Oyuncular: Richard Gere, Alfred Molina, Hope Davis, Marcia Gay Harden, Stanley Tucci, Julie Delpy, Eli Wallach
Senaryo: William Wheeler
Müzik: Carter Burwell
Clifford Irving, 1971 yılında dünyanın bir numaralı sahtekarlarından biri sayılmasına neden olacak çok büyük bir yalan söyledi. Konu sıkıntısı çeken bir yazar iken bir gün, aklına dahice ama bir o kadar da tehlikeli bir fikir geldi. Dünyanın en ünlü adamlarından biri sayılan Howard Hughes'un bütün anılarını ve sırlarını yazma hakkını elde ettiğini komuoyuna duyuran Irving, bu yalan sayesinde büyük bir şöhret ve para kazandı. Bir gün yalanının ortaya çıkacak olabileceği gerçeğini bile umursamayan Clifford, hem iş, hem de özel hayatında etrafını kuşatan yalanlarıyla gidebildiği yere kadar yaşamaya kararlıydı.
Martin Scorsese, 2004 yılında çektiği The Aviator ile, başta en çok hak ettiği dallarda 5 Oscar olmak üzere onlarca ödül kazanmıştı. Ama bu ödüllerin çok daha ötesinde Howard Hughes gibi neredeyse sadece Amerikalıların bildiği sıra dışı bir milyarderin biyografisini filmleştirmek suretiyle onu tüm dünyaya tanıtarak olumlu bir iş yapmıştı. Her ne kadar bizden, o film ile pozitif bir performans sergilemiş olmasına rağmen Leonardo DiCaprio’dan Howard Hughes olabileceği yalanına inanmamızı beklemiş olsa da, bu tanıtım Hughes hakkında sahip olunabilecek en iyi belge niteliğindeydi ve hala da öyle.. O dönemde iş, politika, sinema ve magazin dünyasına damgasını vurmuş, fırtınalı bir hayat yaşamış, takıntılı ve çılgın bir adam olan Hughes, etrafında yarattığı gizemli hale ile herkesin merak ettiği, gazetelerin, dergilerin, televizyonların, kamuoyunun her zaman ilgisini cezp etmiş bir ikon haline gelmişti. İşte The Hoax, bu ikonun sırtından para kazanmak isteyen “Yılın Dolandırıcısı” yazar Clifford Irving’in kendi yazdığı aynı isimli kitabından William Wheeler’ın senaryolaştırdığı, 90’lı yılların başlarında Hollywood’a transfer olan İsveçli yönetmen Lasse Hallström’ün yönettiği kanlı canlı, aynı zamanda Howard Hughes efsanesine farklı bir açıdan bakmayı çok iyi başarmış bir film..
Howard Hughes kadarolmasa da, yine ilginç bir kişilik olan Clifford Irving’i de tanıyoruz bu sayede. Irving, bağlı olduğu yayınevinin kendisini bir kitap için sıkıştırmasının ardından tesadüfen Hughes hakkında düzmece bir biyografi yazmayı tasarlıyor. Düzmece dediysek, aslında işin tek düzmece kısmı, Clifford tarafından Howard Hughes biyografisinin, Howard Hughes’dan habersiz yazılıyor olması.. Bundan ala düzmece de olmaz zaten. Fakat Irving bu biyografiyi yazarken hırsından, kolay pes etmeyen kişiliğinden, kurnazlığından, araştırmacı yapısından ve en önemlisi, ustaca yalan söyleyebilme yeteneğinden yararlanıyor ki, bu sayede elde ettiği veriler onu mükemmele doğru götüren bir hal almaya başlayınca kendisini ve çok yakın dostu Dick Susskind’i bile şaşırtıyor. Bu saydıklarımız genel anlamda Irving’in kişilik özelliklerini de oluşturuyor. Clifford Irving, böylesi erişilmez bir insanın anılarını, sırlarını ve hayat hikayesini yazma hakkını eline aldığı yalanını patronlarına, yayın dünyasının yatırımcılarına söylerken bu özelliklerinden faydalandığı gibi, yalanının arkasında durmayı da son derece iyi beceriyor. Bu yalanı tasarlama, pazarlama ve satma süreci gerçekten çok eğlenceli.
Üzerine yalan söylenen konu Howard Hughes olunca, yaklaşık 15 yıl boyunca yazılı ve görsel basınla ilişki kurmayan, onlardan saklanmayı başarmış birinin Irving gibi ortalama bir yazarla konuşmayı kabul etmesi demek, Irving’in yalanını çok sağlam temellere dayandırması gerektirdiği anlamına geliyor. Irving’in kişilik özellikleri, biraz şansla elde edilmiş kritik Hughes belgeleriyle birleşince yalan yavaş yavaş kontrolden çıkmaya başlıyor. İpini koparmış bir yalandan daha tehlikeli bir şey varsa, o da ipini koparmış bir başka yalandır herhalde. Irving’in yükselme devri ile birlikte anlaşmalar, belgeler, sahte ses kayıtları, binlerce dolarlık çekler, entrikalar ve yine yalanlar havada uçuşuyor. Bu süreçte önüne çıkan engelleri aşmayı başaran Irving, ilkeleri ve biraz da menfaatleri gereği müdahale etmekte aceleci davranmayan Hughes’ün suskun tavrı sayesinde usta yalanını adeta bir kurtlar sofrası olan basın camiasına yutturmayı başarıyor. Film boyunca sadece resimlerini gördüğümüz, birkaç yerde de sesini duyduğumuz Howard Hughes’ün, Amerika tarihinin en tartışmalı başkanı Nixon döneminin karışıklık ortamındaki hamlelerini görünce, dahilik ve delilik arasında gidip gelen kişiliğinin her iki parçasına da tanık oluyoruz.
Yalan söylemekle kalmayıp o yalanı yaşamaya başlayan Clifford Irving için çember zamanla daralmaya başlıyor. İş, eş, arkadaş ve böylesi bir yalancının hayatında olmazsa olmaz metres köşelerinde de sorunlar çıkmaya başlıyor. Yalan bu kadar büyük olunca, yalanın en büyük parçası olan Hughes ile kendini özdeşleştirmeye, kişilik bölünmeleri yaşamaya, hayaller görmeye başlıyor. Lasse Hallström’ün bu evredeki anlatım biçimi, kendisine ait diğer Amerikan bandrollü dramlarındaki kıvrılmalardan farklı olmadığı kadar, izleyiciyi şaşırtmaya yönelik başarı oranı yüksek müdahaleleri de kapsıyor. Son iki filmi An Unfinished Life ve Casanova’ya bakarak Hallström’ün tekrardan olgun bir işe dönüşü sayılabilecek The Hoax, nükteli dramın riskli kıvamını çoğu yerde tutturabildiği gibi, Clifford Irving karakterini bize yakınlaştırarak, onun söylediği yalanın ortaya çıkacağı süreç içinde abartısız bir gerilim de vaat ediyor. Nixon döneminin yüksek tansiyonunu, arşiv görüntülerini kes/yapıştır yöntemiyle kullanması başlarda biraz zorlama gibi dursa da, film ilerledikçe altı boş gibi duran kimi yamalar, ustaca yapılmış alıntıların doğru yerlere monte edilmesi şeklinde belgeselimsi kısa anlar yaratıyor. Üstelik hem prodüksyon ekibi, hem de Hallström’ün birçok filminde beraber çalıştığı görüntü yönetmeni Oliver Stapleton sayesinde 70’li yılların dokusunu çoğu yerde başarıyla yansıtabiliyor. What's Eating Gilbert Grape, The Cider House Rules, Chocolat gibi kaliteli işlere imza atmış olan Hallström, anlatım yönünden kendine has belli bir tarzı olmayan, yine de özenle seçilmiş oyuncular ile dram ağırlıklı filmler çekmeyi tercih eden, bu olta sayesinde biraz da zayıf kalan hikayeleri bir şekilde izlettirmeyi başarabilen kurnaz bir yönetmen. Tabi bunu Amerika sonrası basit işleri için söylüyoruz.
Scorsese’nin Leonardo DiCaprio’dan Howard Hughes yaratmasının garipliğinden ve Lasse Hallström’ün Richard Gere sayesinde Clifford Irving’i bize yakınlaştırdığından bahsettik. Elbette sinematik veya fotojenik yüzlere sahip olmayan ünlü simaların filme alınışında görülen bu sempatikleştirme yaklaşımı The Hoax’da da görülmekte. Gerçek Irving’in yüzündeki doğuştan üçkağıtçı ifadeyi Richard Gere’de temiz yüzlü bir jön olarak bulmaktayız. Aynı durum, birbiriyle çok alakasız Hughes-DiCaprio ikilisinde de baş göstermişti. Bu durum, tipik bir seyirci avlama metodu olarak görülse de, canlandırılan karakterin fiziksel benzemezliğini, anlatım gerçekliğiyle bertaraf eden yapımlar da mevcut. Üstelik zaman zaman salt yüz güzelliğinden faydalanmayıp, hatta onu bile kullanmadan inandırıcılık yakalamış yönetmenler de ayrı bir saygıyı hak etmekteler.
Bu noktada Richard Gere’in Irving görünümü, gerçek Irving’e nazaran biraz daha süslü. Pazarlama stratejileri ışığında kimi slogancıların “Gere’in en iyi performansı” şeklindeki abartılar kuru sıkıdan öte gitmiyor. Bu sayede American Gigolo, Breathless ve An Officer and A Gentleman gibi Gere filmlerine de haksızlık ediliyor. Son zamanlarda üst sınıfa mensup gözde bekar veya sicili temiz aile babası tiplemelerini üzerine yapıştırmış olan aktör için medya dolandırıcısı Clifford Irving rolü, Gere’in kendisine uysa da, Irving’e pek uymuyor sanki. Elbette kötü bir performans değil. Keza, DiCaprio’nun Howard Hughes yorumu da öyleydi. Ancak beyaz atlı prens olarak bir dolandırıcıyı canlandırmak, yüz, mimik, vücut dili olarak daha fazlasını istiyor.
Hope Davis, Marcia Gay Harden, Stanley Tucci, Julie Delpy, Eli Wallach gibi sıkı bir kadronun oyun olarak olmasa da konum olarak olgunluğu gözden kaçmıyor. Ama filmin çok önemli bir kozu daha var: Irving’in sırdaşı, suç ortağı ve en iyi dostu, çocuk kitapları yazarı Dick Susskind rolüyle İngiliz oyuncu Alfred Molina.. Başlarda tipik “iyi adamın yanında yer alan komik” karakterini canlandırdığı düşünülse de gittikçe filmin tek mizah unsuru olduğunu belli ediyor. Irving’in tam tersi, telaşlı, komik, saf ama zeki, sorgulayan, duygusal, eşine bağlı Susskind olarak Molina’nın performansı çok başarılı. Mizahi özelliklerinin yanında bu ciddiyeti de ustaca resmeden aktör The Hoax’un en renkli siması diyebiliriz. Tüm bu özelliklerin toplamında The Hoax için kişisel algılarım dışında iyi bir film olduğunu, işini iyi yaptığını söylemekte bir mahzur yok..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder