazır görünüyor. Ancak başkalarının çocuklarıyla yaşamak zorunda olduğu tecrübelerin, kendi tecrübesizliğiyle çatıştığı ufak anlardan çok, artık biyolojik anne olamayacak olmasının hüznü filme daha fazla sirayet ediyor. Zlotowski bu hüznü öne çıkararak, başkalarının çocuklarının anne modeli olmakla yetinmek durumunda olan bir kadının ruh haline daha rahat odaklanabiliyor.

Zlotowski, birçok farklı sebepten anne olamamış, olmak isteyen veya istemeyen, ama anneden önce bir kadın olduğunun ayırdında olması gereken kadınlara dair kör göze parmak sokmadan bir hikaye yazmış. Anneliğin kutsallığı, dokunulmazlığı, sabır ve fedakarlıkla özdeşleştirilmesi, bunun tersine çocuksuz bir kadının meyvesiz bir ağaca benzetilmesi, kendi bedeniyle ilgili çocuk doğurmama kararının bencillikle suçlanması, daha kırsal bölgelerde kısırlıkla dışlanması gibi eril bir anlayış çıkışlı geleneksel bakış açılarını aklımıza getiren çocuksuzluk haline daha kısıtlı, spesifik ve şehirli bir örnek olan Rachel ile cevap vermeye çalışıyor. Rachel'ın çocuk özlemi, sevgilisi Ali'nin kızı Leila ile karşılık görse de, Leila'nın biyolojik annesi Alice'in gölgesinde doyuma ulaşamıyor. Yani Leila için öz anne varken bir üvey anne figürünün pek fonksiyonu olmuyor. Ancak Rachel, "üvey anne" tamlamasının yarattığı olumsuz çağrışımlardan çok uzak, sevecen, özverili ve ilgili bir figür. Bu olumlu sıfatlara rağmen onları tümüyle verebileceği bir evladı olmadığı için Leila'ya, öğrencisi Dylan'a ve genç yaşta anne olan kızkardeşinin bebeğine, yani hep başkalarının çocuklarına vermek durumunda kalıyor. Bu da kendi çocuğuna verdiğinle aynı şey olmuyor. Yine de belki Dylan sayesinde bu annelik hislerinin ve o hisler doğrultusunda yaptığı bazı şeylerin karşılığını alır gibi görünüyor. Rachel, "şayet bir anne/baba olsa hakkını verirdi" dediğimiz karakterlerden biri. Bu kanıya, başkalarının çocuklarına yaklaşımlarından dolayı varmamızın da nedenleri olduğunu görebiliyoruz.

Rebecca Zlotowski, gönüllü çocuksuzluk ve onun getirdiği toplumsal önyargılarla alakalı bir film yapmıyor. (Aslında bunlarla alakalı başka bir film yapılsa malzemesi de çok olur.) Tam tersi, Rachel'ın travmatik sebeplerle geciktirdiği annelik hasretini nasıl dışavurduğu, bağımsız bir kadın ve bağımlı bir anne olmak arasında kalışından ne denli etkilendiği üzerine içindekileri döküyor. Bunu yaparken Rachel'ın istemediği halde hamile kalan kardeşinden, kanser hastası olan bir başka anneye varan yan karakterleri de Rachel'ın hikayesine ufak ufak çok iyi ekliyor. Üstelik çocukları sevme ve onlarla doğru iletişim kurma becerisinin sadece anne olanlara ait olmadığının, herkesin ebeveyn olmak zorunda olmadığının, bir ebeveyn olamamanın dünyanın sonu olmadığının da altını çiziyor. Bu anlamda küçük bir hikaye ile geniş bir çerçeve çizmeyi başarıyor. Akıcı, dengeli, yormayan bir tempoda ana akım sinemanın anlamlı bir şeyler söyleyen, duygusal zekası yüksek filmlerinden birine adını yazdırıyor. Belçika doğumlu tecrübeli oyuncu Virginie Efira'nın her bir bakışı ve mimiğiyle meramını çok iyi anlattığı performansı onun Rachel rolüne ne kadar uygun olduğunu gösterir kalitede. Yine tecrübeli oyunculardan Roschdy Zem de ona bu kaliteye uygun bir eşlik sağlıyor. Aslında filmin bir değil, iki güzel finali var. Öyle ki, birinin olmadığı tek bir final filmi bir nebze eksik hissettirebilirdi. Öncesinde Belle Épine, Grand Central, Planetarium gibi bazı vasat ve orta karar filmler yazıp yöneten Rebecca Zlotowski, bu iddiasız kariyerin belki de en iyi durağı olan Les enfants des autres ile hassas bir dramı filmografisine eklemiş oluyor.

16 Nisan 2023 Pazar

Inside (2023)

 
Yönetmen: Vasilis Katsoupis
Oyuncular: Willem Dafoe, Gene Bervoets, Eliza Stuyck
Senayo: Ben Hopkins, Vasilis Katsoupis
Müzik: Frederik Van de Moortel

Bir sanat hırsızı olan Nemo, son işinde bir şeyler ters gidince soygun için girdiği bir "penthouse"dan çıkamaz. Paha biçilmez sanat eserleriyle bu çatı katında mahsur kalan Nemo, bu durumdan kurtulmak için zeki, soğukkanlı ve sabırlı olmak zorundadır. Genellikle lüks apartmanlarda ya da rezidansların en üst katında bulunan, "çatı katı" veya "teras katı" olarak da bilinen bir daire tipi olan penthouse, akıllı sistemlerle donatılmış süper lüks yaşam alanlarına verilen bir ad. Senaryosunu Hasret: Sehnsucht ve Pazar - Bir Ticaret Masalı gibi Almanya/Türkiye ortak yapımı filmleri yazarak yöneten Ben Hopkins'in Yunan yönetmen Vasilis Katsoupis ile birlikte yazdığı Inside, Katsoupis'in 2016 tarihli O filos mou o Larry Gus adlı belgeselinde sonra çektiği ilk kurmaca uzun metrajı olma özelliği taşıyor. Orijinal fikri de Katsoupis'e ait olan film, bu fikrin çok güçlü biçimde pratiğe dökülmüş hali. Tamamı bu dairede geçen, tek karakteri olan Nemo'nun bir türlü içinden çıkamadığı bu dairede yaşadıklarını işleyen Inside, hem bir tek mekan, hem de hayatta kalma filmi. Film boyunca kimse kendisine seslenmediği için adının Nemo olduğunu sinopsisten öğrendiğimiz kahramanımızı, bir rüya sahnesi hariç tamamen bu dairenin içinde görüyoruz. Nemo'nun helikopterle indiğini anladığımız dairenin sahibinin nerede olduğu belli değil. Yaşanan aksilik sonucu alarm sistemi devreye giriyor ama nedense ne polis, ne de daire sahibi bundan haberdar oluyor. Çünkü günler geçtikçe kimse gelmiyor. Bunların cevaplarını görmezden gelir veya makul çerçevelere yerleştirirsek -ki Katsoupis biraz da bunu talep ediyor- geriye ortada duran güçlü sinemanın tadını çıkarmak kalıyor.

Güvenlik kameralarının da görülebildiği büyük bir televizyona, belli bir süre yetecek kadar yiyecekle dolu bir buzdolabı ve kilere, ses geçirmeyen dev bir kapıya, şehri ayaklar altına seren bir manzaraya, küçük bir havuza, sulama sistemli minik bir bahçeye, kilitli kaldıkları için paha biçilmezliği de paha etmeyen tablolara ve ihtişamlı bir iç mimariye sahip bu penthouse, Nemo ile başrolü paylaşıyor. Hırsız Nemo'nun böyle lüks bir dairede milyonlarca dolarlık sanat eserleriyle kapalı kalmasının ironisini kullanabileceği çok geniş bir alan elde eden Katsoupis, türlü çağrışımlara kapı açan bu zengin dekordan pek çok çıkarım yapmamızı sağlıyor. Yeldeğirmenlerine kafa tutan bir Don Kişot, hapsolduğu ıssız adada hayatta kalmaya çalışan bir Robinson Crusoe gibi kurmaca karakterlere olan aşinalığımıza karşılıklar bulabiliyoruz. Nemo'nun evde ne kadar kaldığını tam olarak öğrenemesek de günlerin geçişini, mevsimin değişmesini gördükçe bunun uzun bir süre olduğunu anlıyoruz. Zaten günler geçtikçe psikolojik olarak ilk zamanlardaki tedirginlik, yabancılaşma, yakalanma korkusu, yerini bu kapalı kalma halinin zoraki kıldığı birtakım rutinlere bırakıyor. İnsanoğlunun her durum ve ortama alışma becerisinin sıra dışı bir durum ve ortam karşısındaki farklı yansımaları, içinde yer yer eğlenceli bir konfor da barındırıyor. Pandemi zamanının eve hapsolmuş bireyleri üzerinden yalnızlık, iletişimsizlik, normale dönememe endişesi, ölüm korkusu gibi meseleleri irdeleyen filmlerin izole ruh halini Inside'da sadece yalnızlık ve kurtulma içgüdüsü şeklinde duyumsuyoruz.


Günler geçip kimseler gelmeyince süresi belirsiz bir alışma evresinin tedirginliği, aynı zamanda huzuru, hatta pandemi dönemini andıran iç sıkıntıları birbirine karışıyor. Nemo, kendisinin olmayan bir hayatı, kendisinin olmayan bir evde yaşamak zorunda kalarak, artık her türlü korkuyu aşıp tek amacı bu durumdan kurtulmak haline gelen bir çaresizlikle lanetleniyor. Kendisinin de söylediği gibi, sahibi için bir yuva olan bu ev, ona bir kafes gibi geliyor. Evin de bir karakter misali kimi zaman Nemo'yu mutlu etmesi, kimi zaman çıkardığı sorunlarla onu zorlaması, giderek içinde hapsettiği adamı delirtmeye başlaması, Nemo'nun konumuna Don Kişot ve Robinson Crusoe ile birlikte Moby Dick'teki Kaptan Ahab'ı da ekletiyor. Günler ilerledikçe ve hepsi aynı mekanda yaşam enerjisini emen sıradanlıkta geçtikçe, bahçe sulama sisteminden içme suyu temin etmek gibi zeki hamleler, yerini tuhaf sunaklar hazırlayıp önünde saçma kelimeler mırıldanmaya sebep olan şamanik oyunlara bırakıyor. Can sıkıntısından icat edilmiş dinlere yapılan gönderme, duvara yazılan mektup, akvaryum balıkları, zafer ganimetlerine benzeyen büyük cam vidaları, Macarena, gizli oda, hizmetçi Jasmine ve daha bir sürü ayrıntı, bu evi ve Nemo'yu birbirlerine yakınlaştırdıkça uzaklaştırıyor, uzaklaştırdıkça yakınlaştırıyor adeta. "Enerji sonsuz zevktir", "sanat asla ölmez", "her yıkım yeniden yaratım gerektirir" türü kitabi cümleler ve monologlar bir şekilde bir yerlere oturuyor. Filmin en önemli etkilerinden biri de, "böyle bir duruma düşsek biz ne yapardık" empatisini kurdurabilmesi ki, böyle lüks bir dairede tek başına birkaç gün geçirme hayalinin gittikçe kabusa dönüşmeye başlamasına kritik dokunuşlar yapabilmesi. Sonsuz bir zevke benzetilen enerji kavramının tükenmesi halinde neye benzetilebileceği gibi örneğin.

Inside'ın ev ve insan arasındaki organik bağa olan eğilimi, teknolojik verilere göre tasarlanmış. Rezidans, plaza, gökdelen, penthouse ne dersek diyelim, süper lüks hatta akıllı ev kavramının bir yuva olmanın ötesinde, aile kavramından kopuk bir yalnızlık mabedi, bir burjuvazi sığınağı, umarsız bir refah gösterişi olarak konumlanışının yarattığı kişileştirme, karşısına bir hırsız olan Nemo'yu alıyor. Böylece ev ve insanın birbirine olan sınıfsal yabancılığı da kafasını bir yerlerden uzatıyor. Bize ait olmayanı kırıp dökmek daha kolaylaşıyor. Film formatında ise ev canavarı savunmasız insana karşı üstünlüğünü ilan ederken, bir barınağın artık insanın kurtulmaya çalıştığı bir hapishaneye/yaratığa dönüşmesine tanık oluyoruz. Günümüz canavarlarının çoğunun da insan tasarımı olduğunu bilerek... Yine de Inside seyirciyi alt metne boğan bir film sayılmaz. Güçlü görüntü işçiliği ona detayları, tasvirleri seven gizemli bir roman havası veriyor. Görüntü yönetmeni Steve Annis'in etkileyici karelerinin, ışık, gölge, dekor oyunlarının bunda payı büyük. Frederik Van de Moortel'in müzikleri de filme derinlik katarak özellikle ikinci yarı bu görüntü zenginliğiyle çok uyumlu duyuluyor. Ve usta aktör Willem Dafoe... Yönetmen Vasilis Katsoupis'in Nemo'nun tüm fiziksel ve ruhsal değişimlerini gösterebilmesi için adeta bir talih kuşu. Ensesinden akan teriyle, aksayan ayağıyla bile oynuyor sanki. Katsoupis ise bu ilk kurmacasıyla kolaya kaçmayıp tam tersi meydan okurcasına kendini zora koşan ve bunu yaparken sanatı da gözeten bir anlatım benimsiyor. Inside, afişinde yazdığı üzere "bir yalnızlık sergisi" misali etkileyici bir sinema vaat ediyor.

6 Nisan 2023 Perşembe

Open Grave (2013)


Yönetmen: Gonzalo López-Gallego
Oyuncular: Sharlto Copley, Erin Richards, Thomas Kretschmann, Joseph Morgan, Josie Ho, Max Wrottesley
Senaryo: Chris Borey, Eddie Borey
Müzik: Juan Navazo

Gece vakti içi cesetlerle dolu bir hendekte uyanan bir adam (Sharlto Copley), hendeğe atılan bir iple kurtulur. Ormanda yürürken rastladığı bir eve sığınmak ister. Evde kendisini kurtaran kızla birlikte beş kişi daha vardır ve bu altı kişi o gecenin öncesine dair hiçbir şey hatırlamamaktadırlar. Aralarına sonradan katılan bu adamdan şüphelenseler de, erzak, silah ve ilaçla dolu bu ev ve dışarıdaki bilinmezlik onları birlikte hareket etmeye iter. İçerde kısa flashbackler sayesinde gelip giden hafızalarıyla birbirlerini önceden tanıdıklarını düşünen insanlar, dışarıda ise ağaçlara bağlanmış cesetler, uzaklardan duyulan çığlıklar vardır. Neler olduğunu anlamak, gerekirse oradan kurtulmak için dışarı çıkmak zorundadırlar.

Hafıza kaybına uğramış bir grup insanın aynı mekanda uyanıp nasıl bir bela içinde olduklarını anlama serüvenleri üzerine çeşitli filmler çekildi. Özellikle Cube (1997) ve Saw (2004) filmlerinin körüklediği bu formül, tıpkı Unknown (2006) gibi iyi başlayıp sonunu bağlamakta sıkıntı yaşayan örneklerle cazibesini kaybetmeye başladı. El rey de la montaña (2007) ve Apollo 18 (2011) filmlerinin İspanyol yönetmeni Gonzalo López-Gallego hatırına izlediğim Open Grave de ne yazık ki bunlardan biri. Sağlam giriş yapıp uzun süre iyi giden, gerekli soru işaretlerini başarıyla koyabilen, gizemli ve gergin tavrını koruyabilen film, benzer filmlerden beklenen sürprizler silsilesi yaratmak yerine onları yavaş yavaş ortaya çıkarma yolunu seçmiş (saklamayı becerememiş diyeceğim, yönetmene ayıp olacak). Bu da filmin tansiyonunu olumsuz yönde etkilemiş. Yanlış anlaşılmasın, mesele sürprizleri ip gibi sıraya dizmek değil, eldekileri ekonomik kullanma meselesi.

Fakat bence Open Grave’in sorunu tam olarak bu değil. Tecrübesiz ikili Eddie ve Chris Borey’in senaryosu sürpriz sayılabilecek bir mevzu içermiyor. Hatta bu konunun suyunun suyu bile çıktı denebilir. Ne kadar suyu da çıksa, belli bir süre başarıyla kurgulanan gizemli öykü, rotasını çevirecek farklı bir liman bulamıyor. Bunun sebeplerinden biri de günümüz gerilim sineması senaristlerinin çoğunun böyle bir gizemi uzaylılara, zombilere, virüslere, olmadı sadece zevk için adam öldüren psikopatlara bağlama zorunluluğu hissetmesi. Boreyler ikinci yarıda bazı kurgusal becerisizliklerle filmin asıl meselesini erken açık edince beklentiler düşmeye başlıyor. Yönetmen Gonzalo López-Gallego ile Sharlto Copley ve Thomas Kretschmann gibi iyi oyuncular her ne kadar üzerlerine düşen becerileri aktarsalar da, işte bazı filmlerde defalarca işlenmiş konu, üstelik başarısız biçimde o konunun sonuca bağlanışı her şeyin önüne geçebiliyor. Open Grave bu yüzden yönetmenin en zayıf filmlerinden biri bana göre.