Yönetmen: Coralie Fargeat
Oyuncular: Demi Moore, Margaret Qualley, Dennis Quaid, Edward Hamilton-Clark, Robin Greer, Oscar Lesage
Senaryo: Coralie Fargeat
Müzik: Raffertie
Bir aerobik programının ekran yüzü olan eski film yıldızı Elisabeth Sparkle'ın (Demi Moore), ilerleyen yaşı yüzünden 50. doğum gününde patronu Harvey (Dennis Quaid) tarafından işine son verilir. Geçirdiği bir kaza sonrasında hastanede genç bir erkek hemşire ona bir kart verir. Damarlarına zerk edildiğinde "kendisinin daha iyi bir versiyonunu" ortaya çıkaracak mucizevi bir maddeyi kullanması önerisinde bulunan bir yeraltı oluşumuyla temasa geçer. Gizli iletişim yollarıyla "The Substance" adlı madde ve beraberindeki kiti satın alan Elisabeth, vücuduna enjekte ettiği bu madde ile kendisinin daha iyi ve daha genç bir versiyonu olan Sue'yu (Margaret Qualley) ortaya çıkarır. Her ikisinin de bu protokolü sürdürmek, en önemlisi de yaşamak için birbirlerine ihtiyaçları vardır. Ne var ki her ikisinin de egolarında çatışma kaçınılmazdır. Paris doğumlu yönetmen Coralie Fargeat'ın yazıp yönettiği ikinci uzun metraj olan The Substance, David Cronenberg'den Brian De Palma'ya, Stanley Kubrick'ten, David Lynch'e bir sürü yönetmenin bazen birden fazla filmlerine yapılan göndermelerle dolu bir gerilim. Psikolojik gerilim, dram, korku, giallo ve gore unsurlarının kol gezdiği, iç içe geçtiği, adı geçen yönetmenler ve filmlerinden alınan referansların çok doğrudan bir üslupla ele alındığı film, Fargeat'ın bir insanın kendisinin daha iyi bir versiyonuna sahip olabilmesi halinde hayatının nasıl değişebileceğini tasavvur edişiyle şekilleniyor. Bu son cümleden oluşan fikir, doğduğumuzdan beri bütün hayatımız filme alınıyor olsa, geçmişi sildirmemiz mümkün olsa, bir uzaktan kumandayla hayatımızı yönetebilsek, bir sabah uyandığımızda kendimizi karşı cinsten biri olarak/18 yaşında olarak veya başka bir zaman diliminde bulsak gibi daha çok komediye uyarlanmış parlak fikirlerden biri gibi durmakta.
Fargeat bu fikri, bahsi geçen yönetmenlerin unutulmaz korku-gerilim klasiklerine olan bağlılığına binaen daha basit bir senaryo izleği, daha özenli bir görsellikle işlemeye soyunuyor. Özellikle kadın oyuncuların belli bir yaştan sonra Hollywood piyasasında rol bulamamaları, popülaritelerini kaybedip işlerini daha genç oyunculara bırakmak zorunda kalmalarını temel alan senaryo, birtakım boşluklar, kendi fantastik hikayesi içinde tutarsızlıklar, özensizlikler, mantık hataları barındırmıyor değil. Kaldı ki Fargeat'ın bunları çok fazla önemsediği, ciddiye aldığı da tartışılır. Absürt olmayı, "cringe" kaçmayı dert edinmiyor, hatta çoğu zaman kasten yapıyor. Yıllarını verdiği parlak ışıklardan, kameralardan, seyicilerden bir anda koparılan Elisabeth'in gençlik iksiri metaforuyla sahip olduğu "cevher", eski usül bir masalın modernize edilmiş haline benzer şekilde beraberinde çok sayıda fikir içermekte. Fargeat bu fikirlerin çıkış noktasını doğum olgusuyla ele alarak, iksirin aynı bedenden çıkan daha genç bir bedene vesile olmasından çok daha fazla malzeme üretiyor. Bu sistem sadece Elisabeth'in bedenini gençleştirmiş olsaydı, buradan elde edeceği kazanım Dr. Jekyll and Mr. Hyde formülü ile sınırlı kalabilirdi. Oysa Elisabeth'in bedeninden genç ve güzel Sue'nun çıkması fikri, yaşlı / genç kadın zıtlığını bedensel ve ruhsal anlamda bireyselleştirip somutlaştırarak kendine sağlam bir zemin, serbest bir oyun alanı yaratıyor.
Kadın bedenine atfedilen cinsel ve cinsiyetçi kodları bir arada ele alan Fargeat, bedeni üzerinde söz hakkı olduğunu daha yüksek sesle dile getiren çağımızın modern feminizm anlayışına, "#metoo" hareketine, eğlence sektöründe borusu öten patriarkal hegemonyaya, kuşak çatışmalarına, şöhretin sağladığı "egosistem"e gizlisi saklısı olmayan referanslarda bulunuyor. Elisabeth ve Sue arasındaki dinamikleri yaşlı - genç kontrastıyla pekiştirip iş, sosyal, cinsel yaşamlarındaki kuşak farklılıklarını/çatışmalarını fantastik olay örgüsüne basit ama etkili yollarla yerleştiriyor. Bedenimize enjekte ettiğimiz bir sıvıyla başka bir beden doğurmamız (her ne kadar bildiğimiz anlamda bir "doğum" olmasa da neticede başka bir bedene hayat vermemiz) ebeveyn - evlat kontrastına da doğal biçimde evriliyor. Sue dışarı çıktığında Elisabeth'in beslenme alışkanlıklarını, dağınıklığını, Elisabeth dışarı çıktığında Sue'nun hızlı ve özensiz yaşam tarzını hor görüyor. Tıpkı büyüdükçe çocuklarımızın bizi türlü davranışlarımızdan dolayı beğenmemeye, eleştirmeye başlaması, bizim de sanki hiç onların yaşında olmamışız gibi çocukları sık boğaz etmemiz misali. Elisabeth aynı zamanda beklenen biçimde Sue'nun gençliğini, güzelliğini, yıllardır sürdürdüğü kariyerini elinden almasını kıskanıyor. İş dünyasındaki genç - yaşlı çatışmasından bağımsız olarak Fargeat burada anne - kız arasındaki dengeler yanında, bir kadın olarak, kimi zaman rastladığımız üzere kadınların başka kadınlara olan farklı husumetlerine de parantez açıyor.
Hollywood'da yıllardır süregelen gelenek gereği, kadın oyuncuların yaşlandıkça ya hiç rol bulamamaları ya da geri planda kalan yaşlı rollerine teklif almalarına karşın, yaşlanan erkek oyuncuların kendilerinin yarı yaşındaki kadın oyuncularla rahatlıkla başrol bulabilmeleri kanıksanmış bir gerçek. Elisabeth için bu çanlar çalmaya başladığında önüne çıkan "kendisinin daha genç, daha iyi bir versiyonu" fırsatını kaçırmak istememesi anlaşılabilir. Ama Sue'yu hesaba katmaması, Sue'dan sonra da paniğe kapılması işi bir yerden sonra ikisi için de inada bindiriyor. Filmin en manidar sahnelerinden biri, Elisabeth'in yıllar sonra karşılaştığı, kendisiyle tekrar görüşmek isteyip numarasını veren eski bir erkek tanıdığı olan Fred ile randevuya hazırlandığı banyo sahnesi. Elisabeth'in başlangıçta hiç bu randevuya gitmeyeceğini düşündüğümüz karşılaşma anından belli bir süre sonra, ilacın yan etkilerinin ardından fikir değiştirip Fred'i arayan, ne var ki banyoda ayna karşısında kendisini bir türlü hazır hissetmeyen Elisabeth'in bu ruh hali aslında onunla ve genel olarak şöhret, ego, özgüven meseleleriyle ilgili çok şey söylüyor. Bu sahne Fargeat'ın filmle alakalı en büyük başarılarından biri. Öte yandan sık sık Sue'nun poz verdiği dev reklam panosunun doğrudan Elisabeth'in dairesindeki geniş penceresinden görülmesi gibi göstere göstere mizansenler filmden hiç eksik olmuyor. Dediğimiz gibi, Fargeat bu mizansenleri seviyor ve onları özenle tasarlamış olmaktan gururlanıyor.
Banyo sahnesi gibi "art" noktalardan bu mizansen şovlarına uzanan anlatım çeşitliliğinde Fargeat'ın en büyük yardımcısı İskoç görüntü yönetmeni Benjamin Kracun oluyor. Pastel tonlardaki geniş renk paleti, referanslı sahne ve dekor tasarımları, stilize çekimler, 80'ler esintili body horror dokunuşları, kısacası ortada teknik açıdan yetkin bir yapım var. Sonlara doğru deneysel bir hal alsa da bir parmağa bile özen gösteren etkileyici makyaj çalışmalarını da ekleyelim. Fargeat belli bir süre Elisabeth ve Sue'nun bütün çekici hallerini resmederken, Harvey ve Fred'i itici bir yakın planla çektiği sahnelerle adeta gözümüze sokuyor. Böylece bu erkek karakterlere olan mesafesini de o aleni üslubuna uygun şekilde görselleştiriyor. Tüm bu teknik yeterlilik, etkileyici görsellik ve modern bilim kurgu fikirlerini andıran çıkış noktası, iki başrol oyuncusunun kattığı estetik ve ürkütücü karışımla iyice taçlanıyor. Elisabeth rolü için Demi Moore'un seçilmesi son derece isabetli. 80'lerde başlayan kariyerinde St. Elmo's Fire, Ghost, A Few Good Man, Indecent Proposal gibi yüksek gişeli, Striptease ve G.I. Jane gibi farklı kulvarlardan filmlerdeki tecrübesiyle 63 yaşına gelen Moore, filmi güçlü performansıyla ustaca çekip çeviriyor. Keza, Moore'un gençliğini hatırlayanlar Sue rolündeki Margaret Qualley'nin gençlik enerjisini ve ışığını o geçmişte görebilirler. İkili arasında yaratılan kimya, günümüz Hollywood aktrisleri arasındaki denge/dengesizlikler yanında deyim yerindeyse adeta fırtınalar yaratıyor.
Demi Moore ve akranları artık 2020'lerde yerlerini Margaret Qualley gibi yeni nesil oyunculara bırakmanın burukluğu içindeler. Belki gerçekten bir "cevher" bulsalar, onu satın almaktan çoğu çekinmezmiş gibi geliyor. Bir cevher olmasa da envai çeşit estetik operasyonlar, kimyasallar, belki bilmediğimiz başka merdiven altı yöntemler, geçip giden yılları geri kazanma beyhudeliğinin yansımaları. Yeni jenerasyon şimdilik şöhretin, başarının tadını çıkarıyor. Ta ki onlar da belli bir yaşa ulaşıncaya dek. Elbette bu durum kadın oyuncular için geçerli. Tom Cruise, Brad Pitt, George Clooney gibi aktörler hala revaçta. İlerlemiş yaşlarına rağmen bir kez bile dede rolü oynamadılar mesela. Meselenin fiziksel görünüş olması da önemli ancak 50 ve üzeri (belki daha da erken) kadın oyuncuların film endüstrisinde kendi arzu ettikleri rolleri alamamaları ya da Harvey gibi yapımcılar tarafından kapının önüne konmalarının kökeninde yatan çok şey var. Ortaçağdan bu yana kutsallaştırılmış "aile", "anne", "iffet" kavramlarıyla kadını aktif hayattan ve özgürlükten koparıp eve hapsetmeye çalışan, karşı çıktığında cadı yaftasıyla diri diri yakan kökleşmişlik farklı suretlerle hala yaşıyor. Elisabeth işini kaybetmemiş olsa belki cevherden hiç haberi olmayacaktı. Ne var ki genç ve güzele olan talep asla bitmez. Bu talebin karşılanmasından da büyük oranda erkekler ve erkek kafasıyla piyasaya hakim olan kadınlar sorumlu. İşte The Substance, tüm bu açmazları, hatta fazlasını kendi üslubuyla masaya yatırmış, kan içinde iç organlarına kadar girmiş bir film.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder