21 Ekim 2016 Cuma

The Look Of Silence (2014)


Yönetmen: Joshua Oppenheimer
Müzik: Seri Banang, Mana Tahan

Joshua Oppenheimer’ın 2012 tarihli sarsıcı belgeseli The Act Of Killing’i  tamamlayıcı nitelikte bir yapım olan The Look Of Silence, 1965-66 yıllarında Endonezya’da yaşanan ABD destekli komünist avını ve soykırımı, bu kez soykırımın kurbanlarından biri olan Romni’nin, o katledildikten sonra doğan göz teknisyeni kardeşi Adi’nin adalet ve yüzleşme arayışı üzerinden ele alıyor. Ağabeyinin ölümünün detaylarını The Act Of Killing’in çekimleri sırasında öğrenen Adi, bugün hala iktidarda olan ya da emekliliğin keyfini çıkaran katillerle yüzleşmeye karar veriyor. Naif bir kişiliğe sahip Adi'nin, eşi ve kızıyla yaşadığı huzurlu hayatını, aynı zamanda Romni’nin yasını hep içinde tutan yaşlı annesi ve geçmişe dair hiçbir şey hatırlamayan kötürüm babasıyla olan ilişkisini de perdeye yansıtan Oppenheimer, ilk belgesele nazaran daha dingin bir anlatım sergiliyor. Fakat bu dinginlik, yaşanan trajedilerin etkisini törpülemediği gibi, ilk filmde hissedilen acıyı, vicdan sorgusunu, sinir bozan adaletsizliği adeta dümdüz bir ovaya taşıyarak görünürlüğünü arttırıyor.

Adi, Oppenheimer'ın yardımıyla bu katillerle yüzleşirken öfkeli dolu bir intikam duygusuyla değil, onlardan sadece samimi bir özür ve pişmanlık emareleri ümit ederek hareket ediyor. Fakat hiçbirinde bunu göremediği gibi, hala bu vahşetle övünen ya da çok normalmiş gibi davranan yaşını başını almış canilerle karşılaşıyor. Hatta o dönem bekçilik yapan amcası bile Romni’nin zorla alıkonmasına müdahale etmediği, üstelik yıllar sonra bile bundan pişmanlık duymadığı için Adi'nin hayalkırıklığından nasibini alıyor. Sadece görüştüğü katillerden birinin kızından duyduğu özür ve gözyaşları, Adi'nin ve beraberinde belgeselin hedeflediği kefaret ihtiyacına cevap veriyor. O da yeterli gelmiyor elbette. Zaten Oppenheimer’ın ve Adi'nin bu katillerden böylesine ulvi beklentileri olduğunu pek sanmıyorum. Önemli olan, bu insanlık suçu işlemiş kişilerin hala özgürce günlük hayatlarını yaşıyor olmaları. Okullarda hala o dönemdeki katliamların öğrencilere haklı gösteriliyor olması. Amerikan dış politikasının hala böyle caniliklere çanak tutuyor olması.

Oppenheimer’ın belgesel üzerine verdiği röportajlardan duyduklarımızla bile bu iki filme yansımayan ayrı bir film daha çekilebilir. Çünkü orada hala o döneme ait acılar, bastırılmış nefretler, bastırılamamış korkular mevcut. Oppenheimer, dışardan Adi sayesinde bu canilerden bir pişmanlık, özür vesaire umuyor gibi görünse de aslında bu konuda pek ümitli sayılmaz. Ama bunca yıla rağmen hala hak, hukuk, adalet, vicdan yönünden bu insanların cezalandırılmamış olmalarını tüm dünyaya göstermek gibi doğal bir misyonu var. İlk filmde bu katillerden bazılarını -onların rızalarıyla- deşifre ederken biraz daha tempolu bir anlatım tutturan yönetmen, bu filmde temposunu huzur ve öfkenin iç içe geçtiği daha steril bir ortamı betimlemek için düşürüyor. Adi'nin insanüstü sabır ve hoşgörüsünün ardında duran öfkesinin bastırılışını da bundan daha iyi bir ortam yansıtabilir mi görmek lazım. Kendi ailesi ve yaşlı ebeveynleriyle yaşadığı normal hayatının yanına, ağabeyi ile birlikte milyonlarca insanı katletmiş canilerden bazılarıyla yüzleştiği başka bir hayatı daha ekleyen Adi'nin o çok şey anlatan sessiz ve çaresiz bakışları, insanlığın sürdüğü ve bittiği yerlere aynı gözlerle bakıyor oluşumuzun tuhaf bir özeti aslında.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder