27 Ocak 2007 Cumartesi

Garden State (2004)


Yönetmen: Zach Braff
Oyuncular: Zach Braff, Natalie Portman, Peter Sarsgaard, Ian Holm
Senaryo: Zach Braff
Müzik: Chad Fisher, Alexi Murdoch

Los Angeles
’da yaşayan aktör Andrew Largeman, New Jersey’deki yakınları ve babası ile yıllardır görüşmemeyi başarmıştı. Fakat kader onu tekrar eski yaşamıyla yüzleşmek zorunda bıraktığında karşısına ona yepyeni tecrübelerin kapısını aralayan sıradışı bir kız olan Sam çıkar.
Garden State, aşk, ölüm, arkadaşlık, yalan, çocukluk, uyuşturucu, aile gibi evrensel temalara ve bunun yanında pekçok altbaşlığa da alışık olunmadık bir şekilde değinen nefis bir alternatif gençlik filmi. Ama bu American Pie gençliğinin yozluğu ile aynı satırlarda kullanılmayacak kadar farklı bir film. Alternatif kelimesi yerine göre insanlar için kafa karıştırıcı olsa da, bu kategorinin en nitelikli filmlerinden Donnie Darko'yu buna güzel bir örnek niyetine verebiliriz. Ancak Donnie Darko’nun gizemli ve karanlık yanından çok, o filmdeki sorgulayan, merak eden, veya hayatı en ufak bir parçasından yakalamaya çalışan, kendine yetmeye çalışan arayış içindeki olgun gençlik karakterlerini Garden State’de görüyoruz. Yazan, yöneten ve başrolü oynayan genç Zach Braff, yukarıda bahsedilen temalar üzerine kişisel ama yerinde tespitler yapmış ve örneklendirmiş ki, klişeden uzak ama bir o kadar da insan doğasına ait ayrıntılar denizine bizi davet ediyor. Bu kadar çok temayı ve ayrıntıyı son derece naif bir filme yedirmek gerçekten büyük başarı. Bunu en son başarmış filmerden biri de Lost In Translation idi.


Sundance Film Festivali' nin önemli filmlerinden Garden State, bizim feodal bağlarımıza pek bağdaşmayan “alıp başını gitme” olgusunu o kadar güzel sorguluyor ki, ait olduğumuz yer, arkadaşlık, aile ve aşkın tariflerini de kendine has naiflikle ve gayet başarılı senaryosuyla yapmayı başarıyor. Hatta film, hayatın anlamına dair kendine ait, aslında gözümüzün önünde duran bir formüle bile sahip. Scrubs dizisinin acar doktoru Zach Braff, Natalie Portman, Peter Sarsgaard (Boys Don’t Cry’da nefret ettiğimiz Sarsgaard’ı sevme fırsatı) ve usta aktör Ian Holm’ün içten oyunculukları senaryo ve görüntülerle birleşince film üç boyutlu bir hal alıyor ve bizi de onların arasında yaşayan biri yapıveriyor.

Zach Braff’ın felsefelerini, verdiği örneklerle destekleme yöntemi zaman zaman sıradışı. Filmi izleyenler “falanca konularda anlatılması gerekenler bunlar mı olmalı” diyerek tatminsizliklerini belirtebilirler. Gerçekten Braff’ın altına girdiği konular çok derin, kapsamlı ve yüzyıllardır insanın doğasında olan şeyler. Ama onun bunları yeniden ele alıp, test edip tez sunması gerekmiyor. O kendine bir “üslup” geliştirmiş ve bunları olabildiğince kişisel bir şekilde ve yeri geldiğinde güzel şarkılar eşliğinde (özellikle “zirve” sahnede Simon & Garfunkel’in olağanüstü güzel The Only Living Boy In New York şarkısı gibi) anlatabilmiş. Eğer kaliteli, ince esprili, zeki, duygusal ve huzur dolu bir gençlik filmi aranıyorsa, Coldplay, The Shins, Frou Frou, Nick Drake şarkıları eşliğinde zaman zaman absürd, ama aklı başında Garden State izlenmeyi hak edenler arasında.

25 Ocak 2007 Perşembe

The Jacket (2005)


Yönetmen:  John Maybury
Oyuncular: Adrien Brody, Keira Knightley, Kris Kristofferson, Jennifer Jason Leigh, Kelly Lynch, Brad Renfro, Daniel Craig
Senaryo: Massy Tadjedin, Steven Soderbergh, Peter Guber
Müzik: Brian Eno
 
Körfez savaşında başından aldığı yaraya rağmen kurtulan Jack Starks, uzun süre sonra Vermont'taki evine dönmüştür. Ancak gelişen tuhaf ve beklenmedik olaylar sonunda kendini bir cinayetin zanlısı olarak bulan Jack, deli teşhisi konarak akıl hastanesine gönderilir. Burada, doktor Becker ve asistanları tarafından Jack üzerinde bazı deneysel çalışmalar yapılmaya başlanır. Jack'e uyuşturucu maddeler enjekte edilir ve üzerine vücudunu tam anlamıyla saran bir ceket giydirilerek hastanenin morgundaki çekmecelerden birine kapatılır. Jack kısa süre sonra bazı halüsilasyonlar görmeye başlar, bu süreç onu kendi ölümünü görebileceği geleceğe doğru bir yolculuğa çıkaracaktır.
 
Bugüne kadar kayda değer bir film yönetmişliği olmayan yönetmen John Maybury sanırım bu filmle gelecekte daha iyi işler alacaktır. Çünkü film gerek oyuncu seçimi,-yer yer aksamaya uğrasa da- gerek senaryosu ve gerekse dramatik örgüsüyle benzerlerinden oldukça başarılı.

Fantastik öğeleri sinemada izlemek, “eğer gerçekten böyle olsaydı, bizim başımıza gelseydi ne yapardık” şeklinde izleyiciyi düşündürüyorsa (örneğin Memento'da Leonard Shelby’nin hastalığı bizde olsa) başarılıdır. Ya da konu olarak daha önce işlenmemiş fantastik öğelerin kullanıldığı yapıdaki filmler iyi işlenmişse her zaman izlenir. Bu tip konuya sahip filmler arasında mütevazi bir başyapıt olarak gördüğüm, her sabah uyandığında aynı günü yaşayan Bill Murray filmi Groundhog Day'i örnek verebilirim. Ayrıca özellikle Jim Carrey filmlerinde izleyiciye sunulan “Tanrı olsaydınız; yalan söyleme yetiniz elinizden alınsaydı; doğumunuzdan itibaren hayatınız bir dizi olsaydı ve sizin bundan haberiniz olmasaydı; hafızanınızı sildirebilseydiniz” sorularının işlenişini görmek herkesin merakını bir şekilde gıdıklar. Bu fantezilerimizi sinemada değişik tarzlarla izlemek keyif vericidir. O yüzden ister komedi, ister dram, ister gerilim olsun bu konular her kalıba girer.
 

Öte yandan The Jacket, daha önce izleyip beğendiğimiz pek çok filmden etkiler taşıyor. Öyleki, savaş sonrası travmatik gelgitler yaşayan karakterlerin konu edildiği filmler dahil, filmi izlerken yer yer K-Pax, One Flew Over The Cuckoo’s Nest, Butterfly Effect filmlerinden referanslar sezilebilir. Yanlış anlaşılmasın, The Jacket'in bu filmlerden üstün bir tarafı yok. Sadece konu işlenirken yaptığı çağrışımlardan dolayı bu filmler aklımıza gelebilir ve "acaba bu filmler izlendikten sonra mı" sorusunu düşünülebilir.

Yine de filmin kendi başına ayakta durmasını sağlayan öğeler de yok değil. Bunların başında tabiî ki Adrien Brody var. Sevimli ve hüzünlü yüz ifadesini o kadar yerinde kullanıyor ki, yattığı yerden bile çok iyi oyunculuk çıkarıyor. The Pianist'i nasıl sürüklediyse bu filmi de öyle sürüklüyor, gözleriniz onu arıyor. Ama The Pianist'te sürüklemek zorunda olduğuyla buradaki arasında çok fark olduğunu söylemeliyiz. The Jacket'da daha zahmetsiz ama kurgu ve konu itibariyle elinden gelenin en iyisini yapma gayretli bir oyunculuk.. Kadrodaki diğer ünlü isimler ise daha 2. sınıf kalmışlar. MacKenzie rolündeki Daniel Craig bile diğer tanınmış oyunculardan daha iyi bir performans göstermiş sanki. Öte yandan neden ceket imgesinin seçildiğini, bir ceketin bu hikayede neyi sembolize ettiğini anlamak için filmi dikkatli bir şekilde izlemek gerekebilir. Zira filmdeki deli gömleği ve ceket tezatlığının anlatmak istediği net olarak anlaşılmayabilir.

Sonuç olarak izlemesi zevkli ve ilerleyişi merak uyandırıcı, en önemlisi de Adrien Brody’nin iyi bir oyun çıkardığı başarılı bir gizem filmi The Jacket.

22 Ocak 2007 Pazartesi

Layer Cake (2004)


Yönetmen: Matthew Vaughn
Oyuncular: Daniel Craig, Tom Hardy, Jamie Foreman, Colm Meaney, Sienna Miller, Tamer Hassan, Sally Hawkins, Burn Gorman, Dexter Fletcher, Jason Flemyng, Ben Whishaw
Senaryo: J.J. Connolly
Müzik: Ilan Eshkeri, Lisa Gerrard

Daniel Craig’in oynadığı isimsiz kahraman uyuşturucu işini son derece dikkatli bir şekilde yapan, bu yüzden hiç yakayı ele vermemiş bir “işadamı”dır. Gangster değil işadamı olduğunu söyleyen X, herkes gibi birikimleri ile artık emekli olmak isterken, tepedeki adam Jimmy ona son iki görev daha verir. Dostu olan mafya babası Eddie Temple’ın uyuşturucu bağımlısı kızını bulmak ve tehlikeli gangster Duke ve tayfası ile, onların oyuna getirdiği Sırp mafyasının da içinde olduğu yüklüce ecstasy için pazarlığa oturmak. X kendisini bu karışık yumağın tam ortasında buluverir. Karmaşık ilişkilerin aslında daha da karmaşık olduğunu farkedecektir.

Prodüktör Matthew Vaughn, Guy Richie imzalı Lock, Stock & Two Smoking Barrels ve Snatch gibi muhteşem filmlerinde görev almış, bunun yanında yine benzer yapıdaki Mean Machine'e de katkıda bulunmuş ve sonunda Layer Cake ile yönetmenliğe söyunmuş başarılı bir sinema adamı.. Hatta İngiltere’de yılın en iyi yönetmeni bile seçilmiş.. Sırtını büyük ölçüde J.J. Connolly’nin aynı adlı romanına dayandıran filmi izledikten sonra, romanı merak etmemek elde değil. Piyasaya Lock, Stock.. ve Snatch etiketiyle çıkan film, hem benzer hem de benzemez öğeler taşıyor.


Bir kere Layer Cake, diğer iki filmin başdöndürücü dinamizminden oldukça uzak. Matrak diyaloglar, kaçma-kovalamaca, daldan dala atlayıp yine ayakları üzerine düşebilen bu iki film, Guy Richie’nin keskin zekasını evlere şenlik bir komedi-aksiyona dönüştürebiliyorken, Layer Cake kitaba bağlılığın da muhtemel etkisiyle daha olgun, bereketi harekette değil, diyaloglarda arayan, zaman zaman da bulabilen bir film. Peki Lock, Stock.. ve Snatch ile olan benzerliği nereden geliyor? Diğerleri kadar olmasa da renkli karakter bolluğu, ilişkilerin karmaşıklaştırılması, hikaye içinde hikaye kurgusu ve Amerikan sinemasında görmekte zorlandığımız İngiliz usulü zeka pırıltıları.. Amerikan sinemasına da fazla haksızlık etmemeli, zira 1988 Frank Oz yapımı, Steve Martin-Michael Caine imzalı, bir komedi-suç başyapıtı Dirty Rotten Scoundrels gibi zaten karışık meseleleri sonunu hazırlayarak iyice karıştıran bu tarz komedilerin seveni çok fazla.

Başrol oyuncusu Daniel Craig, tipik İngiliz soğukkanlılığı ile oynuyor ve rölünün gereklerini yerine getiriyor. Road To Perdition, Tomb Raider, The Jacket, Munich gibi filmlerdeki yan rollerden sonra nihayet son ve ilk sarışın James Bond olarak Casino Royale'de başrol aldı. Tarihin en tartışmalı Bond'larından biri olsa da, daha önceleri Timothy Dalton'un bile James Bond olduğu düşünülürse bu tartışmaların gereksizliği su yüzüne çıkıyor. Layer Cake, söylentilere göre Guy Richie’nin Swept Away filmindeki başarısızlığı üzerine onunla yollarını ayıran Matthew Vaughn’ın ilk filmi ama hiç de ilk film gibi durmayan, Richie filmleri kadar cazibeli ve eğlenceli olmasa da kendisini izlettirebilen sade bir yapım. Ve bana göre, şaşırtıcı finalde herhangi bir mesaj kaygısı olmadığını ifade edebilecek kadar zeki bir film.

20 Ocak 2007 Cumartesi

Shadowless Sword (Muyeong geom) (2005)


Yönetmen: Young-jun Kim
Oyuncular: Ji-Woo Choi, Ho-bin Jeong, Jun-ha Jeong, Su-ro Kim, Ki-yong Lee
Senaryo: Young-jun Kim

926 yılında Balhae ülkesi, Georan tarafından düşürülmüştür. Georan ise Dongranguk ülkesini kurar. Balhae’den sağ kalanlar ise ülkelerini yeniden kurmak için çalışmaya başlarlar. Ancak ailede kral olabilecek herkes öldürülmüştür. Geriye sadece bir kişi kalmıştır. O kişi de uzaklarda bir yerde saklanıp ticaretle uğraşmayı tercih eden Prens Jeonghyeon’dur. Georan, krallığın bu son varisini bulup yok etmesi için Katil Bıçaklar Ordusu’nu, Balhae ise müstakbel krallarını bulması için üstün bir savaşçı olan güzel subay Yeon Soha’yı göndermiştir.
  
Shadowless Sword, Uzakdoğu’nun destansı aşk-entrika-aksiyon üçgenine sahip son dönem yapıtların bir başka çarpıcı örneği. Bu tarzda izlediğimiz diğer filmlerde bulunan görkemli kostümleri, estetik kavga sekanslarını, etkileyici planları ve masal havasındaki oyuncu performanslarını Shadowless Sword'da da görüyoruz. Yukarıdaki üçgenle harmanlanmış filmler çoğaldıkça, kalite konusunda da bir ayrım belirginleşti. Özgün çalışmaların yanında, başarısız taklitlere de rastlanmaya başlandı. Shadowless Sword'u rahatlıkla bu türün başarılı örnekleri arasında gösterebiliriz.

Kral olmak için gerekli meziyetlere sahip olmadığını düşünen Prens Jeonghyeon ile, onun kral olabilmesi için hayatını ortaya koyan subay Yeon arasındaki gizemli çekim, tarihi epik aksiyon filmlerinde rastladığımız tutkulu aşk üçgenlerine benzese de, burada bir üçgenden ziyade, kral-hizmetkar romantizminin çekiciliği söz konusu. Ama bu romantizm, filmin sonuna dek korunan bir kontrole sahip. Daha çok, sadakat ve inanç kavramlarını yücelten bu ilişki, tüm kötülüklere karşın ayakta kalabilmenin yolunu bu kavramlara dayandırmakta ve onları korumakta buluyor. Aşk üzerindeki tül perdeyi ise aynı titizlikle yerinde tutuyor.


Yine masalsı filmlerde, dönemin en büyük silahı olan kılıçlara çeşitli kişilikler, fantastik güçler veya o kişilikleri ve güçleri sembolize eden anlamlar yüklendiğini görmekteyiz. Bu filmde de yine hakimiyeti temsil eden bir kılıç bulunmakta. Üstelik yine fantastik ve oldukça yaratıcı bir kılıç tekniğiyle de tanışıyoruz. Bu unsurlarla beraber filmdeki görkemli kostümler, planlar, mekanlar ve dövüş sahneleri, filme anime-bilim kurgu tadı vermekte ve bu tat, tarihi filmlerde görülmesi muhtemel kasvetli havayı da dağıtmakta. Özellikle de pazar yerinde, damda, ormanda, su altında ve finalde izlediğimiz kavga sahneleri, koreografisi ve estetiğiyle keyifli anlar yaşatıyor.

Lee Seo-jin, Yoon Soy, Lee Gi-yong ve Shin Hyeon-joon, Güney Kore sinemasının yeni nesil popüler ve yetenekli oyuncularından. Bu iki erkek, iki bayan oyuncu, iki iyi-iki kötü karakteri yansıtırken, kötülerin bile olgun bir şekilde karakterize edilmesini sağlıyorlar. Her masalın bir kıssadan hissesi olduğu üzere Shadowless Sword'un mesajı da, “kılıç insanları öldürmek için değil, senin değer verdiğin bir şeyi korumak içindir” şeklinde ve bu mesajı destekleyen güçlü bir öyküye, estetik bir görselliğe sahip. Kimilerine aşırı fantastik kaçan bu türün meraklılarının kesinlikle kaçırmaması gereken bir film.

Hostel (2005)


Yönetmen: Eli Roth
Oyuncular: Jay Hernandez, Derek Richardson, Eythor Gudjonsson, Barbara Nedeljakova, Jana Kaderabkova, Jan Vlasák
Senaryo: Eli Roth
Müzik: Nathan Barr

İki üniversiteli arkadaş olan Paxton ve Josh, yeni tanıştıkları İzlandalı Oli'yi de yanlarına alarak küçük bir Avrupa gezisine çıkmaya karar vermişlerdir. İyi vakit geçirmek amacındaki kafadarlar Amsterdam'da vakit geçirirken, Slovakya'da çok daha ucuza tatil yapabileceklerini ve güzel kızlarla tanışabileceklerini öğrenirler. Bunun üzerine hiç düşünmeden bu ülkeye doğru yola çıkarlar. Gider gitmez odalarına yerleşirler ve oda arkadaşları Natalya ve Svetlana adlı genç ve güzel iki kızla tanışırlar. Ne var ki, içlerinden Oli'nin ortadan kaybolması herşeyi değiştirir. Olayı araştırdıkça yabancıları kaçırıp işkence ile öldüren bir yeraltı örgütünün izlerine ulaşacaklardır.


Eli Roth, Quentin Tarantino desteğini de arkasına alarak yazıp yönettiği Hostel'den önce Cabin Fever isimli bir gerilime de imza atmış, düşük bütçeli korku-gerilim filmlerinin ortak özelliği sayılabilecek klişe unsurları bolca kullanmış bir yönetmen. Hostel'in ardından, farklı oyuncularla çekmeyi düşündüğü Hostel 2'nin yanında Hücre, Kutu, Kötü Tohum, Leş Yiyen Avcısı gibi isimlere sahip filmleri çekmeyi planlıyor. Hostel, Tarantino’nun “Korkunun Geleceği” diye lanse ettiği Roth’un vizyonu hakkında az çok fikir vermekte.

Film için pek çok referanstan söz etmek mümkün. Eurotrip gibi başlayan filmin ilk bölümleri, onun kadar eğlenceli olmasa da, bodrum katına doğru giden prosedürün nasıl işlediği hakkında oldukça başarılı. Hatta Eurotrip'teki “trende taciz” sahnesi bile fazlasıyla çağrışım yapmakta. Bu tip benzerlikler (veya kasti alıntılar) bununla sınırlı da değil. Eli Roth özellikle Pulp Fiction'a çok fazla selam yollamış. Otel lobisindeki televizyonda dublajlı Pulp Fiction'da, Jules’un İncil pasajı okuduğu sahne bunlardan en bariziydi. Marsellus’un inlemeleri nasıl Butch’un vicdanını titrettiyse, Kana’nın çığlıkları da Paxton’u aynı etkiyi yapıyor. Hele takip esnasında sokak ortası tesadüf, Pulp Fiction'daki Marsellus-Butch rastlantısına bu kadar benzer. Soyunma odasındaki geveze kasap da bir Tarantino filminin senaryosuna çok yakışırdı.

Hostel'de Tarantino’nun yanı sıra Takashi Miike’nin de etkisi görmezden gelinmemeli. Belki de sırf bu etki yüzünden film sıradanlığından bir nebze sıyrılmayı başarıyor. Miike aynı zamanda bir kez göründüğü filmde çok çarpıcı bir repliğe de imza atıyor. Bodrumdaki sahnelerde, koridorlarda onun ayak sesleri duyuluyor sanki. Filmin belki de en orijinal sahneleri olan bu “gore” gösteri, özellikle bu tarza ilgi duyan izleyici kitlesini gayet memnun edebilecek, hatta daha da fazlasını bekleyenlerin heveslerini kursaklarında bırakabilecek anlarla dolu. Ama Roth, bu mezbaha atmosferini, sırf kahramanına kahramanlık yaptırma kaygısıyla geleneksel klişelere kurban etmekte gecikmiyor. Altyapısını yer yer gerekli, kimi zamanda fuzuli detaylarla uzattığı kendi Eurotrip'ini, kabus triplerine idare eder biçimde döndüren Roth, filmin sonrasında iki ayağı bir pabuca girmişçesine o alıştığımız kaçış-takip-intikam üçgenine giriyor. Bunu yaparken de Tarantino tesadüfleri ile kendi klişe birikimlerini harmanlayarak filmi yabancısı olmadığımız şekilde bitiriveriyor.


Tarantino, Kill Bill setinin tozunu yutmuş Eli Roth’a kendi ekolüne uygun gördüğü bazı vasıflara sahip olmasından dolayı omuz vermiş olabilir. Bazı yönlerden haksız da sayılmaz. Onun yakın dostu Robert Rodriguez’de bir zamanlar Roth gibi düşük bütçeli, amatör ruhlu, mantık örgüsü üzerine fazla kafa yormayan filmler yapmıştı. Ama Tarantino veya Miike bazlı Uzakdoğu beslenmesi ortaya Hostel gibi ne olacağına karar verememiş filmler dizisi çıkaracaksa, Roth için bunun bir yol ayrımı olduğunu söylemek yanlış olmaz. En azından bir sonraki filminin afişinde "Hostel’in Yönetmeninden” ifadesine rastlamamız olası. Bünyesinde barındırdığı bayat mizah anlayışı, sakız delisi çocuk çetesi, işkence müzesi, dil ve aksan karmaşası, malum tesadüfler silsilesi orijinal şeyler peşinde beyhude koşuyor. Sebebi de Roth’un omzundaki melekler ve onlardan ödünç aldığı umursamaz disiplinden kaynaklanıyor.

Oyunculuk yönünden Jay Hernandez’den başkasından bahsetmek ne derece doğru olur bilinmez. Her ne kadar Hostel 2'de farklı karakterler düşünülse de, kahramanlığını açık ara ilan etmiş Paxton karakteri için, belki ilerde bir bilgisayar oyunu bile yapılabilecek potansiyel mevcudiyet sağlanmaya çalışılmış. Kısacası Eurotrip gibi başlayıp, belki de Miike’nin devreye girmesi ile kabusa dönüşmüş, Kana’nın çığlıklarıyla birlikte Tarantino’nun ayak seslerini duymaya başladığımız filmden, Roth’un piyasa kaygılı klişesiyle ayrılıyoruz.

19 Ocak 2007 Cuma

Let It Ride (1989)

Yönetmen: Joe Pytka
Oyuncular: Richard Dreyfuss, David Johansen, Teri Garr, Jennifer Tilly, Allen Garfield, Edward Walsh
Senaryo: Nancy Dowd
Müzik: Giorgio Moroder

At yarışı tutkunu Trotter, bu tutkusu sonucu yaşadığı kayıpları yüzüden karısı Pam ile ilişkisine çeki düzen vermek ister. Ona bahislere girmeyeceğine söz verir. Trotter’ın arkadaşı taksi şöförü Looney’nin ise müşterilerinin arka koltuktaki konuşmalarını kaydederek arkadaşlarına dinletme huyu vardır. Bu kayıtlardan birini tesadüfen Trotter’a dinletince olan olur. Kasette konuşan iki adam, ertesi gün yapılacak koşuda Charity isimli atın birinciliğinin ayarlandığını söylemektedir. Trotter hiç tereddüt etmeden 50 dolar ile bahislere katılır. Tuhaf bir şekilde Trotter o gün feci şekilde şanslıdır. Yarışı Charity kazanır ve ondan sonra artık Trotter’ın durmaya niyeti yoktur..

Jay Cronley’nin Good Vibes kitabından Nancy Dowd’un senaryolaştırdığı Let It Ride, basit konusundan hareketle şans, evlilik, din, arkadaşlık, burjuvazi gibi olguları bünyesinde barındıran, fakat şans hariç diğerlerine hiçbir şekilde doğrudan göndermede bulunmayan değişik bir komedi örneği. Hızlı temposu, klişe olmaktan kaçınan senaryosu, zeki esprileri, 80’li yılların doğal rüküşlüğü, özenle seçilmiş gayet komik yan karakterleri ve de en önemlisi Richard Dreyfuss faktörü, filmi benzerlerinden ayıran özellikler..

Filmin şans üzerine söyledikleri başlangıçta “şanslı olduğunun farkına varmamak” yönünde ivme kazanacak gibi görünüyor. Ama Let It Ride, şans ana başlığı etrafında dönüp duran komik olaylar ve komik tiplemeler ile kendi kabuğunda bir özgünlük yaratmayı beceriyor. Bu kabuktan da anlaşılabileceği gibi, 80 küsür dakika süresince başdöndürücü bir hızla ilerleyen film, kısa sayılabilecek süresi içinde karakterlerini komedi türüne uygun, fakat bir o kadar da benzerlerinden farklı bir yola sokuyor. Filmde hissedilen bu farklılık hissi, önemli ölçüde hınzır senaryoda hissediliyor. Aynı durumda söylenecek daha basit bir cümle yerine, daha komplike ama kesinlikle daha eğlenceli bir benzerini yeğlediğine pek çok yerde tanık oluyoruz. Az da olsa durum komedisine başvurması, yine bu tavır sayesinde yapay durmadığı gibi, hoş bir denge sağlıyor.

Filmin, izleyiciyi içine çeken iki ayağı bir pabuca girmiş yapısı, beraberinde o izleyiciye hızlı bir diyalog takibi de dayatıyor. Ancak bu dayatmanın sonuçları genelde olumlu yönde. Bizi boşuna olmayan hızına alıştırmasında, her biri birbirinden ilginç karakterler ve tabi ki Dreyfuss’un hiperaktif oyunu çok etkili oluyor. Filmin vites düşürdüğü anlar ise bir o kadar renkli. Trotter’ın kazandığı yüklü miktardaki parayı almak için gittiği gişede gişe görevlisiyle karşılılı yaktıkları sigara ile sohbet etmeleri, foto finiş anları, tuvaletteki dua sahnesi çok keyifli. Trotter’ın Pam’i evinde yarı sızmış şekilde bulduğu sahne, gerçek şans üzerine kısa süreli bir duygu esintisine yol açsa da, 80’lerden beklenmedik şekilde doğrudan mesaj yerine, izleyiciye sessizce elektriğini iletme yolunu seçiyor. Üstelik bu yöntemi pek çok komik sahnede de benimsiyor. Böylece “mesaj verme” ile “düşündürme” arasındaki ince çizgiden ikincisine daha bir fazla oynuyor.

Yüzde doksanı hipodromda geçen Let It Rıde, çimde koşan atlardan çok, kenarda onlara umut bağlamış başta Trotter olmak üzere her kesimden insanın umut koşuşturması üzerine farklı ve akıl dolu bir komedi. Trotter’ın yaşadığı sıra dışı gün, Groundhog Day'deki hava durumu sunucusu Phil Connors’un o sürekli yaşadığı gün gibi, mistik güçlerce hediye edilmişlik benzerliği taşıyor. Her kumarbazın hayaline bir anda sahip olan ve sürekli kazanmaya başlayan Trotter, yine filmin genel karakterine bağlı olarak iletmek istediği mesajı izleyene bırakıyor. Hatta filme sorsanız, size bir mesaj iletmek istemediğini bile söyleme ihtimali vardır.. Özellikle de kumarın ahlaki boyutu üzerine..

Sinemaya eskisi kadar sık devam etmeyeceğini, kendini daha çok tiyatro çalışmalarına vereceğini söyleyen Richard Dreyfuss’un performansı büyüleyici.. Özellikle bahisleri kazandığı anlardan sonra Trotter bedeninde Dreyfuss’u tam bir trans durumunda görebiliyoruz. Bu abartılı bulunma tehlikesi içeren sevinç gösterisinin, hep kaybeden olmuş Trotter’ın artık sürekli kazanmaya başlamasıyla anlaşılabilir hale geldiği de söylenebilir. Hipodrom ahalisi tarafından asla kaybetmeyecek bir efsaneye dönüşmesi ve izleyenin buna verdiği gayri ciddi reaksiyon da büyük ölçüde Dreyfuss’un çizdiği üçkağıtçı kumarbaz tiplemesi ile sağlanıyor. Dreyfuss’dan sonraki en iyi performans, Looney rolü ile David Johansen’e ait. Onun da zaman zaman Trotter’dan aşağı kalır yanı kalmıyor ve bu hızlı komediye çok uygun bir oyuncu olduğunu belli ediyor. 80’lerin güzel aktrislerinden Teri Garr ve Jennifer Tilly ile iyi tasarlanmış diğer karakterler Let It Ride'a komedi yanında hafiften vodvil-müzikal-kabare havası da katmaktan geri durmuyor.

15 Ocak 2007 Pazartesi

Jacknife (1989)

 

Yönetmen: David Hugh Jones

Oyuncular: Robert De Niro, Ed Harris, Kathy Baker, Charles S. Dutton

Senaryo: Stephen Metcalfe

Müzik: Bruce Broughton

 

Zamanında Vietnam'da çarpışmış iki dostun yıllar sonra buluşması, bu eski dostlardan Joseph'ın (De Niro), bunalımını ve sendromunu halen üzerinden atamamış David'in (Harris) kızkardeşi ile çıkmaya başlaması, ardından gelen anılar, hatalar ve yüzleşmelerle fazlaca bunaltılmamış sade yaşamlar üzerine bir film. Daha önce TV'de bir iki kez denk gelmeme rağmen izleyememiş olduğum, iki usta oyuncunun performanslarını merak ettiğim bir filmi daha aradan çıkarmış oldum. De Niro 80'ler sonunda ne ise oydu ve çok sevimli, aynı zamanda klastı. Beni esas etkileyen Ed Harris'in durmadan içen, sorunlu asker eskisi David Flannigan olarak çok çarpıcı bir role imzasını atmış olmasıydı. Hikaye olarak çok fazla beklenti içine girilmemesi gereken, fakat yine de kişisel performansların basit ve klişe bir hikayeyi anlamlı kılmaya çalıştığı mütevazi filmlerden biriydi.

13 Ocak 2007 Cumartesi

Le Serpent (2006)

 

Yönetmen: Eric Barbier

Oyuncular: Yvan Attal, Clovis Cornillac, Minna Haapkylä, Olga Kurylenko, Pierre Richard, Simon Abkarian

Senaryo: Eric Barbier, Ted Lewis

Müzik: Renaud Barbier

 

Fuhuş tuzağıyla şantaj yaparak zenginlerden para sızdıran Plender'ın son hedefi, iki çocuklu ve eşinden boşanmak üzere olan moda fotoğrafçısı Vincent'dır. Aslında ikisi arasındaki meselenin şantajdan öte farklı bir boyutu olduğu anlaşılır. Tertemiz bir prodüksyon, cıva gibi bir polisiye/macera.. Ama son zamanlarda Fransız sinemasının gişe yapımlarında sıkça görüldüğü üzere, tipik bir Hollywood öykünmesi aynı zamanda. Roman uyarlamasıymış kendisi, fakat romanda da bildik gerilim unsurları (aniden omuzda bitivermeler, kıvrak saklanışlar, tam vaktinde müdahaleler vs.) benzerini çokça gördüğümüz biçimde mi anlatılmıştır acaba? Birçok filmi anımsatabilir. İlk aklıma geleni kıyıdan köşeden Derailed oldu mesela. Onu seven, bunu kesin sever. Bahsettiğimiz, türün kurdu olmuş izleyici kesiminin dağarcığına yeni birşey katmayacaktır. Fakat özellikle onlara iyi vakit geçirteceği kesindir. Canınız, başını sonunu tahmin edebileceğiniz halde sürükleyen bir macera çekerse yumulun derim. Ama papazların da fazla pilav yüzünden hazımsızlık çekebileceğini unutmayalım.

11 Ocak 2007 Perşembe

The Promise (Wu Ji) (2005)


Yönetmen: Kaige Chen
Oyuncular: Dong-Kun Jang, Hiroyuki Sanada, Cecilia Cheung, Nicholas Tse, Ye Liu, Hong Chen
Senaryo: Kaige Chen
Müzik: Klaus Badelt
Küçük Quingcheng, bir savaş sonrası ölüleri yağmalamaktadır. Karşısına çıkan Tanrıça Hanshen, dünyanın tüm zenginliklerine sahip olabileceğini, ama karşılığında bir fedakarlık yapmasını teklif eder. Bunun bedeli olarak aşık olduğu herkesi kaybedecektir. Quingcheng bu teklifi kabul eder. Aradan 20 yıl geçer.
 
Çin, Japonya ve Güney Kore ortak yapımı The Promise (Wu ji), Uzakdoğu sinemasının güçbirliğini yansıtan ve yine bu camianın tanınmış oyuncularını epik bir peri masalında bir araya getiren çok başarılı bir yapım. Çinli yönetmen Kaige Chen, Together ve Farewell My Concubine gibi iki başarılı filme imza atmıştı. Oyuncular da Uzakdoğu sinemasının aşina olduğu yüzlerden oluşuyor. Mesela Koreli aktör Dong-Kun Jang’ı, Taegukgi, 2009: Lost Memories filmlerinden hatırlıyoruz. Japon aktör Hiroyuki Sanada’yı ise Ringu serisi ile birlikte, uluslar arası başarı kazanmış iki film olan The Twilight Samurai ve 2003 Edward Zwick yapımı The Last Samurai'de Tom Cruise ile birlikte izlemiştik. Çinli oyuncular Cecilia Cheung, Nicholas Tse ve Ye Liu da ülkelerinde oldukça popüler konumdalar. Bu karma kadro, hüzün yüklü oyunculukları ile bu masalı taçlandırıyorlar.

Filmin bazı çevrelerce 2002 tarihli efsanevi Yimou Zhang yapımı Hero ile kıyaslanması pek şık durmuyor açıkçası. Her iki filmin basit bir öyküyü destansı anlatımla sunmasına, anime-manga kültüründen beslenen kuşakların ilgileri büyük ölçüde etki ediyor. Sonuç olarak bu bir kültür anlayışı ve bu iki film arasında yapılan kıyas batı kaynaklı.. Bu stili benimsemiş nice film varken referans olarak Hero'nun gösterilmesi, Hero'nun muhteşem bir eser olmasının ötesinde, batıya pazarlanış şekli ile de ilgili bir konu. The Promise’i eleştirirken ilk yapılacak iş, filmi Hero'nun gölgesinden uzaklaştırmak olacaktır.
 

Tarihi epik savaş filmlerinin gerektirdiği görkemli alanlar, kalabalık ve organize figürasyon, özel efektlerle birleşince The Promise, üzerine düşen görevin ilk ayağını başarıyla geçmekte. Öte yandan tüm bunlara aşk ve melodram katılacaksa onun için de özel, manalı yüzlerin duygu yüklü oyunculukları gerekecektir. Ama bu oyunculuklar, anlatılanın bir masal olmasının getirdiği hafif abartılı bir şekile de bürünmektedirler. Bu tip oyunculuklar The Promise'de de bulunmakta ama Hero kadar olmasa da ekstradan kimi sahnelerde gerçekliği de barındırmakta. Tüm bunlar, olağanüstü mekanlar, tasarım harikası kostümler ve etkileyici görüntülerle birleşince keyifli iki saat geçirme ihtimali artıyor.

Özellikle finaldeki dörtlü aşk ve sadakat hesaplaşmasına ulaşıncaya kadar, basit gibi duran konunun nasıl çiçek gibi açılıp serpildiğini görmek bu sinemanın karakteristik özelliklerinden biri.. Ana tema gerçek aşk ve bağlılık sorgulaması olunca, genelde tek bir doğru olduğu savunulur. Ancak The Promise, bu doğrunun bir ucunu da izleyene bırakıyor. Ayrıca Hero, Kung-Fu Hustle, Crouching Tiger, Hidden Dragon ve benzeri filmlerdeki yerçekimine meydan okumayı tuhaflık değil, estetiklik olarak algılayanların izlemesi gereken filmlerden biri olarak da heybetli bir şekilde karşımızda duruyor.

Utopía (2003)


Yönetmen: María Ripoll
Oyuncular: Leonardo Sbaraglia, Najwa Nimri, Tchéky Karyo, José García
Senaryo: Juan Vicente Pozuelo, Curro Royo
Müzik: Najwa Nimri
 
Adrian çocukken yaşadığı sıradışı bir deneyim sonucu, geleceği görebilme gibi doğaüstü bir güce sahip olduğunu farketmiştir. Ancak bu güç ilerleyen yıllarda onun toplumdan uzaklaşmasına neden olur. Çünkü neler olacağını bilerek hiçkimse ile ilişki kurması mümkün olmamaktadır. Öte yandan eski bir polis memuru olan Herve, karısı ve kızını öldüren katilin peşinden koşarken görme duyusunu kaybetmiştir. Angela ise İspanya'daki rahat yaşantısını bırakarak Güney Amerika'ya gitmiş ve burada bir örgüt için çalışmaya başlamıştır. Kader, birbirinden tamamen habersiz bu üç insanı Madrid'de biraraya getirir.
 
Leonardo Sharaglia’yı Intacto'dan tanıyanlar çoğunluktadır. Bu tip filmlerin aranılan oyuncusu haline gelen Sharaglia, bu filmde de rolünün gereğini (fazlasını değil) yerine getiriyor ve ortalama bir oyunculuk sergiliyor. Utopia'nın Intacto ile anılması sadece Sharaglia’dan kaynaklanmamalı. İki film arasında kimine göre uzak gelebilecek bir ruh kardeşliği mevcut. Intacto'daki “şanslı insanlar”ın oluşturduğu yeraltı cemaatinin yerini bu filmde “geleceği görebilenler”in bir çatı altında toplanmasını ve bu yeteneklerini doğru şekilde kullanmalarını amaçlayan Ütopya cemaati alıyor. İspanyol sinemacıların bu tip doğaüstü güçlere olan merakı, İspanyol toplumunun merakına istinaden mi, yoksa kişisel seçimleri midir bilinmez ama her iki filmden aynı ölçüde memnun olmak zor.


Utopia'dan daha başarılı bir grafik çizen Intacto, içinde konuşmaya değecek anlar barındırmayı başarmış bir film olmasına rağmen, farklı konusu üzerine benim gibi Fincher gerilimi bekleyenleri yarı yolda bırakıyor. Gerçekten de her iki filmden de o kadar güzel ve unutulmaz anlar çıkabilirdi ki.. Intacto bir yere kadar ama Utopia ziyan olmuş bir film bana göre. Oysa geleceği görme (ki bu özellik filmde sadece kahramanın kendi başına gelecekleri görme tevazusunu göstermiş) yeteneğine sahip bir genç adam, kör ve zeki bir polis eskisi, burjuvaziyi reddedip bir örgüte sığınan Angela gibi karakter zenginliğinden çıkabilecek film bu mudur derseniz tartışılır.
 
Filmin ana amacı başlarda belirtiliyor ama sonunda o amaçtan eser bulamıyorsunuz. Artık filmin tansiyonunun yükselmesini beklemekten sıkılıyorsunuz. Aslında bir tansiyon mevcut ama şaşırtan, oyalayan bir tansiyon değil. Sıradan bir macera filmi ayarındaki finalden sonraki kutsal hedefe ulaşıldığına dair birşeyler arıyoruz ama yönetmenin bencilliği ile karşılaşıyoruz. Kasvetli atmosferin karizmasını bir filme yedirmek beceri ister ama bu büyük ölçüde yedirmek istediğiniz filmin karizmasına bağlıdır.

Oyunculuk olarak bakıldığında ise üç ana karakterin iyi birer oyuncu oldukları su götürmez. (Zaten Tchéky Karyo’yu bilen bilir.) Ancak bu filmde sivrilmiş bir oyunculuk, bir zirve izleyemediğimi düşünüyorum. Başta yazılmış filmin konusunu okuyan bir oyuncunun rahatlıkla ağzının suyu akabilir, kendini gösterme veya mesleğini ilerletme fırsatı bulduğunu düşünebilir. Ama bu film buna izin verir mi o tartışılır. Kısacası, klişe olmaktan kaçınırken klişe olan bir film Utopia.

10 Ocak 2007 Çarşamba

The Constant Gardener (2005)


Yönetmen: Fernando Meirelles
Oyuncular: Ralph Fiennes, Rachel Weisz, Danny Huston, Hubert Koundé, Bill Nighy, Daniele Harford, Pete Postletwaite
Senaryo: Jeffrey Caine
Müzik: Alberto Iglesias

Tessa Quayle
bazı araştırmalar yapmak için bulunduğu Kuzey Kenya'da vahşice öldürülür. Diplomat ve amatör bir bahçıvan olan kocası Justin, eşinin ölümü ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmak için katili bulmaya çalışırken olayın boyutlarının aslında çok daha büyük olduğunu farkedecektir.

The Constant Gardener hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki, öncelikle bunları bazı başlıklarda toplamakta yarar var.

Afrika: Yüzyılların kölesi olmuş Afrika’nın kadersizliği 21. yüzyılda halen sürmekte. İç savaşlar, diktatörler, kuraklık, açlık, AIDS ve daha nice sorunlar, dışarıdan bakan bizlerde maalesef sadece acıma hissi uyandırıyor. Hotel Rwanda veya Black Hawk Down gibi filmlerden de aşina olduğumuz bir acı gerçek. Süper güçlerin oyuncağı olmuş bu coğrafya için yapılan onca çağrılara, yardımlara, sosyal aktivitelere rağmen değişen bir şeylerin olmadığına, tam aksine üzerinde oynanan oyunların, ekonomik ve politik rant haline getirilmenin, deneme tahtası yapılmanın getirdiği bedelin ne kadar ağır olduğuna bir kez daha tanık oluyoruz. Bu insafsız sömürgeciliğin bir başka dehşet verici yönüyle, yani büyük ilaç şirketlerinin diplomatik kanallar işbirliğiyle kobay olarak kullandığı Afrika ile tanışıyoruz.


Oyuncular: Geç de olsa gerçeğin peşine düşen, duygusal diplomat Justin Quayle rolüyle Ralph Fiennes ve ilaç yolsuzluğunu ortaya çıkarma uğruna hayatını ortaya koyan idealist eş Tessa rölüyle En İyi Kadın Oyuncu Oscar'ı kazanan Rachel Weisz, bu film için kesinlikle doğru insanlar. Fiennes’in aktör olarak portresi çok renkli. Acımasız bir nazi subayından, iflah olmaz bir romantiğe kadar canlandırdığı her rolü üzerine cuk oturtan bir oyuncu. Özellikle epik filmler için yönetmenlerin tercihi olmasının sebeplerinden biri de bu olsa gerek. Bu ikilinin yanı sıra Bill Nighy ve Pete Postlethwaite gibi karizmatik iki oyuncuyu izlemek de ayrı bir keyif.

Fernando Meirelles: Geldik filmin en önemli unsuru olan yönetmen Fernando Meirelles’e. 2002 yapımı Cidade de Deus (City Of God) filminin unutulmaz yönetmeni, bu filmle sinema sanatına adeta yeni bir soluk getirmişti. Başdöndürücü kurgu, doğal oyunculuklar, hareketli kamera oyunları, her biri hafızalara kazınası 2-3 saniyelik nefis planlar ve bunların içine sinsice sızan ruh..Aynı ustalık The Constant Gardener'da da mevcut. Meirelles bu kez sihirli kamerasını City Of God'daki Brezilya’nın arka sokaklarından, ağlayan kıtanın talihsiz bir sürü kentinden biri olan Kenya’da dolaştırıyor. Her iki filmdeki belgesel havasını mutlaka solumak gerek. Afrika renklerinin ve Alberto Iglesias’ın müziğinin kullanımı görüntülerle o kadar uyumlu ki.

Anlata anlata bitirilmeyecek bu görüntü zenginliği, arka yüzüne hayatın acı-tatlı yüzünü özetleyen yazıların bulunduğu Afrika’dan yollanmış yüzlerce kartpostala benziyor. Bu görüntülerin anlattıkları zihinlere o ikişer üçer saniyelik darbeleri acımasızca indiriyor. Golf sahasından kenar mahallere dönen kamera, siyah beyaz kuşların senkronize uçuşları, sokaktaki AIDS gösterisi, küçük Abuk’un göründüğü her sahne ve yine bu insanlık dramının en acıklı mağdurları, çocuklar.. Hepsi, bahsettiğimiz hızlı kurguda izleyene anlık gel-gitler yaşatan vur-kaç anları. Tony Scott veya David Fincher gibi görüntü estetiğini bir sinema ahlakı olarak gören yönetmenlerin Fernando Meirelles’in deneysel, belgesel tarzına hayran olduklarını tahmin etmek o kadar zor olmasa gerek.


John le Carré romanından uyarlanan The Constant Gardener, aşkın da bir bahçeyle ilgilenir gibi ilgi istediğini geç fark eden bir diplomatın, telafi için hiç kimsenin besleyip sulamadığı, dünyanın en büyük ve güzel bahçelerinden biri olan Afrika’ya uzanan gizemli yolculuğunu anlatan bir görsel şölen. Aynı zamanda o bahçeyi kendi arka bahçesi haline getirmeye çalışanlar (ve ne yazık ki getirenler) olduğu müddetçe hep acı çekecek olan bir kıtanın ağlayışı. Aşkın suladığı, stil sahibi bir politik gerilim.

8 Ocak 2007 Pazartesi

Dear Wendy (2005)


Yönetmen: Thomas Vinterberg
Oyuncular: Jamie Bell, Bill Pullman, Michael Angarano, Danso Gordon, Alison Pill, Mark Webber, Novella Nelson, Chris Owen
Senaryo: Lars von Trier
Müzik: Benjamin Wallfisch

Ne kendine güveni ne de bir arkadaşı olan Dick, bir gün yanlışlıkla küçük bir tabanca satın alır ve ateşli bir hevesle savunduğu barışçı görüşlerine rağmen tuhaf bir şekilde bu silahı sahiplenir. Kısa süre sonra, Amerika’nın güneydoğusundaki bu küçük kasabada yaşayan kendi gibi toplum dışına itilmiş yalnız gençleri etrafına toplar ve “Züppeler” adını verdiği gizli bir kulüp kurar. Kulübün temel ilkeleri, silahlara tutkuyla bağlı olmak ve barışçı olmaktır. En önemli kural ise toplum içinde silahlarını asla kullanmamaktır. Ne var ki, kuralların ihlal edilmesi gerektiğini öğrenmeleri uzun sürmez.

Lars Von Trier’in yazdığı, Thomas Vinterberg’in yönettiği Dear Wendy, bu iki ismin tarzlarının buluşma noktası olmuş bir Danimarka-Fransa-Almanya-İngiltere ortak yapımı. Film, Trier’in bir süredir meşgul olduğu Dogville-Manderlay-Washington üçlemesinin ana hedefi olan Amerikan sisteminin farklı çarklarından bir başkasıyla ilgili söyleve sahip. İsimsiz bir güney kasabasında geçimini madencilikle kazanmaya çalışan insanların fonunda, bir grup genç bir araya gelerek Dandies (Züppeler) adında bir grup-klüp-çete kuruyorlar. Kendilerine özgü kurallar, kıyafetler, hayat tarzları geliştirmelerinin yanı sıra onları diğer akranlarından ayırmaya yetecek tek özellik, bu küçük grubun çeşitli ebatlardan oluşan silahlara sahip olmaları. Üstelik bu silahların isimleri, hikayeleri, cinsiyetleri hatta kişilikleri bile var.


Michael Moore
belgeseli Bowling My Columbine veya Gus Van Sant filmi Elephant'ın ele aldığı silah fenomeninin yanında, Dear Wendy’de, bir zümreye ait olma ve bir inancın parçası olma yolunda karşılaşılan özgürleşme, kendini arayış, dayanışma ve zorlamalar farklı bir dille anlatılmaya çalışılmış. Bu anlamda silah unsurunun, sıkışıp kaldıkları kasabanın boğucu atmosferinde yaşamak zorunda kalan gençlik için kişisel varoluşlarını elde etmelerini sağlayacak, kontrol edilmesi zor bir gücü sembolize ettiğini söyleyebiliriz.
Ama bu kontrolü zor gücü kullananın yine insanın kendisi olduğu gerçeğini göz ardı ediyoruz. Bu tıpkı trafik kazalarına sebep olan bir “trafik canavarı” yaratmaya benziyor.

Gençlerin sahip oldukları silahlar, bir yerde onların etraflarındaki sıradan arkadaşlarına alternatif, sıradışı arkadaşlar. Belki de bu yüzden onlara bu derece bağlılık duyuyorlar. Törenle onlara bağlılık yemini ediyorlar, onları araştırıp okuyorlar, onların içinde olduğu oyunlar oynuyorlar. Öyle ki, Billy Elliot filminden tanıdığımız Jamie Bell’in oynadığı Dick, başta oyuncak zannettiği tabancasına bir ad koyuyor, cinsiyetini belirliyor ve tıpkı diğerleri gibi o silah cebindeyken kendini hiç olmadığı kadar güvende hissediyor. Artık o tabanca Dick’in kız arkadaşı oldu ve başka birisi ona dokunup okşadığında ihanete uğradığı hissine kapılıyor. Böylece ateşli silahlar üzerine kurulu ergenlik doğası, bu “kaybeden” genç pasifistleri silah bağımlısı yapma ironisine kadar gidiyor. Zamanla tüm hayatlarını ele geçirmeye başlayan bu tutku, onlara güven duygusunun yanında gerçekten olgunlaştıklarını da hissettiriyor. Susan’ın göğüslerinin büyümesini bile silahlarla ilişkilendirmesi de buna bir örnek. Sıkıcı kasabalarını, sıkıcı hayatlarını daha renkli, daha züppe, kendi kuralları olan bir hayatla değiş tokuş etmeyi başarsalar da, küçük cemaatlerinde silah üzerine koydukları kuralların yıkılacağını tahmin etmek sürpriz olmazdı zaten.


Dear Wendy, son zamanlarda Lars Von Trier’de gördüğümüz teatral tasarımı kullanmış. Kapalı mekanlar ve birkaç açık alan dışında filmin merkezi noktası büyük bir tiyatro sahnesini anımsatan bir meydan. Tamamı Danimarka’da çekilmiş filmde Jamie Bell dışında, Lost Highway, While You Were Sleeping filmlerinden tanıdığımız Bill Pulman, güney aksanlı tekinsiz şerif rolünde, isimleri pek duyulmamış diğer genç oyuncular da Dandy rollerinde oldukça başarılılar. Dear Wendy, temelde işçi sınıfı politikası veya ebeveyn didaktizmi yapmadan, The Zombies grubunun nefis şarkıları eşliğinde Amerikan değerlerini Trier sivriliğinin daha ana akım damarlarıyla ile ele almış başarılı bir yapım.

7 Ocak 2007 Pazar

36 Quai des Orfèvres (2004)


Yönetmen: Olivier Marchal
Oyuncular: Daniel Auteuil, Gérard Depardieu, André Dussollier, Roschdy Zem, Valeria Golino, Daniel Duval, Francis Renaud
Senaryo: Dominique Loiseau, Frank Mancuso, Olivier Marchal, Julien Rappeneau
Müzik: Erwann Kermorvant, Axelle Renoir

Leo Wrinks (Daniel Auteuil) ve Denis Klein (Gérard Depardieu), Paris polis teşkilatının en kıdemli polislerinden ikisidir. Yıllar önce çok iyi arkadaşlıkları olan bu ikili, aralarındaki rekabet sebebiyle bir süredir adeta birbirlerine düşman kesilmişlerdir. Polis şefi Mancini'nin bir süre sonra emekliye ayrılacak olması, ikisinden birinin bu koltuğa oturacağı anlamına gelir. Mancini, şehirde adeta terör estirerek yollarda silahlı soygunlar yapan çeteyi adalete teslim edene bu görevi bırakmayı düşünmektedir. Çetenin izini süren Leo, hapisten şartlı olarak çıkan bir mahkumdan yasadışı şekilde bilgi almaya çalışırken, bir cinayet işlenmesi ile zor durumda kalır. Birşeylerin döndüğünü farkeden Denis, olayın içyüzünü öğrenip bunu Leo'ya karşı kullanmayı planlamaktadır.

  
Afişinden oyuncularına, dışardan görünen her şeyiyle 1995 tarihli Michael Mann filmi Heat ile karşılaştırılan film, bu filme sadece iki efsanevi Fransız oyuncuyu bir suç filminde buluşturması dışında benzerlik taşımıyor. Bu bakımdan biraz Heat, biraz John Woo filmi Face-Off, bolca da entrika soslu iyi polis-kötü polis örnekleri ile harmanlanmış türünün iyi örneklerinden.

Daniel Auteuil ve Gérard Depardieu’nun sırtladığı film, Heat'deki hırsız-polis mücadelesini, polis şefliğini elde etme mücadelesi bağlamında işliyor. Heat ile karşılaştırma yanlışına düşülmemesi filmin yararına olur, zira bu filmde ince karakter analizlerinden ve derinlemesine suç-suçlu incelemesinden söz edilmesi ne derece doğru olur bilinmez. Hızlı kurgusu, sürükleyici hikayesi, aksiyon sahneleri ve kalıplaşmış diyalogları ile bir Fransız filminden çok Amerikan filmi duruşuna sahip. Öyle ki, o hızlı kurgu bazı yerlerde mantık hataları da yaratmıyor değil. Hırs ve rekabetin vicdan ile çatışmasını yansıtma fırsatı varken, bunu filme merkez etmeden değinip geçmek bu tip bir filme yakışmadığı gibi, iyi-kötü arasındaki mücadelenin basit bir kıskançlık kaynaklı olması da konuyu bir nebze sekteye uğratıyor. Ama tüm bunlara rağmen 36 Quai Des Orfévres'e kötü demek bir kere Fransız sinemasının iki duayenine en büyük haksızlık olur. Gerçi oyunculuk olarak Auteuil ve Dépardieu’nun çok daha iyi performanslarını izlemiştik. Ama bu iki aktörün karizması ve sihri, ölü bir karakteri bile ete kemiğe büründürebilecek ustalıklarla yoğrulmuştur. Yılların verdiği oyunculuk tecrübelerini yaşamlarının birer parçası haline getirdiklerinden, oynadıkları rol onlarda hiçbir zaman emanet gibi durmaz.


Televizyon kökenli Fransız yönetmen Olivier Marchal, sadece Auteuil ve Dépardieu ile yetinmemiş, Francis Renaud, André Dussollier gibi orta kuşak karakter oyuncuları ile, büyüleyici güzelliğe ve oyunculuğa sahip Valeria Golino’yu da filmin kadrosuna dahil etmiş. Hepsi de filmin kendi çapındaki senaryosuna en iyi şekilde hayat vermişler. Görüntüler ve kadrajlar sağlam, aksiyon sahneleri yerli yersiz değil, hızlı kurgunun gerektirdiği zamanlama çerçevesinde ve dozunda kullanılmış. Kısacası teknik açıdan çok çok iyi bir film.


Eğer 36 Quai Des Orfévres'in bir talihsizliği varsa o, Heat gibi bir klasikle karşılaştırılması değil, klişe sayılabilen konuları bile farklı yol yöntemlerle işlemeyi başaran Fransız sinemasına ait bu filmin pek de Fransız duruşuna sahip olmamasıdır. Michael Mann’ın Pacino-De Niro ikilisini kullandığı gibi Marchal’ın Auteuil-Dépardieu kullanması beklenmiyor, ancak eldeki bu malzeme de en iyi şekilde kullanılmayı hak ediyor..

1 Ocak 2007 Pazartesi

Tiptoes (2003)


Yönetmen: Matthew Bright
Oyuncular: Gary Oldman, Matthew McConaughey, Kate Beckinsale, Peter Dinklage, Patricia Arquette, Ed Gale
Senaryo: Bill Weiner
Müzik: Gary Schreiner

Tiptoes bizi küçük insanların (onlara cüce denmemesi gerektiği vurgulanıyor) dünyasına götürüyor. İkiz kardeşlerden Steven, küçük anne-babadan olma normal bir insanken kardeşi Rolfe, yani bukalemun oyuncu Gary Oldman, bu genetik kaderden kaçamamış entellektüel yazar kardeşi oynuyor. Evet Gary Oldman burada da çok yönlülüğünü gösteriyor ve filmde onu bir küçük insan olarak izliyoruz. Oldman filmde özel efektler ve Lord Of The Rings’de Hobbitler için kullanılan perspektifler sayesinde cüce olarak gösteriliyor. Rolfe Bir gün ikizi Steven’ı ziyaret ediyor ve kız arkadaşı Carol (Kate Beckinsale) ile tanışıyor. Carol’un Steven’ın kendisine söylemediği bu gerçekle yüzleşmesinin üzerine bir de Steven’dan hamile olduğunu öğrenmesi işleri iyice karıştırıyor.


Filmin afişini veya resimlerini görünce Tiptoes’u Bir komedi olarak algılayabilirsiniz. Ancak film, yıldız oyunculardan çıkan orta halli oyunculuklara sahip bağımsız ve iddiasız bir romantik dram. Filmin sırtını dayaması gereken açmaz, ortaya merakla izlenen bir dram çıkarıyor. Ama yıldız oyunculara rağmen filmi ayakta tutan yegane etken filmin lokomatifi konumundaki senaryo. Ama o bile sonlara doğru filmi yarı yolda bırakıyor bana göre. Bugüne kadar ki oyunlarıyla çok şeyler beklediğim Gary Oldman, küçücük kalmış bedeni, kalın camlı gözlükleri ve bıyığıyla hem oyunculuk, hem de tip olarak tanınmaz halde. Aynı şekilde Rosanna Arquette, Lucy tiplemesiyle o kadar silik kalmış ki...McConaughey ise nasıl biliyorsanız öyle. Oyunculuk olarak özellikle son zamanlarda Underworld, Van Helsing gibi büyük bütçeli aksiyonlarda boygöstermiş Kate Beckinsale ise farklı rollerin altından başarıyla kalkabileceğini ispatlaması açısından hatırı sayılmalı. Maurice rolündeki Peter Dinklage’in yeraldığı sahneleri ayrı bir zevkle izleniyor. Onunla ilk tanışmamız yine bağımsız bir film olan The Station Agent ile olmuştu ve o filmde çok iyi bir oyun çıkarmıştı. Bu iki filmde canlandırdığı karakterlerin farklılığı izleyenlere onun oyunculuğu hakkında gayet iyi bir fikir verebilir.


Tiptoes bize küçük insanlara dair pekçok bilgiyi sunması açısından önemli bir film sayılabilir. Bu insanlar hakkında bilmediğim birçok gerçeği öğrenmiş olduk. Filmdeki küçük insan cemaati ve onların sorunları, birkaç önemli farklılık dışında normal insanlarla tamamen aynı. Küçük ve normal insanların birbirleriyle olan ilişkilerinin normalliği de eğer filmde işlendiği gibiyse gerçekten önyargısız ve hoşgörülü bir topluluk portresiyle karşı karşıyayız. Steven ve Carol’un ailelerinin tanışma bölümünde yaşanan önyargı üzerine yanlış anlaşılma, filmin aslında çok iyi bir senaryo iskeletine sahip olduğunu gösteriyor, gerçekten çok hoş ve yumuşatıcı bir havası var.. Küçük insanların pekçok alanda normal insanlarla eşit şartlara sahip olduğu mesajı, doktor, yazar, sağlıklı ebeveynler ve hatta fahişe tiplemeleriyle vurgulanıyor. Küçük olmaları sebebiyle yaşadıkları tıbbi ve psikolojik rahatsızlıklar, cinsel hayatları, ergenlik sorunları, Maurice sayesinde politik görüşleri ve yaşam felsefeleri, normal insanlarla karşılaştırılabilecek ve yorumlanabilecek düzeyde filme aktarılıyor. Bu ağır yükün altından kalkabilen şey ise sadece senaryo.. Bu anlamda filmi başarılı olduğu söylenebilir. Yine de elinize geçerse izleyin ve bu iddiasız filmdeki güzel anların tadını çıkarın.