3 Ağustos 2011 Çarşamba

Unthinkable (2010)


Yönetmen: Gregor Jordan
Oyuncular: Samuel L. Jackson, Carrie-Anne Moss, Michael Sheen, Stephen Root, Lora Kojovic, Martin Donovan, Benito Martinez
Senaryo: Peter Woodward
Müzik: Graeme Revell

Eski Amerikalı, Delta Force askeri, patlayıcı uzmanı Steven Arthur Younger (Michael Sheen), Müslüman olduktan sonra sadece adını ve dinini değiştirmeyip, tüm hayatını değiştirerek Amerikan hükümetine ulusal bir tehdit haline geliyor. Üç farklı şehre nükleer bombalar yerleştirdikten sonra kendini yakalatıyor. Görünen bir amacı ve talepleri var ama asıl önemlisi görünmeyen ve işbirliği yaparak kendisini sorgulayan ordu ile hükümet görevlilerinin kendi kendilerine görmesini istediği siyasi ve insanî yüzleşmeler sağlamak. Yerleri bilinmeyen bombalara karşı zamanla yarış başlayınca devreye, yöntemleri farklı olan işkence uzmanı Henry Herald 'H' Humphries (Samuel L. Jackson) ve FBI ajanı Helen Brody (Carrie-Anne Moss) giriyor. Biri ürkütecek, diğeri yatıştıracak, böylece Younger’dan bombaların yerini öğrenebileceklerdir. Ama karşılarında bütün plânlarını yapmış, başına gelecek her şeyi bilen ve onlara hazırlıklı bir adam vardır.

11 Eylül sonrası esen politik rüzgârlardan etkilenen Amerikan filmlerine yeni bir halka olarak eklenen Unthinkable, bana göre bu halkaya dahil edilmiş birçoğundan daha düşündürücü bir yapım. Bu türe ait her film gibi mutlaka taraflı ve mantıksız gelebilecek unsurlara sahip olmasına, her cümlesi birer slogana dönüşmüş içeriğine rağmen, artık bu özelliklerin kanıksanmışlığı içinde çok doğru suçlamalar ve kabullenmişlikler yöneltiyor. Ordu, FBI ve terörist üçgeninin kendi aralarındaki yetki ve öncelik didişmelerine, olaya seyirci kalan bizleri de dahil etmek için bu kez elinde çok güçlü bir kozu mevcut: İşkence! Bu tür hudutlarında birçok filmin unuttuğu veya yeterince yakın giremediği bu suç üzerine çok çarpıcı gelgitler kurmasını biliyor. Yaptığı sağduyu testleri, işkencenin bir insanlık suçu olarak kabul görmüş olması kadar, bunun sorgulanması opsiyonu üzerine de tespitler içeriyor. Savaş suçları ve esirlerin durumu ile ilgili düzenlemeler içeren, birçok defalar kimsenin takmadığı Cenevre Sözleşmesi’ni delik deşik etmekten kaçınmayan Amerika’nın, acil durumlar karşısında farklı kesimlerinden yansıttığı tutumlar üzerine bir kedi fare oyunu da denebilir. Yalnız burada kimin kedi, kimin fare olduğunun ucu da açık bırakılmakta.


Son derece zeki ve hazırlıklı terörist Younger (yeni adıyla Yusuf) aracılığıyla nokta atışlı eleştiri bombardımanına tutulan Amerikan dış politikası, filmde tasvip edilmemeye çalışılıyor. Üstelik Younger’ı işkenceyle sorgulayan, bu sorguya ortam hazırlayan, göz yuman, destekleyen, desteklemeyen tüm birimlerin çaresizce bu savaş politikasının yanlışlığını kabullenmişliği görülüyor. Bu yüzden Younger’ın herhangi bir Müslüman ülkesindeki başka bir devletin kontrolü altında olan hükümet ve diktatörlere yapılan finansal ve askeri yardımın kesilmesi ve tüm Müslüman ülkelerindeki Amerikan güçlerinin geri çekilmesi gibi ütopik taleplerini bir şaka olarak algılıyorlar/algılıyoruz. Çünkü her kim olursa olsun, bir ABD başkanının çıkıp ulusa asla böyle bir konuşma yapmayacağını biliyorlar/biliyoruz. Filmin bu ümitsizliği yansıtış biçimi, yer yer bu ulusal güvenlik çabalarından da rol çalıyor ki gayet yerinde bir tutum denebilir. Yalnız Younger’ın tuttuğu ayna, filmdeki ve ekran başındaki insanları durup düşünmeye sevkedecek derecede etkili olsa da, işin terörizm boyutu Younger’ı tüm doğrucu ve trajik yanlarına rağmen “kötü” sıfatından kurtaramıyor. Younger’ın 53 kişinin ölümüyle sonuçlanan aperitif eyleminin ardından anlaşılan ciddiyeti onun terörist / idealist duruşu arasındaki ikilemleri insanî çıkmazlarla pekiştiriyor. Kendi öldürdüğü insanlara “şehit” demesi ile, eylem sonrası filmin sağduyu timsâli Brody’nin Younger’a olan tepkisine benzer sebep-sonuçları sürekli yaşattığı için, filmin hangi tarafında duracağımızı şaşırabiliyoruz.

İnsan Hakları denen şeyin hangi insanlar için geçerli olduğu sorusunun, din tabanlı terörizm ile özgürlükler ülkesi Amerika boyutlarında tartışılmaya başlanması, beraberinde yepyeni soruları doğuruyor. Unthinkable bu kronik ikilemleri, politik ve insanî doğrultuda gerçek bir “sıkıntı” olarak yansıtmayı beceriyor. Kontrolsüzce gözünü karartabiliyor. Ancak bu kontrolsüzlük noktasında ne yazık ki kendisinin bir Hollywood filmi olduğunu hatırlamasıyla, başarıyla sarpa sardırdığı işleri, mantıksız aksiyonel hamlelerle bozarak söylemlerinin birçoğuna gölge düşürüyor. 53 sivilin ölümünden sonra bombayı bulamamış Brody’nin her şeye rağmen Younger’a fizikî ve manevî işkence edilmesini insanlığına yediremeyip bırakın bombalar patlasın, biz insanız haykırışı kulağa gerçek olamayacak kadar ulvî geliyor. Böyle gelmesinin sebebi de zaten bizzat içinde yeraldığı sistem olunca, haliyle bu “çatlak ses” çok daha insancıl geliyor. Oysa sistemi yürüten bireylerden bu seslerin çıkabildiği genişliği, onları sisteme yakınlaştırma tuzağı da taşıyor.

Aslında bu, 11 Eylül sonrası politik yapımların çaktırmadan da olsa sıkça başvurdukları bir yöntem. Bu yüzden gerçek sistem eleştirileri ile bu tuzakları ayırt etmede zorlanabiliyoruz. Yeri geldiğinde tek bir eri bile geride bırakmama fikrinin savunulması, burada tek bir insan uğruna milyonlarcasının feda edilebilmesi fikri ile çatışıyor ki, ne Amerikan ordu ve istihbarat sisteminin, ne de Hollywood’un bu kadar duyarlı ve tarafsız olabileceğine ihtimal vermiyoruz. İşte ortaya çok başarılı biçimde attığı çift taraflı tartışmaları bir süre sonra kontrolsüzleşen gücüyle oraya buraya savurmaya başlasa da, Unthinkable da gücünü büyük ölçüde bu tip yöntemlerden almakta.


Şimdi burada Unthinkable’a doğrudan bir tuzak demiyorum. Çünkü ne kadar ütopik, sloganvari ve zaten çoğunu bildiğimiz söylemlere sahip olsa da, “günah çıkarma” tuzaklarından uzakta bir tarafsızlık da taşımıyor değil. Özellikle buna bağlı olarak işkence olgusunun içinden çıkılamazlığını, işkencede sınırın nerede bittiğini kendine göre çok akıllıca kurgulamış bir film. Üstelik Brody gibi ahlâkçı bir karakter ile sağladığı dengeyi, yine Brody ile çelişkilere düşürme becerisi de taşıyor. Carrie-Anne Moss, resmiyet ve samimiyet arasında sıkışmış Brody ile genel olarak filmin bu etik belkemiğini doldurabilir nitelikte bir duruş sergiliyor. Hangi farklılığıyla işkence uzmanı olarak ün yaptığı belirsiz Humpries ise, acımasız soğukkanlılığı ile Brody’yi dengeleme işlevine rağmen, kendisine yüklenen dengesiz özellikleriyle tam oturmamış bir karakter profili çiziyor. “İşkenceci aile babası” kontrastından beslenmesi onu ilginçleştiriyor ama Brody’nin hümanist çıkışlarına karşı süngüsünü de kolayca düşürebilmesi, eğer inandırıcı olabiliyorsa Jackson’ın kalıbına uygun oyunu sayesinde mümkün oluyor. Fakat İngiliz oyuncu Michael Sheen’in hafızalardan kolay silinmeyecek oyunu söze gerek bırakmasa da, hem söze döktükleri, hem de sadece belden yukarısıyla filmin en dikkat çekici noktasını oluşturuyor.

Unthinkable daha çok dizi oyuncusu olarak kariyeri bulunan İngiliz aktör Peter Woodward’ın, romantik Closing The Ring filminden sonra ikinci uzun metraj senaryosu. Sözünü etmeye çalıştığım zayıflıklara, hele de finaldeki oldu bittiye karşın izleyeni türlü açılardan vicdan muhasebesine zorlayan, cevabı güç sorular sorduran ve baştan sona diken üstünde tutan bir film tasarlamış. Bir süre sonra gerilimini “bombalar patlayacak mı”dan uzaklaştırıp Younger’ın insanî varoluşuna odaklayabilmiş. Filmin son karesiyle de o ana dek verdiği bir sürü mesajın üzerine sonuçları öngörülemez fantastik bir son nokta koymuş. Lâkin böyle giderse sonuç bu olacak türünden bir öngörü olarak da algılanabilir bu durum. Her şeyin ötesinde, tartışılabilir bir film çekebilmek de önemli. Sözümü, böylesine ciddi bir filmde beni güldürmeyi, güldürürken de düşündürmeyi başarabilmiş, bu sayede mesajlarına mesaj eklemiş bir replikle bitirmek isterim: Younger o ütopik isteklerini saydıktan sonra üst düzey FBI yetkilisi Jack Saunders şöyle diyor: “Adamı isteklerini yerine getiriyoruz gibilerinden ikna etsek?"

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder