19 Ağustos 2020 Çarşamba

Perfect Sense (2011)


Yönetmen: David Mackenzie
Oyuncular: Ewan McGregor, Eva Green, Stephen Dillane, Ewen Bremner, Connie Nielsen, Denis Lawson
Senaryo: Kim Fupz Aakeson
Müzik: Max Richter

Glasgow'da bir restoranda şeflik yapan hovarda Michael ve özel hayatında yaşadığı hayal kırıklıkları yüzünden kendini gönül işlerinden uzak tutan epidemiyolog (toplumdaki hastalık, kaza ve sağlıkla ilgili durumların dağılımını, görülme sıklıklarını ve bunları etkileyen unsurları inceleyen bilim insanı) Susan'ın karşılaşması, tuhaf belirtilerin ardından duyuların birer birer kaybolmasına yol açan bir pandeminin hemen öncesine denk gelir. Aralarındaki çekim o kadar güçlüdür ki her ikisi de duygusal açıdan hiç müsait olmadıkları halde bu ilişkiye karşı koyamazlar. Senaryosunu dram, komedi, suç gibi pek çok türde örnekler vermiş Danimarkalı Kim Fupz Aakeson'un yazdığı, yönetmenliğini bol ödüllü İngiliz yönetmen David Mackenzie'nin yaptığı Perfect Sense, tamamen hayal ürünü ve çok boyutlu bir pandeminin gölgesinde, iki zor insan arasında filizlenen bir aşkı konu alıyor. Önce bazı duygusal ve fiziksel dalgalardan geçtikten sonra aşama aşama duyularını kaybetmeye başlayan insanoğlu, kaynağı bilinmeyen ve tüm dünyada hızla yayılan bu pandemi neticesinde bilinmeyene doğru ilerliyor. Mesela önce depresyona girip uluorta ağlama krizlerine giren insanlar, bu durum geçer geçmez koku alma duyularını tekrar geri kazanmamak üzere kaybediyorlar. Koku ve hafıza arasındaki bağ yüzünden, kokunun kaybolması anıların da silinmeye başlamasını sağlıyor.

Film bir yandan dünyanın içine sürüklendiği bu hastalığı ufak enstantanelerle betimlerken, asıl meselesi olan Michael ve Susan aşkının da bu hastalıkla olan imtihanına bir rota çizmiş vaziyette. Ağlama ve gülme krizleri, öfke nöbetleri, anormal açlık hissi ve her birinden sonra gelen bir duyu kaybı, tüm insanları olduğu gibi kahramanlarımızın aşkını da etkiliyor. Senaryonun sahibi Kim Fupz Aakeson, tüm bu duygu değişimlerinin, uçlarda seyreden ruhsal ve fiziksel tepkilerin insanlarda yarattığı etkileri arşiv ve mizansen görüntülerden kolajlayıp global bir ton oluşturmak yanında, Michael ve Susan'ı pilot bölge olarak belirleyerek bu etkilerin bir aşka yansımasındaki arızaları çok daha netleştirebiliyor. Duyu kayıplarının insanlar üzerinde yarattığı eksiklikleri bu pilot bölgelerde çok daha detaylı inceleyebiliyor. Ama bir taraftan da şayet böyle bir hastalık olmasaydı bile insanlar, aşıklar yine bir şekilde benzer arızalar çıkarmıyor muydu gibisinden acabalar da bırakmıyor değil. Örneğin hastalığın sebep olduğu öfke nöbetleri esnasında Michael'ın Susan'a hassas olduğu bir konuda söylememesi gereken şeyler söylemesinin normal şartlarda da insanların geçirebilecekleri öfkelenmeler sırasında ağızdan kaçırabileceklerinden pek farklı olmadığını hissettirebiliyor.


Günümüzden neredeyse 10 sene önce yapılmış bir film olarak Perfect Sense, içinde bulunduğumuz ölümcül pandemiden farklı olarak temel duyuların yitirilmesi sürecinden çatışmalar kuran bir film. Yüksek ateş, solunum güçlüğü, öksürük, eklem ağrılarının yerinde keder, öfke, kahkaha, açlık gibi belirtiler yer alıyor. İyileşen vakalar olsa da Corona Virus'ün sonucunda ölüm ihtimalinin gücü karşısında koku, tat, işitme ve görme duyularının belli aralıklarla yitirilmesi var ki, karşılaştırıldığında çabuk bir ölümün daha tercih edilebilir olduğuna ikna olmak mümkün. Böyle anlarda yine 2011'de çekilmiş Contagion gibi büyük bir salgının girişi, gelişmesi ve sonucundan farklı analizler yapan filmlerden farklı olarak fantastik, hatta bazı yanlarıyla komik bir pandemi profili yaratmak, hele de bunu merkeze bir aşk hikayesi koyarak yapmak enteresan. Duygularımızı, duyularımızı yok eden bir bulaşıcı hastalık fikri, milyonları eve hapsedip hayatı felce uğratan bir hastalık fikrinden senaryo materyali olarak çok daha zengin. Bu zenginlikten elinden geldiğince faydalanıp iki aşığı gözleyen bir pandemi evreni benimseyerek çok yükseklerde gözü olamadığını da kabul ettiren Aakeson, her bir duyu kaybının bu iki insan üzerindeki yıkıcı, yaralayıcı, buna rağmen tekrar ayağa kalkıp direnici yönlerini tanımlamaya çalışıyor.

Aakeson bu duyu kayıplarının sıralaması ve işlenişiyle çok yerinde bir senaryo kurgusu inşa ediyor. İlk başa koyduğuyla gizem oluşturacak bir giriş, en sona koyduğuyla da olağanüstü bir final yapıyor. Bu duyuların her birinin hayatımız için ne kadar önemli olduğunu söylememize bile gerek yok. Ama adeta zamana karşı bir yarış içine girilmiş, normal hayatla vedalaşma çaresizliği içine düşülmüş, sadece ve sadece nefes alıp vermenin mümkün olabileceği bir dünya tasvirinde kıymetini bilmemiz gerekenleri bu şekilde hatırlatan çok az salgın temalı fikir var. Koklamanın, tatmanın, duymanın, görmenin, dokunmanın, hissetmenin, karakteri ve belirtileri ne olursa olsun salgın hastalıklarla yok olmaya başlaması, bir süre önce bize sadece filmlerde görebileceğimiz bir durum gibi gelebilecek iken, Corona dönemi boyunca yaşadıklarımız bizi başka bir senaryonun kahramanları yaptı ve bu sayede belki de Perfect Sense gibi tasarımlar kulağa daha az absürt geliyor. Hastalığa yakalanmamak için karantinaya giren, dostlarından, sevdiklerinden, işlerinden, alışkanlıklarından ayrı düşen insanlar olarak duyularımızdan ayrı düşmenin neye benzeyeceğini genele yayılmış karamsar, puslu ve hüzünlü bir tonla anlatan Perfect Sense, bu kaos içinde mükemmel bir his olarak konumlandırdığı aşkın savruluşunu çeşitli yönleriyle yorumluyor. Ewan McGregor ve Eva Green gibi iki göz kamaştırıcı oyuncunun Michael ve Susan'ın bu savruluştaki tutunma, aynı zamanda aşkları için savaşma gayretlerini aktarışları da ayrıca kayda değer. Yaratıcı senaryosu ve dengeli yönetimiyle Perfect Sense, günümüz şartlarında izlendiğinde daha değerli bulunabilecek, kendini daha güçlü konumlandırabilecek bir film.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder