Yönetmen: James Watkins
Oyuncular: Kelly Reilly, Michael Fassbender, Jack O'Connell, Thomas Turgoose, Tara Ellis, Finn Atkins, Jumayn Hunter, James Burrows
Senaryo: James Watkins
Müzik: David Julyan
Anaokulu öğretmeni Jenny ile nişanlısı Steve, haftasonu tatillerini geçirmek üzere Eden Gölü kenarında kamp kurarlar. Aynı civarda takılan bir grup çocuk da oradadır ve önce çifti taciz etmeye, daha sonra da liderleri Brett’in zorlamalarıyla kontrolden çıkacak bir insan avına başlarlar. Hayatta kalabilmek için, tehdit unsuru çocuklar olunca yapılacaklarla yüzyüze gelen kişinin bir öğretmen olması filmin ahlaki sorgu cüretine düşündürücü bir vurgu yapıyor. Bir anaokulu öğretmeninin değişimini çarpıcı biçimde veren film, gerilimli yapısını korkutmak için değil, sinirleri bozmak için kullanıyor ve bunda başarılı da oluyor. Çünkü filmin kötüleri yaratıklar, hayaletler, zombiler, vampirler, seri katiller, uzun saçlı kızlar, işkence meraklısı yetişkinler değil, yaşları 12 ile 17 arasında değişen bir grup sıradan aile çocuğu ve aralarında şiddeti bu derece ileri boyutlarda algılayamayanlar var. Aynı şekilde onların değişimleri de ufak psikolojik dokunuşlarla verilmeye çalışılmış. Tabi bu değişimin derinlemesine bir analiz olmadığını söylemek yanlış olmaz. Hatta çete oluşumlarında kontrolünü kaybetmiş liderlerinin emirlerine kayıtsız şartsız uymak zorunda kalan silik tiplerden farklı değiller.
Alttan alta ebeveynlerinin onlara karşı tutumlarından ötürü şiddet eğilimli oluşlarından ve şiddeti oyun ile gerçek karışımı bir poz verme şeklinde hayatlarına sokmalarından dem vurulmakta. Filmin başlarında Jenny ve Steve göle giderken arabanın radyosunda dinledikleri bültende çocuklarının davranışlarını kontrol edemeyen ebeveynlere yönelik devlet politikaları, okulların ebeveyn işlevi üstlenmeleri, cezalandırmaların çocuklara bir şey öğretemeyeceği yönünde duyduğumuz cümleler, olacaklara bir nebze altyapı hazırlamaya çalışıyor. Sosyal içerikli mesajının zemini başlarda izleyene kaygan gelse de, pek çok filmde yaşadığımız “bu kadar da olmaz” duygusu ile, aslında hayatta bu kadarının, hatta daha fazlasının bile olabildiği düşüncesine de yakınlaştıran rahatsız edici (gerekirse sömürücü) karışımı, Eden Lake’in kimyasını oluşturuyor.
Filmde geçen, yaratacağı kaçınılmaz ironi yüzünden geçmesi de gereken "onlar sadece çocuk" repliğinin karanlıkta kalan öteki yüzüne bakarken, etik açıdan kabahati ebeveynlere yüklemesi yanında, şiddetin yaşça küçüğü-büyüğü olmadığına, insanın içindeki iyilik/kötülük tohumlarının yeşermişliğine de dokundurması, Eden Lake’i sert ve sivri bir film olarak algılatabiliyor. Bu şekilde bir algılatma, algılayan kişinin bu algısından rahatsızlık duyması yanında, ondan gördüğü samimiyetten ötürü gerçeğin huzursuzluk veren dürüstlüğünden memnun olma durumu da doğurabiliyor. Sıradan bir film gibi başlayan, hızla ilerleyen, kan döken, hoyratlaşan, mantıksızlaşan film, aslında hiç de bir film gibi bitmiyor. İşte sinema adına bu filmin, acı da olsa gerçekliğinin memnuniyet yaratan bitiş pozisyonu, sosyal meselelerden veya bireysel sapkınlıklardan bir sürü sahtelikler üretmiş çoğu çağdaşının öne sürdüğü basit ve huzurlu çözümleri elinin tersiyle itmesinden güç alıyor. Yine algılayış biçimine göre belli bir kopma noktasında film, şiddetin yaşça küçüğü-büyüğü olmadığı savunusuna çarpıcı ince bir ayar yaparak, bu kez şiddetin ebeveyni-evladı olmadığı iddiasıyla bazı yerleşik ailevi sınırları da bilerek ihlal ediyor. Ulaşmak istediği, muhtemelen de ulaşacağı ürkütücü sonuç, şiddet üzerine ender görülen domestik bir yapıya sahip.
İnsanların kötülüklerinin kaynağı olarak hep eğitimsizlik, ailevi sorunlar veya ekonomik krizler hedef gösterilir. Bunların etkileri yadsınamaz. Fakat bunlardan birinin veya birkaçının yanına, insanın doğasında zaten var olan şiddet eğilimlerinin eklenmesi hiç alışılmadık bir hamle olmaz. Küçükken hayvanlara veya yaşça kendinden küçüklere eziyet etmeyi, yaşıtlarıyla kavgaya tutuşmayı, sokakta onlardan küfürler öğrenmeyi, okulu asıp kendini yasakların kollarına bırakmayı başkalarından gördüğü kadar, bu davranışları doğrudan kendi hamurundaki kötülüğün galip gelmesi sonucu ifa etmiş olması da ihtimal dahilinde düşünülmelidir. Çocuklar, gençler veya yetişkinler… Herkes durumu kendi bakış açısıyla değerlendirir. 1999 yapımı The Talented Mr. Ripley filminde, Jude Law’ın canlandırdığı başına buyruk, şımarık zengin çocuğu Dickie’nin babası Herbert Greenleaf’in hiç unutmadığım bir repliği vardır: “İnsanlar hep ebeveynlerimizi seçme şansımız olmadığını söyleyip dururlar. Ama biz de çocuklarımızı seçemeyiz!". Anne baba ayrılığından, yokluğundan, ilgisizliğinden şikayet ederek çocukların uyumsuzluklarını bu sebeplere yükleyenler, istisnaların farkında değilmiş gibi davranırlar sanki. Oysa tüm ebeveynsel olumsuzluklara rağmen hayata tutunabilmiş, çalışıp başarılı olmuş, sosyalleşmiş, insan sevgisini yitirmemiş çocukların da var olduğuna dair gerçekler, çocukların sergiledikleri kötülüğün her zaman ebeveynlerin üzerine yıkılamayacağı gibi sıra dışı bir çıkarımda bulunmaya itiyor insanı.
Eden Lake, James Watkins’in ilk senaryosu değil ama ilk yönetmenliği. Her iki açıdan ele alındığında çok fazla sırıtan veya aksayan yön olmamasına rağmen, benzer örneklerden şekil itibariyle çok ayrı da sayılmaz. Fakat sonuç olarak üzerine oynadığı meseleden içerik yönünden elde ettiği sonuç hiç de yabana atılacak cinsten değil. Biçimsel ve politik anlamda çok farklı da olsa, akıl sağlığı hala yerindeyse usta yönetmen Michael Haneke’nin bu filmi izlediğini, film bitip aşağıdan yukarı doğru yazılar akarken içinden şöyle dediğini hayal ediyorum: “Aferin!”
Anaokulu öğretmeni Jenny ile nişanlısı Steve, haftasonu tatillerini geçirmek üzere Eden Gölü kenarında kamp kurarlar. Aynı civarda takılan bir grup çocuk da oradadır ve önce çifti taciz etmeye, daha sonra da liderleri Brett’in zorlamalarıyla kontrolden çıkacak bir insan avına başlarlar. Hayatta kalabilmek için, tehdit unsuru çocuklar olunca yapılacaklarla yüzyüze gelen kişinin bir öğretmen olması filmin ahlaki sorgu cüretine düşündürücü bir vurgu yapıyor. Bir anaokulu öğretmeninin değişimini çarpıcı biçimde veren film, gerilimli yapısını korkutmak için değil, sinirleri bozmak için kullanıyor ve bunda başarılı da oluyor. Çünkü filmin kötüleri yaratıklar, hayaletler, zombiler, vampirler, seri katiller, uzun saçlı kızlar, işkence meraklısı yetişkinler değil, yaşları 12 ile 17 arasında değişen bir grup sıradan aile çocuğu ve aralarında şiddeti bu derece ileri boyutlarda algılayamayanlar var. Aynı şekilde onların değişimleri de ufak psikolojik dokunuşlarla verilmeye çalışılmış. Tabi bu değişimin derinlemesine bir analiz olmadığını söylemek yanlış olmaz. Hatta çete oluşumlarında kontrolünü kaybetmiş liderlerinin emirlerine kayıtsız şartsız uymak zorunda kalan silik tiplerden farklı değiller.
Alttan alta ebeveynlerinin onlara karşı tutumlarından ötürü şiddet eğilimli oluşlarından ve şiddeti oyun ile gerçek karışımı bir poz verme şeklinde hayatlarına sokmalarından dem vurulmakta. Filmin başlarında Jenny ve Steve göle giderken arabanın radyosunda dinledikleri bültende çocuklarının davranışlarını kontrol edemeyen ebeveynlere yönelik devlet politikaları, okulların ebeveyn işlevi üstlenmeleri, cezalandırmaların çocuklara bir şey öğretemeyeceği yönünde duyduğumuz cümleler, olacaklara bir nebze altyapı hazırlamaya çalışıyor. Sosyal içerikli mesajının zemini başlarda izleyene kaygan gelse de, pek çok filmde yaşadığımız “bu kadar da olmaz” duygusu ile, aslında hayatta bu kadarının, hatta daha fazlasının bile olabildiği düşüncesine de yakınlaştıran rahatsız edici (gerekirse sömürücü) karışımı, Eden Lake’in kimyasını oluşturuyor.
Filmde geçen, yaratacağı kaçınılmaz ironi yüzünden geçmesi de gereken "onlar sadece çocuk" repliğinin karanlıkta kalan öteki yüzüne bakarken, etik açıdan kabahati ebeveynlere yüklemesi yanında, şiddetin yaşça küçüğü-büyüğü olmadığına, insanın içindeki iyilik/kötülük tohumlarının yeşermişliğine de dokundurması, Eden Lake’i sert ve sivri bir film olarak algılatabiliyor. Bu şekilde bir algılatma, algılayan kişinin bu algısından rahatsızlık duyması yanında, ondan gördüğü samimiyetten ötürü gerçeğin huzursuzluk veren dürüstlüğünden memnun olma durumu da doğurabiliyor. Sıradan bir film gibi başlayan, hızla ilerleyen, kan döken, hoyratlaşan, mantıksızlaşan film, aslında hiç de bir film gibi bitmiyor. İşte sinema adına bu filmin, acı da olsa gerçekliğinin memnuniyet yaratan bitiş pozisyonu, sosyal meselelerden veya bireysel sapkınlıklardan bir sürü sahtelikler üretmiş çoğu çağdaşının öne sürdüğü basit ve huzurlu çözümleri elinin tersiyle itmesinden güç alıyor. Yine algılayış biçimine göre belli bir kopma noktasında film, şiddetin yaşça küçüğü-büyüğü olmadığı savunusuna çarpıcı ince bir ayar yaparak, bu kez şiddetin ebeveyni-evladı olmadığı iddiasıyla bazı yerleşik ailevi sınırları da bilerek ihlal ediyor. Ulaşmak istediği, muhtemelen de ulaşacağı ürkütücü sonuç, şiddet üzerine ender görülen domestik bir yapıya sahip.
İnsanların kötülüklerinin kaynağı olarak hep eğitimsizlik, ailevi sorunlar veya ekonomik krizler hedef gösterilir. Bunların etkileri yadsınamaz. Fakat bunlardan birinin veya birkaçının yanına, insanın doğasında zaten var olan şiddet eğilimlerinin eklenmesi hiç alışılmadık bir hamle olmaz. Küçükken hayvanlara veya yaşça kendinden küçüklere eziyet etmeyi, yaşıtlarıyla kavgaya tutuşmayı, sokakta onlardan küfürler öğrenmeyi, okulu asıp kendini yasakların kollarına bırakmayı başkalarından gördüğü kadar, bu davranışları doğrudan kendi hamurundaki kötülüğün galip gelmesi sonucu ifa etmiş olması da ihtimal dahilinde düşünülmelidir. Çocuklar, gençler veya yetişkinler… Herkes durumu kendi bakış açısıyla değerlendirir. 1999 yapımı The Talented Mr. Ripley filminde, Jude Law’ın canlandırdığı başına buyruk, şımarık zengin çocuğu Dickie’nin babası Herbert Greenleaf’in hiç unutmadığım bir repliği vardır: “İnsanlar hep ebeveynlerimizi seçme şansımız olmadığını söyleyip dururlar. Ama biz de çocuklarımızı seçemeyiz!". Anne baba ayrılığından, yokluğundan, ilgisizliğinden şikayet ederek çocukların uyumsuzluklarını bu sebeplere yükleyenler, istisnaların farkında değilmiş gibi davranırlar sanki. Oysa tüm ebeveynsel olumsuzluklara rağmen hayata tutunabilmiş, çalışıp başarılı olmuş, sosyalleşmiş, insan sevgisini yitirmemiş çocukların da var olduğuna dair gerçekler, çocukların sergiledikleri kötülüğün her zaman ebeveynlerin üzerine yıkılamayacağı gibi sıra dışı bir çıkarımda bulunmaya itiyor insanı.
Eden Lake, James Watkins’in ilk senaryosu değil ama ilk yönetmenliği. Her iki açıdan ele alındığında çok fazla sırıtan veya aksayan yön olmamasına rağmen, benzer örneklerden şekil itibariyle çok ayrı da sayılmaz. Fakat sonuç olarak üzerine oynadığı meseleden içerik yönünden elde ettiği sonuç hiç de yabana atılacak cinsten değil. Biçimsel ve politik anlamda çok farklı da olsa, akıl sağlığı hala yerindeyse usta yönetmen Michael Haneke’nin bu filmi izlediğini, film bitip aşağıdan yukarı doğru yazılar akarken içinden şöyle dediğini hayal ediyorum: “Aferin!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder