9 Mayıs 2008 Cuma

Lars and The Real Girl (2007)


Yönetmen: Craig Gillespie
Oyuncular: Ryan Gosling, Emily Mortimer, Paul Schneider, Kelli Garner, Patricia Clarkson, Nancy Beatty
Senaryo: Nancy Oliver
Müzik: David Torn

Ağabeyi Gus ve onun hamile eşi Karin’in yaşadığı evin yanında bulunan garajdan bozma yerde tek başına yaşayan Lars, içine kapanık, takıntılı, uysal ve yaşadığı küçük kasabada herkes tarafından tanınan, sevilen bir gençtir. Onun bu durumuna endişelenen Gus ve Karin, Lars’ın bir gün onları yarı Brezilya’lı, yarı Danimarka’lı kız arkadaşı Bianca ile tanıştırmak istemesine çok sevinirler. Ama Bianca, Lars’ın internetten sipariş ettiği plastik bir bebektir.

2008 yılı En İyi Orijinal Senaryo dalında Oscar adayı olan Lars and The Real Girl, tıpkı aynı kategoride Juno ile ödülü kucaklayan 30 yaşındaki Diablo Cody gibi, 53 yaşındaki Nancy Oliver’ın da ilk film senaryosu. Öncesinde kaliteli TV dizilerinden Six Feet Under’ın birkaç bölümünü yazmış olan Oliver, bu filmi ile dışarıdan bıraktığı izlenimin aksine sıradan bir romantik komedi değil, romantik olgunluğa sahip psikolojik bir drama adını yazdırıyor. Karakterleri o kadar güzel tasarlamış, olay sırasını yormayacak şekilde dizmiş, izleyiciye de o kadar yerinde ortalar yapmış ki, Farrelly biraderlerin eline düşse zıvanadan çıkmış bir bel altı komedisi olabilecek iken gayet ağırbaşlı, hüzünlü, naif ve sevimli bir film ortaya çıkmış. Zaten Juno da Lars and The Real Girl gibi her türlü suistimale elverişli cinsel çağrışımları sulandırmadan dramatize etme başarısı göstermiş bir senaryoydu. Ama Juno’nun o hınzır, hazırcevap, geveze, kıpır kıpır havasını bu filmde görmek pek mümkün değil. Yine de ayrıksı karakterler olarak Juno ve Lars, kendi küçük çevreleri, renkli yan unsurları oluşturan kasaba insanları ve en önemlisi bu doğal çevrenin son derece hoşgörülü atmosferinde vücut bulmuş hem sıradan, hem özel tiplemeler.


Aslında çözüm olarak olmasa da sorun olarak Lars’ın psikolojik durumu tam anlamıyla mental bir hastalık sayılmaz. Zaten filmde de belirtildiği gibi, zihinsel hastalık denilen şey her zaman gerçek anlamda hasta olmak anlamına gelmiyor. İletişim kurma çabası ya da bir sorunu çözüme ulaştırma yolu da olabiliyor. Normal insanlarda bile bu tip yansıtmalar, hezeyan veya delüzyon olarak da tanımlanan sanrılara rastlanıyor. Çok çeşitli sanrılar var. Hayali arkadaşlar veya sevgililer yaratmak da bunlardan biri. Annesi öldükten sonra babası tarafından büyütülen Lars, ağabeyi Gus’ın da bir süre sonra dayanamayıp kaçmasıyla yalnız bir çocukluk geçirmiş. Bizim filme dahil olduğumuz bölüm ise Lars’ın Gus ve eşi Karin’in gözetiminde evin eski garajında yaşadığı, iyi bir işi ve insan olarak kasabada iyi bir itibarı olduğu dönem. Etrafındaki insanlara hep mesafeli duran Lars, bu yüzden ağabeyi, onun sevgi dolu eşi Karin, işyerinde Lars’a olan ilgisini gizlemeyen Margo ve diğer kasaba sakinleri ile tam olarak sağlıklı ilişkiler kuramamış bir adam. Senaryo, bu durumu daha filmin başında alelacele vermek yerine zamana bırakmış, hikaye ilerleyip özellikle de Bianca’nın filme dahil olmasıyla daha sakin adımlarla yürümeyi seçmiş. Ukalalık etmeyen bir terapist edasıyla Lars’ın asosyalliğini çocukluk ve yetişkinlik arası gel-gitleriyle naif biçimde katmanlaştırmış, bunu yaparken yan karakterlerini, hatta kasaba ahalisini de işin içine dahil edebilmiş. Bu sayede kolektif bir bilinç yaratma çabası da kendini belli ediyor. Bu bilincin şekillenmesi de büyük ölçüde toplumsal baskıların pek işlemediği kasıtlı ve biraz da fantastik şekilde yaratılmış hoşgörü ortamından kaynaklanıyor.

Bilinçli bir biçimde tasarlanmış olduğunu varsaydığımız bu höşgörülü çevre yine Juno’daki gibi inandırıcı olamama riski taşıyor. Dedikoduların hızlı yayıldığı, bu yüzden zamanla gerçeklerin saptırılıp daha trajik olaylara sebep olabileceği, cahilliğin ve tecrübesizliğin fazla olduğu küçük kasaba ambiyansının öteki yüzünü tercih etmesi gayet anlaşılır aslında. Bu öteki yüz, pek de yabancı bir yüz sayılmaz. Yine bu küçük yerleşim yerlerinde insanların birbirlerini tanıyor olmaları, yardımlaşmayı, anlayış ve empatiyi kuvvetlendiren bir durum. Toplumsal açıdan, o toplumun kendi iç dinamikleri yönünden pek tasvip edilmeyen birtakım davranışlar sonucu yanlışlar içine düşmüş bireyleri bağrına basmak, olaya o bireyin gözüyle bakmaya çalışmak veya tıpkı Lars’a yaptıkları gibi onun "suyuna gitme" de bunlardan biri. Günün birinde cinsel amaçlar güdülerek tasarlanmış bir nesnenin, çok sevdikleri Lars’ın kız arkadaşı olarak karşılarına gelmesi bu kasaba mantalitesinin hoşgörüsüne de meydan okuyan bir sınav.

Ama kasabanın ileri gelenleri bu sıra dışı durumu kendi aralarında tartışıp, Lars’ı incitmeyecek bir çözüm ararlarken, buna benzer sorunları kendi hayatlarından örneklerle de dillendirme olgunluğu gösteriyorlar. Kendi aralarında bile kedilerinin üzerine elbise giydirenler, bütün parasını UFO kulübüne yatıranlar, kleptomanyak olanlar varken, Lars’a deli muamelesi yapılamayacağı haklı çıkarımını yapabiliyorlar. Plastik bir cinsel obje için ambülans çağrılması, kilise ayinlerine ve yardım derneğine kabul edilmesi, bir vitrinde manken olarak part-time işe alınması gibi “yabancı” birine kasaba halkının yaklaşımı fazla iyimser bulunabilir. Öte yandan Bianca hastalandığında (!) evde hüküm süren sıkıntılı havayı dağıtmak, mağdur komşuya destek olmak amacıyla kadınların "oturmaya" gitmeleri de yine bu mantığın öteki yanını vurgulamakta.


Lars and The Real Girl ne şartlarda, kime karşı olursa olsun sevgiye, hoşgörüye inanmak isteyen bir film. Elbette kasaba halkı Bianca için yaptığı onca fedakarlığı aslında çok sevdikleri Lars için yapıyor. Üstelik bunu doğrudan söylemesi için çok da güzel bir sahne eklenmiş. Lars, Bianca’ya kızdığı bir anda insanlara olan güvensizliğini dışa vurduğunda Karin’in tepki gösterdiği sahne gerçekten çok etkileyici. Tüm kasabanın Bianca için seferber oluşunun altında yatan, herkesin bildiği, ama Lars’ın anlamadığı (ya da anlamak istemediği) sebepleri samimi, doğrudan ve öfkeli biçimde açık eden nefis bir patlama anı. Bunda Emily Mortimer’ın çarpıcı performansının etkisi çok büyük. Lars’ın insanlara karşı mesafeli oluşunun altında yatanları tane tane öğrenmemize yardımcı olanlar hep Karin gibi onu düşünen, ona ayak uydurmaya çalışan bu kasaba insanları. Patricia Clarkson’un canlandırdığı doktor Dagmar da onlardan biri. Bianca için bir hastalık uydurup, esasen Lars’ın iç dünyasına inmeye çalışan Dagmar ile yaptığı konuşmalardan oldukça tatminkar çıkarımlar yapmak mümkün. Fakat sanılanın aksine, ikili bunu sürekli konuşarak, bizleri psikolojik terimlere boğarak yapmıyor. Dagmar’ın, onu canlandıran Clarkson’ın başarılı oyunu sayesinde soğukkanlı, hatta bazen ilgisiz doktor duruşu oldukça ilgi çekici. Bu soğukluğa rağmen Dagmar’ın Lars’ı çözmemize yarayan müdahaleleri senaryonun kalitesine işaret etmekte. İnsanlara dokunmaya korkan, bu yüzden kat kat giyinmeyi bile göze alan, insanlarla, hatta hoşlandığı halde iş arkadaşı Margo ile iletişim kurmaya korkan Lars’ın kendi gibi ilginç "sarılma" tarifi de bu kaliteli senaryonun bir ürünü.

Bianca gibi hareketsiz bir oyuncağın tam tersi kıpır kıpır bir genç kız olan Margo, Lars’ın belki de filmin önemli teması olan sevgi açlığını ve çaresizliğini yüzüne vuran önemli bir faktör. Burada da Kelli Garner’ın yeteneğine tanık oluyoruz. Lars’ın kendi geçmiş tecrübelerinden devşirdiği uydurma senaryolarla Bianca’yı ruh eşi olarak tanıtma çabaları, Margo’yu keşfetmesiyle bir iç sorgulamaya dönüşüyor. Film bu iç hesaplaşmayı sözsüz sahnelerle ve tabi Ryan Gosling’in doğallığıyla o kadar yalın biçimde sunuyor ki, sadece bu bile plastik bebek Bianca’yı bir “kişi” halinde algılamamızı sağlama başarısı gösteriyor diyebiliriz. Birbirine çok uyan iki insanın arasında, aslında hiç var olmayan ya da Lars’ın var ettiği bir engel… Bianca! İnsana benzeyen bir nesneyi bize algılatma şekliyle bile acayip bir film Lars and The Real Girl… Hiçbir kötülük yapmayan, hatta kötü bile düşünmeyen karakterlere sahip film, sadece Lars’ın Bianca’yı götürdüğü bir ev partisinde yapılan bir iki ufak iğnelemeyle geçiştirilen bu garip durumu istismar etmiyor. Zaten gereksiz yere kötücül karakterler icat edip, onların entrikalarıyla ağırlaşacak yapıda bir film değil. Kendi bireysel sorunlarını analiz etmeye daha çok kafa yoruyor.

Standart ama doyurucu dram oyunculukları, taze yönetmen Craig Gillespie’nin kontrollü rotası ve tabi filmin en önemli unsuru Ryan Gosling çıtayı yükseltiyorlar. Bana göre Oscar adayı olduğu Half Nelson’dan bile daha iyi bir performans sergileyen Gosling, Lars’a hayat verirken sevimli, hüzünlü, karmaşık, tedirgin, saf, espirili ruh hallerine çok hakim. Sevgi dolu mayasını bastırılmış korkularına teslim etmiş, ama içten içe bundan kurtulmayı arzulayan Lars rolünde başrol kavramının hakkını tam anlamıyla veriyor. Üstelik bir sahnede Nat King Cole’un meşhur ettiği L.O.V.E. şarkısını olağanüstü biçimde yorumluyor. Lars and The Real Girl, bir kasaba dolusu anlayışlı insan fikri manalı biçimde bizi gülümsetse de, ne acıdır ki insanoğlunun artık şüphe duyduğumuz hoşgörü kapasitesine güvenini, inancını ve ümidini yitirmemiş, insani damarları belirgin bir film…


L.O.V.E.
L is for the way you look at me
O is for the only one I see
V is very, very extraordinary
E is even more than anyone that you adore and

Love is all that I can give to you
Love is more than just a game for two
Two in love can make it
Take my heart and please don't break it
Love was made for me and you

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder