Yönetmen: Peter Bogdanovich
Oyuncular: Cher, Eric Stoltz, Sam Elliott, Estelle Getty, Richard Dysart, Laura Dern, Dennis Burkley, Harry Carey Jr.
Senaryo: Anna Hamilton Phelan
Müzik: Dennis Ricotta
“Hilkat Garibesi” tamlamasını çok severim. “Hilkat” yaradılış, “garibe” ise ucube, tuhaf şey anlamındadır. “Yaradılıştan Tuhaf”! Kah doğuştan, kah kazara, kah bilerek ve isteyerek garibe olmuş insanlara diğer insanların bakışını izlemek çok ilginçtir. Acıma mı, tiksinti mi, yoksa şükür mü? Bir bakıma doğuştan olmasak da, girdiğimiz ortamlara göre ucubelik görevi bize düşer. Estetikle, makyajla, hatta sakal traşı olurken bile içimizdeki garibeyi ortaya çıkarabiliriz. Peki ya bu garibeliği bir ömür üzerinde taşımaya mahkum olanlar? Sinemada örneği çok, hayatta ise tabiki daha da çok.
1984 Peter Bogdanovich yapımı Mask’da, 16 yaşındaki Rocky Dennis’in gerçek hikayesini izliyoruz. Rocky çok çalışkan, sosyal, zeki ve hayalleri olan bir çocuk. Ama ne varki “richter-schinzel sendromu” denilen, aynı zamanda “lionitis” yani aslan hastalığı olarak da bilinen ve dayanılmaz ağrılara sebep olan bir kemik hastalığıyla doğmuştur. 20 milyonda bir rastlanan bu hastalıkta, kafatası kemiklerinde kalsiyum birikmesi sonucu kafa ve yüz deforme olmakta, haliyle ölüme kadar gidebilen aralıklı acılara yol açmaktadır. Oscar da kazanmış makyaj mükemmel. Öyle ki Rocky’nin sempatik görünmesi için fırınlarca ekmek tüketmesi gerekiyor. Çünkü bu makyajın sahipleri Michael Westmore ve Zoltan Elek isimli gaddar şahıslar hiçbir fedakarlıktan kaçınmayalım derlerken, Rocky’nin yüz hatlarının ifadesizleşmesine de sebep olmuşlar bir yerde. Ne ağladığı, ne güldüğü belli, ancak orada da devreye Bogdanovich’in ışık-gölge-kadraj ustalıkları ile, Anna Hamilton Phelan’ın yazdığı hikaye giriyor. Westmore ilginçtir, Rocky serisi ile TV dizisi Star Trek’in de kadrolu makyözü. Zoltan Elek ise Independence Day, Godzilla, The Muskeeter ve şahsen benim makyaj yönünden çok başarılı bulduğum Coneheads ve Jim Carrey’i tanınmaz hale getiren How The Grinch Stole Christmas filmlerine imza atmış.
Kaba saba ve ürkütücü görünümüne rağmen film o kadar Rocky üzerine, senaryo ve usta oyuncu kadrosu o kadar iyi ki, etrafındaki onu bu haliyle kabullenmiş insanların ona duyduğu sevgi ve benimsemenin ekran karşısındaki bizlere de bulaşmaması için hiçbir neden yok. Fil Adam’ın temsil ettiği ucube figürün bir teenage üzerinden vücut bulan versiyonu gibidir. Aslında olay Elephant Man’den çok öncesine dayanıyor. Ucube filmlerinin atası 1932 Tod Browning yapımı Freaks, sirklerde çalışan, tamamen gerçek garibelerle çekilmiş, akıl almaz tiplerle dolu bir yapıttı.
85’in Rocky Dennis’ine iki yıl sonra, bu kez TV’den destek geldi. O da adeta tiryakisi olduğum Beauty and The Beast idi. Ron Perlman denen ucubeyle de çoğumuzun ilk tanışmasıydı muhtemelen. Yıllarca şehrin altında kurdukları mini uygarlıkta organize olmuş, kendi normlarını benimsemiş sevgi dolu bir topluluğun ütopik hikayesi gerçekten muazzam bir yaratıcılık örneğiydi. (The Village’ın da beslendiği konseptlerden biri bana göre.) Bu insanların arasında doğup büyümüş hilkat garibesi Vincent, namı diğer “aslan adam”, sonraları benzersiz bir aşk duyacağı yeryüzünden gözüpek bir avukat olan Catherine Chandler ile tesadüfen tanışınca yeraltı-yerüstü tadına doyulmaz maceralar dizisi birbirini izledi. Orijinal Güzel ve Çirkin hikayesinin modern dünyaya ve TV’ye bu denli başarıyla uyarlanması, her başarılı dizi gibi onu bir fenomene dönüştürdü. Ron Perlman o yıllarda Vincent olarak defalarca En Seksi Erkek seçildi. Gerçi makyajsız haliyle bile başlıbaşına bir ucube sayılabilecek Perlman’ın, sonraları Hellboy olarak kolayca benimsenmesi de bu yüzden olsa gerek. O suratla taşıyamayacağı makyaj olamaz zaten.
Herneyse, Vincent’ın kültürlü, asil, romantik, aynı zamanda güçlü ve yırtıcı kişiliği, insan-aslan dış görünümünün önüne öyle bir geçti ki, ucubeliği bir anda karizmaya dönüştü. Metropol ucubesine dönmüş normal insanlar, Vincent’ın yaşadığı o huzurlu labirentlerden, mistik şelalelerden oluşan yeraltına özendiler. Kadınların ilgisi biraz daha fazla olsa da, dış görünümünden şikayetçi herkes Vincent’da bir şeyler buldu. Bu bağlamda Ahmet Mete Işıkara’nın seksiliğinin nereden geldiği de ortaya çıkıyor. Seksi olmak için önce fenomen olmak gerek. Ya da normale meydan okuyan bir ucubelik taşımak.
Güzellik kadar göreceli bir kavram yoktur herhalde. Güzelleşmek için yapılanlar, doğa kanunlarını zorlamaya başlayınca garibelik neredeyse kaçınılmaz bir hal alıyor. National Geographic ve Discovery’de izlediğim iki ayrı belgesel bunun dehşet verici örneklerindendi. Boyunu uzatmak için dizkapağından altını inşaat alanı haline getirten bir Çinli, poposuna slikon taktıran 40’ını geride bırakmış bir adam ve erkek olmak için cinsiyet değiştirme ameliyatı sürecine giren bir öğretmen kızın hikayeleri, “ideal güzellik” arayışlarının sınırlarını zorlayan örneklerden sadece birkaçı. Bir diğer belgeselde ise, doğanın pür güzelliğine sahip hayvanlarla kendilerini özdeşleştirmiş bir grup insandan bahsediliyordu. Düzenli şekilde vücudunun çeşitli bölgelerine kaplan noktaları dövmelettiren kadın, kendilerini beyaz aslan ve kurtlarla bütünleştirerek, kostümler giyerek doğaya ve şehre inen iki ayrı kişi de kendi ucubeliklerini yaşıyorlardı. Ama Dennis Avner’in yanında onlarınki palyaçoluktan öte gidemez. Avner tam bir “freak”! “Kedi Adam” Avner, bir yığın estetik operasyondan geçmiş, dişlerini söktürüp yerine kedi dişleri taktırmış, üst dudağını kestirmiş, yüzüne dövmeler, piercingler yaptırmış, tırnaklarını uzatmış, hatta poposuna kendisinin kumanda ettiği bir kuyruk bile taktırmış. Ama ironi tam burada başlıyor: Bir aslanın gözlerinin içine baktığımızda içinde oturan insanı nasıl görebiliyorsak, Dennis Avner’in gözlerine baktığımızda sadece bir “kaçık” görüyoruz.
Peki bizim Rocky Dennis bu tuhaflıkların neresinde duruyor? O da tıpkı Vincent gibi doğuştan garibe. Çirkinler de Sever’deki İlyas Salman kadar duygulu. Mask, bir hilkat garibesinin yaşadığı girdabı en iyi anlatan filmlerden biri. Çevresi ve kendi iç dünyasıyla yaşadıkları, dünyaya onun gözüyle bakabilmemizi sağlıyor. Her ucubeyi bekleyen kaçınılmazlıkla aşık oluyor. Aşık olduğu kör kız (Laura Dern) Rocky’nin iç güzelliğini keşfetmekte gecikmiyor. Doğuştan kör olması sebebiyle bir hilkat garibesi sayılabilecek bu kıza Rocky’nin renkleri tarif etmesi bile, yine anchorman tabiriyle “mühim olan iç güzelliğidir” mesajı barındırıyor. Filmde okuduğu şiir, 16 yaşındaki bir çocuğun dramını insafsızca betimliyor:
these things are good: ice cream and cake,
a ride on a harley, seeing monkeys in the trees,
the rain on my tongue, and the sun shining on my face.
these things are a drag: dust in my hair, holes in my shoes,
no money in my pocket, and the sun, shining on my face.
Hayat ucubelere hiç de adil davranmıyor. Fiziksel anormallik, iç güzelliğin en büyük düşmanı. Lunaparklardaki komik aynalar bizleri birer ucubeye çevirebiliyor, Rocky’ye neler yapıyor dersiniz? Ne kadar şakacı olurlarsa olsunlar, bu komik aynaların dürüstlüğü bile tüyleri diken diken ediyor. O sıralar 24’ünde olan Eric Stoltz, Rocky Dennis rolüyle çok iyi bütünleşmiş, makyajın başarısıyla da tanınmaz hale gelmiş. Kaygı dolu bakışlarımızı ondan alamıyoruz. Benim gözlerimi alamadığım biri daha var: Cher! Rocky’nin fedakar serseri annesi Rusty, Rocky konusundaki tavizsizliği ve koruma içgüdüsünü çok sert şekilde yansıtıyor. Bu anaç ihtişamla, oyunculuk adına ne kadar usta olduğunu ispat ediyor. Filmde Mavi İstiridye Barı’ndan fırlamış gibi duran bir Sam Elliott’u da başka filmde göremezsiniz herhalde. Rocky’nin annesi, onun sevgilisi Gar ve onun motor kabilesi, Rocky için hoşgörü ve sevgi dolu bir ortam da olsa, ister doğuştan, ister sonradan olma ucube insanların zaman-mekan tanımayan hayallerini, umutlarını gerçekleştirmek, tıpkı onları zaptetmek gibi kolay olmuyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder