31 Mayıs 2023 Çarşamba

La nuit du 12 (2022)

 
Yönetmen: Dominik Moll
Oyuncular: Bastien Bouillon, Bouli Lanners, Théo Cholbi, Paul Jeanson, Johann Dionnet, Lula Cotton-Frapier, Camille Rutherford, Anouk Grinberg, David Murgia, Pierre Lottin
Senaryo: Pauline Guéna, Gilles Marchand, Dominik Moll
Müzik: Olivier Marguerit

"Her yıl Fransız polisi 800'den fazla cinayet soruşturması başlatır. Bunların yaklaşık %20'si aydınlatılamamaktadır. Bu film onlarla ilgilidir.

Bu cümlelerle açılan La nuit du 12, Pauline Guéna, Gilles Marchand ve Dominik Moll'un senaryosunu yazıp, Almanya doğumlu Dominik Moll'un yönettiği Fransa/Belçika ortak yapımı bir polisiye dram. 12 Ekim 2016'da gece sokakta evine giderken yakılarak vahşice öldürülen 21 yaşındaki Clara'nın cinayetinin araştırılma sürecini izliyoruz. Her şey usulüne uygun ilerliyor, titiz ve kapsamlı bir soruşturma yürütülüyor. Bir sürü de şüpheli var. Zaten "katil kim" filmlerinin sahip olduğu potansiyel şüpheli bolluğu, hedef şaşırtıcı hamleler, cinayet motivasyonları, hepsine ve daha fazlasına sahip bir film. İşte tür gerekleri yanında bu sahip olduğu daha fazlasıyla da ilgilenen fakat bunu filmin polisiye ekseninden çıkmadan yaptığı için farkını ortaya koyan bir yapısı var. Clara'nın öldürülmesiyle birlikte davayı ele alan birimdeki polislerden ikisine daha yakın giriliyor. İlki, ailevi sorunları olan, öfke kontrolü sorunu da yaşayan Marceau, diğeri ise filmin merkezi karakteri Yohan. Film, bu cinayet davasına kitabına uygun bir şekilde ve uyum içinde bakan bu geniş ekibi önümüze koyarak, aslında yapılması gerekenlerin yapıldığını vurguluyor. Ne var ki Clara dosyası, açılıştaki yazıda da belirtildiği gibi çıkmaza giren, ne yapılsa sonuç vermeyen davalardan biri olma yoluna doğru gitmeye başlayınca, bu durumun nedenlerini tespit etmeye yönelik çabaların da en az filmin "katil kim" yanı kadar önemli olduğunu anlıyoruz.

Derinlere inildikçe güzel Clara'nın bir "maneater" yani herhangi bir aşk veya sevgi olmaksızın erkekleri cinsel ihtiyaçları doğrultusunda kullanan kadınlardan olduğuna dair bir ortak kanı oluşmaya başlıyor. Film, bu sayede ölmüş Clara'nın ataerkil düzen tarafından yargılanışını, toplum dilinde "su testisinin su yolunda kırıldığı" anlayışını sorgulayacak alanlar buluyor. Böylece bir kadının, tıpkı bir erkek gibi serbest bir cinsel hayat sürmesinin topluma neden dert olduğunu dillendirmeden bile bu alanlar içinde canlı tutabiliyor. Veya sırf kimseye ümit vermediği halde birkaç erkeğin kalbi kırıldı diye vahşice katledilmeyi hak edip etmediğini. Şüpheli erkeklerin sorgularında gördüğümüz ortak tavırlardan biri de, cinayeti onların işlemediğine ikna olsak dahi, Clara'ya bakışlarındaki türlü arızalar, yer yer pejoratif yaklaşımlar. Çoğunlukla oyalanmak için tercih edilen polisiye janrına ait bir yapımın, kadın cinayetlerinin sebep, tür ve coğrafya tanımaksızın evrensel bir sorun olduğu gerçeğine etkili biçimde temas ediyor olması çok değerli. Filmin başlarında kısa bir süre gördüğümüz Clara'nın film boyunca ruhunun korunması, soruşturma esnasında sürekli odak noktası olmasından dolayı adeta görünmeyen bir karakter olarak varlığını sürdürmesi, buna bağlı olarak katili bulunmadıkça bu ruhun huzur bulamıyor oluşu fikri, senaryonun kapsama alanının dışında bile sinyal alabildiğini gösteren nitelikte. Üstelik tavır yönünden kolayca düşebileceği kamu spotu tuzağına düşmeden, gergin ve kırılgan yapısını koruyarak.


Suçluyu açığa çıkaran unsurlar bulunamadıkça ve tüm gerekenler, hatta fazlası yapıldığı halde ilerleme kaydedilmedikçe gerilen sinirler, görevli polisleri de etkiliyor. Uzun süre çözülemeyen vakalar, o vakaya bakan polis veya polislerin kabusu olurlar. Saplantı haline getirildiği için artık kurbanla kurulan bağ daha kişisel bir hal almaya başlar. Ona olan bir vicdan borcunun yükü veya mesleğini hakkıyla yerine getirememiş olmanın ezikliği birbirine karışır. Yohan için Clara davası da böyle. Süreç uzadıkça ve gereken deliller, tanıklar vs. bulunamayınca polislerin konuştukları her erkeğin katil olabilme ihtimali, uğraşması güç bir kısır döngü yaratıyor. Hatta sık sık hız bisikletiyle pistte çalışırken gördüğümüz Yohan'ın sürekli aynı pistte dönüp durmasıyla, Clara davasında bir türlü ilerleme kaydedemeyip başladığı yere dönmesi arasında kurulan paralelliğin gerekliliği tartışılsa da, bu davanın takıntı yaratan, tüketen, acı veren yanının Yohan'a olan etkileri yeterince ikna edici. Çözülemeyen bu cinayet davasından etkilenen, üzerinden üç yıl geçmesine rağmen ısrarla üzerine gitmeye değer bularak dosyayı tekrar açtıran kadın hakimle, artık davayı bırakmış Yohan arasındaki konuşmanın etkileyiciliği gibi hamlelerle seyirci umutsuzluğa sürüklenmek istenmiyor. Yohan'ın yılgınlığı bu umutlarla tekrar yeşeriyor. Çünkü her ne kadar ümitsizlik ve bıkkınlık hakim gelse de, Yohan'ın bu çözülmemiş davayla kurduğu bağ neticesinde katili bulma ihtimallerini değerlendirme ihtiyacı baskın geliyor.

Beklenmedik olup olmadığı da tartışılabilecek ama ne olursa olsun etkileyici sayabileceğimiz finaliyle yarattığı duygu karmaşası filmin amacına ulaştığını, ana fikrini hakkıyla dile getirdiğini deklare edip seyirciye de etraflıca düşünme payı bırakıyor. Cinayete kurban gitmiş kadının bile ahlakının tartışmaya açıldığı her tür toplumsal yapının karşısında iyiliğin, dürüstlüğün, adaletin kazanacağı beklentisinin her zaman karşılık bulamayabileceği gerçeğine değiniyor. Yönetmen Dominik Moll, mütevazi, hatta sinemasal yönden gösterişsiz ama gerçek olaylardan feyz alan hikayesinin akışına değer veren sade anlatımıyla altı ödül kazandığı César başta olmak üzere başka festivallerden de çeşitli ödüller aldı. Özellikle Colin Niel romanından uyarlanan 2019 tarihli bir önceki filmi Seules les bêtes ile çok başarılı bir yapıma imza atan Moll, bu filmin özellikle bölümlere ayrılmış kurgusal estetiğinden farklı olarak La nuit du 12'de nadiren yükselen, ama tüm trajedisini güçlü ve derinden hissettiren tevazusuyla dikkat çekiyor. Bu tevazuyu çok iyi temsil eden Bastien Bouillon, Yohan rolü için belki daha tutkulu ve hırslı bir seçim olmadığını düşündürebilir. Ama filmin gerilimli, gizemli dramatik polisiye akışında armudun sapı, üzümün çöpü aranmıyor. Vahşice işlenen cinayetlerin çözüme kavuşmasını, suçluların cezalandırılmasını temenni etmenin filmlerinden birini izliyoruz. Adalet ihtiyacımız gerçek yaşamda olduğu gibi filmlerle de test ediliyor. Bu ihtiyacın evrenselliği böyle filmler sayesinde geniş çapta bir aidiyet duygusu yaratıyor.

13 Mayıs 2023 Cumartesi

Missing (2023)

 
Yönetmen: Nicholas D. Johnson, Will Merrick
Oyuncular: Storm Reid, Nia Long, Ken Leung, Tim Griffin, Amy Landecker, Joaquim de Almeida, Megan Suri, Daniel Henney
Senaryo: Nicholas D. Johnson, Will Merrick, Sev Ohanian, Aneesh Chaganty
Müzik: Julian Scherle

Aneesh Chaganty ve Sev Ohanian ikilisi 2018'de yazdıkları Searching senaryosuyla yenilikçi bir işe imza atmış, kimi çevrelerce bir sinema filmi olarak görülmese bile sürükleyici bir dijital polisiye gerilim tasarlamışlardı. Filmi yöneten Chaganty, pek çok yenilik denemiş, adeta bütünüyle kurgu masasından bir film çıkarmıştı. Searching'in kurgu masasında Nicholas D. Johnson ve Will Merrick oturuyordu. Missing'de ise bu kez Chaganty ve Ohanian hikayeyi yazmış, Johnson ve Merrick hem o hikayeden senaryoyu oluşturmuş, hem de yönetmiş. Searching'deki dijital ekranlardan oluşan sürükleyici polisiye düzeni ufak tefek farklılıklara rağmen aynen sürdürülüyor. Yalnız bu defa farklı hikaye ve karakterlerle yeni bir iz sürme hikayesi izliyoruz. Annesi Grace ve onun erkek arkadaşı Kevin'ın Kolombiya yolculukları sonrası annesinin ortadan kaybolmasıyla bilgisayar ve telefon başında onu arayan lise öğrencisi June ana karakterimiz. Searching'de kızını arayan David, Missing'de annesini arayan June, bu iki filmin tarz ve konu olarak aynı tornadan çıkmış olmasının barizliğine karşın, zekaları ve azimleriyle iyi tasarlanmış dedektif rolündeler. June'un sık sık ekrana yansıyan endişeli yüzü, ekranda gördüğümüz klavye ve mouse tıklamalarıyla birleştirildiğinde tuhaf bir karakterizasyon ortaya çıkıyor. Telaş yanında, zekice iz sürme hamlelerinin seriliği açısından kurgusal bir beceri de tıpkı Searching'deki gibi görülüyor.

Bilişim teknolojileri ve sosyal medya kullanım becerisi gerektiren kurgu, hikayenin de gizemiyle birleşince, Searching'deki masa başı polisiyesi formülü yine çok iyi çalışıyor. Sosyal medya ve akıllı telefon uygulamaları, Google tabanlı uygulamalar, dizüstü bilgisayar kameraları, güvenlik kameraları vs. sürekli birbirleriyle rol paslaşıyor. June'un bulunduğu sabit bir merkezden evin dışına, hatta Kolombiya sokaklarına bile çıkabiliyoruz. Hikayenin dolambaçlı, sürprizli, tempolu dramatik yapısı, insan yüzü görmediğimiz anların da tercümanlığını yapıyor. Bir kaybı araştırırken bir şifreyi tahmin etmeye, alternatifleri denemeye, ihtimalleri hesaplamaya, çözüm yolları üretmeye çalışmanın izleği, pratik zekayla bilişim zekasının buluşma noktasını işaret ediyor. Her ne kadar araştırma, gerçeği bulma amacıyla olsa da başkasının hesaplarına girip mesajlarına, videolarına erişme, sırlarını öğrenme suçlu zevkine de ortak oluyoruz. Bu bilişim ağının doğrudan müdahale edemeyeceği noktalarda ise June'un anlaştığı Kolombiyalı özel araştırmacı Javi'nin Skype bağlantılı sahneleri devreye sokularak devamlılık sağlanıyor. Fakat tıpkı Searching'de olduğu gibi Missing'de de final bağlama noktasında bulunan çözümlerin tatmin ediciliği tartışılabilir durumda. Bu son noktada aksiyonla tansiyon yükseltme çabası yerine başka zeki çözümler üretilse fena olmazdı. Çünkü bir kameradan başka bir kameraya atlayarak Searching/Missing konseptine bağlı kalabilirsiniz ama bu sıçramanın o aksiyona değil, aksiyonun o dijital mantığa uydurulması daha şık olabilirdi.

5 Mayıs 2023 Cuma

Le otto montagne (2022)

 
Yönetmen: Felix van Groeningen, Charlotte Vandermeersch
Oyuncular: Luca Marinelli, Alessandro Borghi, Filippo Timi, Elena Lietti, Elisabetta Mazzullo, Lupo Barbiero, Cristiano Sassella
Senaryo: Paolo Cognetti, Charlotte Vandermeersch, Felix van Groeningen
Müzik: Daniel Norgren

Paolo Cognetti'nin aynı adlı çok satan romanından, evli ve bir çocuk sahibi Charlotte Vandermeersch - Felix van Groeningen çiftinin uyarladığı ve yönettiği Le otto montagne (The Eight Mountains), Pietro ve Bruno adlı iki arkadaşın uzun yıllara, mevsimlere yayılan dostluğunu anlatan epik bir dram. 12-13 yaşlarında Alp Dağları'nda tanışan şehirli Pietro ve dağ köylüsü Bruno arasında kısa sürede kurulan dostluk, Pietro'nun babası Giovanni'nin bu iki çocuğa aşılamaya çalıştığı zor doğa şartlarına meydan okuma tutkusuyla perçinleniyor. Pietro şehirde yaşadığı için sadece tatillerde görüşebilen iki arkadaş, büyüdükçe birbirlerinden kopmaya başlıyor. Babasıyla da ilişkisi bozulan Pietro, kendi yolunu çizmeye karar veriyor. Ne zaman ki, yıllar sonra çocukluğunun en saf ve temiz yıllarını geçirdiği taşraya dönüyor, orada Bruno ile karşılaşıyor ve birlikte babasının da arzusu olan bir dağ evi inşa etmeye başlıyorlar. Her yıl bu evde buluşmak üzere de sözleşiyorlar. Her buluşmalarında  aşkları, kayıpları, aileleri, ayrı geçirdikleri hayatlarını birbirleriyle paylaşıyorlar. Böylelikle dostlukları daha da pekişiyor. Aslında kağıt üzerinde pek fazla ayrıcalıklı durmayan bu konuyu, De helaasheid der dingen (2009), The Broken Circle Breakdown (2012), Belgica (2016) gibi filmleri yöneten Felix van Groeningen'in yönetmesi, üstelik bu defa oyuncu eşi Charlotte Vandermeersch ile birlikte yönetmesi, filmi layık olduğu roman uyarlaması mertebesine çok dokunaklı ve sanatsal boyutlarla taşıyor.

Filmi yıl yıl bölümlere ayırmadan, doğal akışı tarihlerle, mekanlarla veya "10 yıl sonra" gibi ifadelerle bölmeden anlatan, ustalıklı, incelikli kurgu hamleleriyle kendine has bir ritim yaratan Groeningen/Vandermeersch, bu sayede film hantallaşmaktan, sıradanlaşmaktan kurtarıyor. Bu kadar dingin, huzur dolu, duygu yüklü olup da, aynı zamanda gereksiz ağırlaşmayacak kronolojik bir zamanlama hissiyatıyla çekilmesi, filme acelesiz, sindire sindire okunan bir roman estetiği katıyor. Bu büyülü atmosfer, Pietro ve Bruno'nun yanına farklı mevsimlerle bezeli doğayı, hatta beraber yaptıkları dağ evini bile birer karakter gibi eklemeyi başarıyor. O ev, bir babanın vasiyeti veya iki arkadaşın buluşma noktası olmasının ötesine geçip, gerçek dostluğun, emeğin, paylaşımın, şehir kaosundan kaçıp bir kucağa sığınmanın, insan - doğa bütünleşmesinin, beden ve ruh iyileştiriciliğinin kesişme noktası haline geliyor. Pietro ve Bruno'nun bu kesişme noktası dışında kalan hayatlarına ya çok az dahil oluyoruz ya da aradan geçen zamanlarda ne yaşandığını hiç görmüyoruz. Özellikle anlatıcı konumundaki Pietro'nun ara sıra duyduğumuz monologları, seyirci olarak bu dostluğun sembolü olan o dağ eviyle kurduğumuz bağı hiç unutturmuyor. Çocukluğundan beri o coğrafyadan kopamayan Bruno ve tek bir yere sabit kalamayan Pietro arasındaki bu zıtlığın tek ortak noktasını oluşturan evin sağladığı arınma, sığınma, huzur bulma hali seyirciye zahmetsizce geçiyor. Çünkü şehir keşmekeşinden bıkmış bizler için bu evren, o arınmanın, sığınmanın, huzurun da sembolü oluveriyor.


Pietro ve Bruno, ortak emek harcadıkları bu evin dostluklarını iyileştirici etkisi yanında, zaman zaman yıpratıcı yanını da yaşıyorlar. Evlilik, para, borç gibi bu pür doğa yaşamına hiç uymayan, o saflığa tamamen yabancı kalan kavramlarla yaşadıkları geçimsizlik, ilişkilerine de yansıyor. Özellikle Bruno'nun doğaya olan teslimiyetine ters düşen bu materyalist öğelerin, Bruno gibi yaşadığı coğrafyanın içinden çıkmadan özgürlük talep etmesi ironisine kapı açması, bazı gerçeklerle yüzleşmesine, onları arasında seçim yapmak zorunda kalmasına sebep oluyor. Oysa ne gerçekler, ne de seçimler onun için hiç önem arz etmiyor. Öte yandan, yerleşik bir hayatı fazla önemsemeyen Pietro'nun, adeta bir özgürlük ve bohem simgesi olan Nepal ve Himalayalar ilgisinin, sonra da dönüp dolaşıp kendisini dağ evinde bulmasının aidiyet ihtiyacı ironisi de onu sık sık yokluyor. Babası Giovanni ile arasını düzeltemeden onu kaybetmesinin vicdani yükü, Giovanni'nin son zamanlarında yanında olan Bruno'dan kendisi hakkındaki son düşüncelerini öğrenmek istemesi, Pietro'nun bu eve ve onun temsil ettiklerine sıkı sıkı bağlanmasını sağlıyor. Ona babasını ve vicdan borcunu anımsatıyor. Aslında Pietro ve Bruno, tüm bunların açığa çıkardığı, çocukluklarında kurdukları güçlü dostluğun akıntısına kapılmış karakterler. O akıntı ikisini de sık sık o dağ evine sürüklüyor. Kimi zaman hiç konuşmadan iki kişilik bir yalnızlığı paylaşıyor, kimi zaman şömine başındaki sarılma sahnesi gibi sıcacık bir dostluğun kanatları altına sığınıyorlar. İşte o ev, özgürlüğü, huzuru, vicdanı, iyileşmeyi, yası, sorumluluğu temsil ettiği kadar o dostluğun nefes aldığı bir sığınağı da temsil ediyor.

Le otto montagne benzersiz bir film değil. Bunun gibi yıllara, mekanlara yayılan dostluk hikayeleri izlemişliğimiz vardır mutlaka. Ama onu ve onun gibi kaliteli başka muadillerini özel kılan, hikayesini ustalıkla görselleştirmeyi bilmesi, kendine biçtiği süreyi (ki roman uyarlayan yönetmenlerin farklı süre tercihleri olabilir) en iyi sinema bileşenleriyle yorumlamasıdır çoğunlukla. Groeningen ve Vandermeersch, "roman gibi film" diye düşündüğümüz görselliğe o kadar önem vermişler ki, Groeningen'in tüm filmleri yanında Julia Ducournau'nun iki uzun metrajı Raw ve Titane'da da çalışmış Ruben Impens'in harikulade görüntü işçiliği ile büyülü bir roman/film ortak tutkusu oluşturmuşlar. Her karesi bir fotoğraf sergisine aitmiş gibi duran bu zenginliğe zaman zaman İsveçli şarkıcı - söz yazarı Daniel Norgren'in dokunaklı folk/country şarkıları da çok güzel eşlik ediyor. Luca Marinelli (Pietro) ve Alessandro Borghi (Bruno) arasında sağlanan kimya, yine filmin onlarca artısından biri. Aday olduğu ve ödül kazandığı çeşitli festivaller arasında en önemlisi olan 2022 Cannes Film Festivali'nde Altın Palmiye olmasa da, Jüri Ödülü'ne layık görülen Groeningen ve Vandermeersch, hayat arkadaşı olmalarının avantajını işlerine de taşıdıklarını gösterircesine etkileyici bir uyarlamaya imza atmışlar. Gelecek projelerde de birlikte yönetmenlik yaparlar mı bilinmez. Ama çok önemli filmler çekmiş Groeningen'in artık alışılmış tarzından çeşitli farklar barındıran Le otto montagne, son yılların en iyi roman uyarlamalarından biri olarak, temelinde yatan hüzün, huzur, yalnızlık, dostluk kavramlarının etkileyici figüratif karşılıklarını taşıyan bir film.