Yönetmen: Shane Meadows
Oyuncular: Thomas Turgoose, Piotr Jagiello, Elisa Lasowski, Ireneusz Czop
Senaryo: Paul Fraser
Müzik: John Boughtwood
Aslında
Shane Meadows filmlerinin incelemeye ihtiyacı olmadığını düşünüyorum. Yine de filmleri izlemekle kalmayıp, onlar hakkında birşeyler karalama ihtiyacı duyan bazı sinema severleri doldurmaya muktedir filmler çekiyor
Meadows. Sarsıcı bir intikam hikayesi, ırkçılık yarasına sağlamca basılan bir parmak veya
Somers Town’da olduğu gibi son derece sade ve kısa bir dostluk öyküsü. Gerçi
Somers Town’ın herhangi bir filme malzeme olacak bir hikayesi olduğu da söylenemez. O hikaye de tek başına trenle Londra’ya gelen, geldiği ilk gün serseriler tarafından dövülen ve eşyaları çalınan 15 yaşlarındaki
Tomo (
Thomas Turgoose) ile, Polonya göçmeni işçi babasıyla birlikte yaşayan
Marek’in (
Piotr Jagiello) dostluğundan ibaret. Hemen hemen aynı yaşlardaki bu iki çocuğun yalnızlıklarını paylaşmaya başlamalarıyla yaşadıklarından film yapılıyorsa, içinde beklenmedik bir trajedi, beklenmedik sosyal gelgitler ve beklenmedik sürprizler ve kırılma noktaları beklenebiliyor. Oysa
Meadows sanki hiç de film çeker gibi düşünmemiş
Somers Town’ı. Sade akışı, siyah beyazlığı, müsait olmasına rağmen hiç irdelemediği sosyal zemini, 75 dakikalık süresiyle adeta tüm olumsuzluklardan arınmış, izole olmuş bir gerçeklik, bir sıcaklık, bir sevimlilik yayıyor. Tabii alttan alta, hatta sıklıkla alttan üste yaşam zorluklarını, geride bırakılanların hüznünü, rutinliğin sıkıntısını, ergenliğin sancılarını da görünürleştiriyor.
Somers Town’ın meselesi (bir meselesi olduğu düşünüldüğü vakit) genel değil, tamamen
Tomo ve
Marek’e özel bir kesiti olabildiğince yalın biçimde dile getirmek. Festival ruhu taşıyan düşük bütçeli sade yapımlar, o sadelik içinde yakaladıkları kendilerine has kırılma anlarıyla varlıklarını güçlendirirler. İki çocuğun sıradan karşılaşması, mainstream yapımlarda alışık olunan bakış açılarına göre ilginç olduğu kadar doğal (belki de perdede bu kadar doğallığa pek alışık olunmadığı için ilginç!) diyalogları, çekişmeleri, yaramazlıkları, birbirlerine alışmaları, saflıkları, kurnazlıkları, aynı kıza aşık olmaları ve bu aşkı algılama biçimleri ile sınırsız bir özgürlük içinde, fakat derli toplu ele alınmakta.
Tomo ve
Marek’in zıt karakterler olması, yalnızlıkları sebebiyle bir araya gelmelerine ve anlaşmalarına engel değil. Zaten zıtlıkların birbirini çekmelerinde bir hakem rolü oynayan yalnızlığın önemi büyüktür. Bu zıtlıkların yansımaları iki çocuğun anlaşma ve alışma süreçlerinde sıklıkla kendini gösteriyor.
Tomo’nun uyanıklığı, girişkenliği, vurdumduymazlığı,
Marek’in içine kapanıklığı, yaşına göre olgunluğu, iyi niyeti ile çok güzel dengeleniyor. O denge, ortak noktaları ve ortak karakter özelliklerini su yüzüne çıkarıyor.
Uyumsuzluklara, uyanıklıklara, yaramazlıklara rağmen
Tomo ve
Marek için en belirgin ortak özellik ise saflık. Kendilerinden yaşça büyük güzel Fransız garson
Maria’ya olan duyguları her ikisinde farklı yansımalar gösterse de, o duyguların çocuksu bir masumiyetle yıkandığı anlaşılıyor. Bunu
Maria’yı tekerlekli sandalye ile evine bıraktıkları, filmin en özel sahnesinin hissettirdiklerinden de çıkarmak mümkün.
Maria faktörü,
Tomo ve
Marek’in ona karşı hissettikleri duygunun farklı yansımaları kadar, ikisinin dostluğunun
Maria ile birlikte vakit geçirme, onu paylaşma, hatta onu görmek için beraber Paris’e gitme planları yapma seviyesine geldiğini de gösteren dengeyi ifade ediyor. Platonik aşk mağduru ergen duygusallığı yerine,
Maria’dan gördükleri abla veya dost sıcaklığının yalnızlıklarında bulduğu karşılığı yitirmemek üzerine bir dostluk yaşıyor
Tomo ve
Marek…
Terk edip gittiği ailesi hakkında hiç bilgi sahibi olamadığımız
Tomo ve samimi biçimde hoşgörü sahibi babası ile yaşayan, buna rağmen anne özlemini çok içli biçimde dile getiren
Marek’in bu yalnızlıklarına buldukları kusursuz bir karşılık olarak
Maria, sıkıntılı ve gri bir İngiltere gökyüzüne doğan güneş gibi iki arkadaşın yüreğinde çiçekler açtırıyor.
This Is England’daki
Shaun hayatının en güzel gününü yaşıyordu. Burada da
Tomo ve
Marek hayatlarının en güzel gününü yaşıyorlar. Belki o günler başkalarının zevkine uymaz, sıkıcı ve anlaşılmaz gelebilir. Oysa ergenliğin eşiğindeki bir çocuk için,
“kimse beni anlamıyor, her şeyden ve herkesten nefret ediyorum” ergenliğinin eşiğindeki bir çocuk için böylesi tertemiz anları bulup, onları yüceltmek çok daha kolaydır. Çünkü yaşadıkları zamanın, mekanın, insanların boğuculuğu arasında geliştirdikleri seçicilik kadar, kendini kapıp koyvermenin de bu özel anlara anlam yüklemesi kaçınılmazdır bir yerde. Çünkü zamana karşı yıpranmış olsa da, hepimizin ergenliğinde yaşadığı bir
“hayatımızın en mutlu günü” mutlaka vardır. Bu özü arka arkaya iki filminde kullanan
Shane Meadows, belli ki o dönemlerine olan bağlarını koparmamış, ergenliğini canlı tutmayı başarmış.
Günümüzde türlü türlü yaramazlık potansiyeline sahip ergen duyarlılığına, çocuk masumiyetine hakim çok az yönetmen var.
Shane Meadows da onların en önde gelenlerinden. Onun masumiyet anlayışı, kanlı intikamlar, ırkçı baskılar, yontulmamış aşklar arasından filizlenen gerçeklikte. Her ne kadar senaryosu bu kez kendisine değil de yaşıtı
Paul Fraser’a ait olsa da
Somers Town, tüm mütevaziliğiyle kocaman bir film aslında. Zaten ortada bir senaryo varmış gibi de durmuyor. Bu senaryoyu o yıllarıyla barışık, farklı ergen psikolojilerine karşı objektif, ilk aşkını unutmamış herhangi bir amatör de yazabilirdi. Bu senaryoyu siyah beyaz olarak filme almak, kağıt üzerindeki o objektifliği, saf aşkı, barışıklığı olgun suratlardaki kırışıklığa kondurmak kolay olmasa gerek.
Shane Meadows’dan
Dead Man's Shoes ve
This Is England sonrası
Somers Town’ın gelmesi de bunu gösteriyor. En azından şimdilik kendi yolundan gitmeyi tercih eden ilkeli bir sinemacı olmasını takdir etmeli, mainstream’in onu bir süre keşfetmemesini ummalı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder