Yönetmen: Kim Ji-woon
Oyuncular: Lee Byeong-Heon, Choi Min-sik, Jeon Gook-hwan, Cheon Ho-jin, Oh San-ha, Kim Yoon-seo
Senaryo: Park Hoon-jeong-I
Müzik: Mogg
"İntikam filmlerde olur!"
Sabırlı, yaratıcı ve akla gelmeyecek denli sert intikamın kitabını yazan Güney Kore sineması, özellikle Chan-wook Park üçlemesi ardından intikam uğruna daha ne gibi farklı şeyler söylenebilir derken mutlaka bir fikir üretilebiliyor. Laf olsun diye intikam alınmaması için, intikam alanı haklı çıkarabilecek vahşi motivasyonlar bulunuyor. Cinayet ve tecavüz, bu gerekçelerin en sağlamları elbette. Ama bu suçlara doğrudan iştirak etmiş olanlar kadar, onlara çanak tutmuş, azmettirmiş veya onları örtbas etmiş kimselere olan öfke de bu intikam duygusunun kucağında yer alıyor. Kamuoyunu meşgul eden küçük çocuklara tecavüz vakaları duyduk, inanamadık, çok öfkelendik. Bu suçları doğrudan işlemiş olanlara olan öfkemiz içimize sığmadı, dolaylı olarak içinde olanlara, hatta duyduğu gördüğü halde ses çıkarmayanlara bile öfkelendik. Koca bir şehri ahlâki karantinaya aldık. Hepsinin ceza çekmesini, üstelik bazılarımız yargılanmadan, hapse atılmadan ceza çekmelerini istedik. İşte intikam duygusunun hudutları bu kadar genişlemeye müsait iken, daha dar çerçeveye sığmış olanının ürkütücülüğünün kanıtlarından biri I Saw The Devil. Çünkü intikamcı, alacağı intikam ile katile, varsa iştirakçilerine bunun pişmanlığını da doya doya yaşatmak ister. Belki de çoğumuzun isteyebileceği gibi.
Artık kendine özgü yöntemlerini ve doğal olarak klişelerini yaratmış Güney Kore kaynaklı intikam örnekleri, intikamcının saatlere, günlere, aylara, yıllara yayılan plânını, ritüellerini ve soğukkanlılığını, bireyin kendine uydurduğu, kendisine yaşama gücü sağlayan bir gelenek görenek gibi algılatıyor. Seyircinin bu intikamı haklı görmesini istiyor. Ama intikam alınanın suçunu sabit görsek de, o öcün alınışındaki yöntem ve cüret, insanî sınırlarımızı kaşıyor. Birden her iki tarafa farklı dengelerle de olsa vicdâni sorumluluklarla bakmaya başlayabiliyoruz. Şayet katilin kendine has bazı gerekçeleri varsa, yani o da bunları bir intikam amacıyla yapıyorsa. A Tale Of Two Sisters ile birlikte adını geniş kitlelere duyuran, A Bittersweet Life ile de 2005’in en iyi filmlerinden birine imza atan Kim Ji-woon, Güney Kore’nin en etkili yönetmenlerinden birisi. Kimilerince şimdiden kült olmuş, kimilerince iyice demlendikten sonra kült sayılabilecek A Bittersweet Life’tan sonra, western klâsiği The Good, The Bad and The Ugly’den ilham alan ve üç süper başrol oyuncusuyla sıra dışı bir western deneyimi yaşatan The Good, The Bad, The Weird’in ardından yeni Kim Ji-woon filmi merakla bekleniyordu. O filmin adı I Saw The Devil… Güney Kore sinemasının en sevdiği tema olan intikam üzerine hâlâ ilginç çeşitlemeler yapılabileceğini gösteren, bu kez intikamı arzulayış biçimiyle fark yaratmaya soyunan bir film olarak I Saw The Devil, yönetmenin koleksiyonunda yerini alıyor.
Film, nişanlısı psikopat bir seri katil (Choi Min-sik) tarafından vahşice öldürülen gizli ajan Kim Soo-hyeon’un (Lee Byeong-Heon), katilin peşine düşmesiyle başlayan kovalamacayı anlatıyor desek hikâye oldukça yavan görünecek. Oysa bu defa intikamın alınış şekli ve arzusu, yaratılmak istenen farklılığa birçok yönden ulaşıyor: Aynı adamdan bir intikamı defalarca alma arzusu! Güney Kore polisiyelerinin ve suç dramlarının klişe olay akışı üzerinde oynamalar yapma isteği ve becerisi birçok filmde olumlu sonuçlar vermiştir. Katilini gizlememek, hatta çok geçmeden onu yakalatmak, bu türe yeni bakış açıları kazandırmada değişik kapılar açan bir tercih. Üstelik katile ya da suçluya herhangi bir ulvî misyon yüklememek de senaryoyu zorlamayacak bir başka tercih.
Kabuk bağlamış bazı kalıplara meydan okuma niteliğindeki bu tip arayışlar, alışkanlıkları olan seyirciye anlamsız ve sıkıcı gelebiliyor. Oysa katilini erkenden ifşa eden, üstelik onu bu cinayetleri işleme yolunda motivasyonsuz bırakan senaryoların da söyleyecek sözleri oluyor. Bürokratik zorlukların insan hayatını hiçe sayan otomatikliği, adalet mekanizmasının adaletten yoksun ruhsuzluğu, iletişimsizlik, yalnızlık, sağlıksız ilişkiler diye uzayıp giden bir liste, kötülerin kötülüklerinin ve onlardan alınan intikamın satır aralarına kolayca monte edilebilir. Sırf motivasyon niyetine kötülüğe bir şeyler monte edilmesini gereksiz bulan örneklerin bile bir amacı olduğunu anlatmaya çalışıyor bu filmler. O amacın adı da “saf kötülük!"
Soo-hyeon’un katili yakalama isteği, çok sevdiği nişanlısının katledilmesi gibi bencil bir amaca dayanıyor. Katil Keyong-cheol’un öldürme isteği ise sadece kötü biri olmasına. Keyong-cheol’un çocukluğunda suistimale uğradığına, diğer insanlarla özellikle de kadınlarla ilişkilerinde spesifik bazı olaylara dayalı sıkıntılı bir geçmişi olduğuna dair kimi zaman gereksiz ve zorlama bilgilere gerek duyulmuyor. Çünkü bu, şeytanın neden şeytan olduğunu irdelemekle aynı kapıya çıkıyor. Neden iyi olunduğu sorgulanma gereği doğurmuyorsa, neden kötü olunduğu da her zaman irdelenmez demeye getiriyor film biraz da. Keyong-cheol’un kötülüğünü hemen filmin başlarında anlıyoruz. Soo-hyeon da hasmını çok geçmeden yakalıyor ve öldürme fırsatı elde ediyor. Ama beklenmedik bir hamleyle onu yaralı bir şekilde serbest bırakıyor. Zira istediği tek bir intikam değil. Asıl istediği onu sahip olduğu teknolojik donanımla takibe alıp, her kötülüğü öncesinde karşısına çıkarak tekrar tekrar yakalamak, böylece her kötülüğünün bedelini ağır biçimde yeniden ödetmek gibi sıradışı bir plândan ibaret. İyi ve Kötü arasındaki bu tehlikeli oyunda ortaya çıkan takip, eski zaman westernlerinin heyecan dolu yol hikâyelerine sürükleyici, gerilimli ve aynı zamanda coşkulu bir alternatif bakış getiriyor. O alternatifliğin içinde günümüzün şiddet taleplerini bolca karşılayacak unsurların serpiştirilmiş olması bile o western takibi dokusunu bir yere kadar korumayı başarıyor. Çünkü Keyong-cheol’un ilk seferinde ölmesi Soo-hyeon’un olduğu kadar bizim de işimize gelmiyor.
Ne var ki, western takibi dokusunu korumayı başardığı o “bir yer”den sonra senaryo kendi disiplini içinde heyecanını hep diri tutan hoyrat sertlikten sıyrılıp, mantık hatalarının önünü açtığı gözü kararmış bilinçsiz bir hoyratlığa meylediyor. Soo-hyeon, düşmanını bu yöntemle rahatsız etmenin kendi intikam ilkelerine ne kadar uyduğunu düşünse de, Keyong-cheol da bir yerden sonra bu durumdan ürkütücü biçimde adrenalin tadı almaya başlıyor ya da kendini kandırıyor. Buraya kadar her şey normal. Ama şeytanla dansediyor olmanın ne derece tehlikeli olduğunu Soo-hyeon’un anlaması için plânlanan yol haritasının bir süre sonra Hollywood fantezileri sapağına girmeyi denemesiyle can sıkan bir uzatma izliyoruz. Çünkü bir süre sonra kozların el değiştirmesi fikri ne kadar mantıklı da olsa, o kozların kullanım şekilleri çorabı bir yerinden söküveriyor. Bu yüzden son bir ele geçirme sahnesi -her ne kadar fantastik bir Jason Statham sahnesinden alınacak olası keyfi içerse de- filmin sevabıyla günahıyla kendi yarattığı habitatına pek uygun kaçmıyor.
Finalin bir şekilde nihaî yüzleşmeyle gerçekleşeceğine eminiz. Zaten o yüzleşmede şeytanı gördüğümüzü anlıyoruz. Evet I Saw The Devil’de şeytanı görüyoruz. Hem de olabileceği en basit şekliyle. Ama gördüğümüz bir başka şeytan (ya da sevilenlerin hunharca elden alınmasıyla yaşanılan baştan çıkma/çıkarılma anlamında buna “kötülük” de demek mümkün) daha var ki, oradaki belki de daha anlaşılması komplike bir durum yaratıyor. Soo-hyeon’un tasarladığı son darbe, acımasızlığın sınırlarını zorlamasıyla bir intikamın ötesine geçmeye, iyinin de canavarlaşabileceğine bir işaret sayılabilir. Filmin kötülüğü iyilikle terbiye etme ya da iyiliğin içine sızmış bir kötülüğün her zaman var olduğuna inandırma çabası, en saf haliyle karşımıza dikiliyor. Bir intikamı o katile daha ne kadar uçlarda yaşatabilirim nefretinin dışavurumunu, katile ait başka unsurları da işin içine katarak yaşıyor.
Kim Ji-woon’un fetişi haline gelmiş Lee Byeong-Heon ve artık oyunculuk hakkında dersler vermesinin sinema âlemine büyük bir hizmet olacağını düşündüğüm Choi Min-sik müthiş bir ikili oluşturuyorlar. Zaten köşeleri iyi tutmuş belli başlı Güney Koreli aktörlerle çalışan usta yönetmenlerin alacağı verim de buradaki gibi üst düzey oluyor. Her iki oyuncu da bugüne kadar rol aldıkları dramlarla hem iyi, hem de kötü adamı hücrelerinde hissederek, oynadıkları film karakterinin birileri tarafından uydurulmuş kalıplarının içine sızmayı başaran performanslarla kendilerini kanıtladılar. Bu kez uydurulan karakterler Kim Ji-woon’a değil de, Park Hoon-jeong-I adlı yeni bir senariste ait. Yani I Saw The Devil, Kim Ji-woon’un yönettiği 6 film arasında senaryosunu yazmadığı tek film.
Bu durumun yönetmenliğine en ufak bir farklılık getirmediğini belirtelim. Hatta A Bittersweet Life ve The Good, The Bad, The Weird’da edindiği doğal aksiyon dinamiğinin, doğaçlamadan özel efekte uzanan zevk veren başına buyruk düzenin izini sürmek mümkün. Örneğin Keyong-cheol’un sığındığı eve Soo-hyeon’un baskın yaptığı uzun bölüm tüm olası hatalarına rağmen olağanüstü ve Kim Ji-woon’un A Bittersweet Life’ta zaman zaman yakaladığı tekinsiz ruhtan izler taşımakta. Ne var ki kozların el değiştirmesinden itibaren yaşananlar, nedense Kim Ji-woon’un olayları bu rotaya sokmayacağı izlenimi yarattı bende. Herşeye rağmen Güney Kore havasındaki intikam kokusunu duymaktan usanmamış seyirciler için birinci sınıf özelliklere sahip I Saw The Devil, kendinden sonraki birçok filmden söz ederken iyi kötü adını geçirecek, geçirmese bile hatırlatacak bir yapım.