31 Mart 2020 Salı

The Assassination (2015)


Yönetmen: Choi Dong-hoon
Oyuncular: Jun Ji-hyun, Lee Jung-jae, Ha Jung-woo, Oh Dal-soo, Cho Jin-woong, Lee Kyung-young, Choi Deok-moon, Park Byung-eun, Kim Eui-sung, Kim Hong-pa
Senaryo: Choi Dong-hoon, Lee Gi-cheol
Müzik: Dalpalan, Jang Young-gyu

1911 yılında Japon işgali altındaki Seul'de bir otelde Koreli iş adamı Kang In-gook, altın cevheri madenciliği haklarını alabilmek için Japon genel valisiyle buluşur. Ama direnişçi Yem Sek-jin'in başarısızlıkla sonuçlanan suikast girişimi sonucu görüşme yarım kalır. Kang In-gook valiyi kurtarır, Yem ise yaralı olarak kaçmayı başarır. Kang In-gook'un karısı da bu suikast organizasyonunun bir parçası olduğu için Yem onun evinde saklanmıştır. Kadın, ikiz kız bebeklerini ve kılık değiştiren Yem'i de yanını alarak bir bahaneyle evden ayrılır. Ama Kang In-gook, adamlarına karısı dahil kafiledeki herkesi öldürüp bebekleri kendisine getirmesini emreder. Yolda peşindeki adamlar fark edilince bebekler ayrı yönlere götürülür. Çıkan çatışmada bebeklerden biri alınır, kadın öldürülür, Yem ise yaralı olarak ele geçirilir. Yıllar sonra 1933'te işgal devam ederken pek çok direniş savaşçısı sürgüne gittikleri Çin'de mücadelelerini uzaktan organize etmek zorunda kalmışlardır. Merkez Polis Karakolu'ndan kaçmayı başaran ilk kişi olarak efsane olan Yem, Mançurya'ya gitmiştir. Direniş örgütünün başında bulunan Kim Koo, Yem'i ajan yapmış, onu sağ kolu haline getirmiştir.

Kim Koo ve örgütü, Japon ordusunun en yüksek rütbeli askerinin Kore'yi ziyaret edeceğini öğrenince riske girip suikast düzenlemeyi planlar. Ancak silahı kullanacak tek keskin nişancı Şanghay hapishanesinde yatan Ahn Ok-yun'dur. Ayrıca direniş eğitimi almış Rapid-fire ve hücre arkadaşı da bu ekibe dahil edilir. Direniş ajanı Yem'in Ahn Ok-yun'u ve bu iki direnişçiyi hapisten çıkarıp direnişe katmak istediği bilgisi grup içindeki bir hain tarafından Japonlara sızdırılır. Bu hain Yem'in ta kendisidir. 1911'de yakalanıp işkence gördüğü için taraf değiştirmiş, bir Japon ajanı olmuştur. Yem bu suikast ekibini kurduktan sonra aynı ekibi yok etmesi için bu defa kiralık katil Hawaii Pistol ve yardımcısıyla anlaşma yapar. Artık Ok- yun ve arkadaşları sadece Çin'deki hapishaneden kaçmak zorunda değil, Japon ordusu ve onu öldürmeye çalışan kiralık katilden de kaçmak zorundadır. Bu uzun konudan da anlaşılacağı üzere güçlü bir omurgaya oturtulan The Assassination, senaryosunu Choi Dong-hoon ve Lee Gi-cheol'un yazdığı, Choi Dong-hoon'un yönettiği etkileyici bir tarihi dram, aksiyon, gerilim yapımı. Bu türlerin hepsinin hakkını dozunda veren, özellikle etkileyici sanat yönetimiyle oluşturduğu güçlü fonunda istediği gibi hareket eden, ama disiplinini de hiç bozmayan bir yapım.


Yem'in çok kritik bir suikasti gerçekleştirecek olan ekibi kurması, aynı zamanda kendini gizleme çabaları, üç kişilik suikast ekibinin hazırlık aşamaları, o ekibi çökertmek için kiralanan Hawaii Pistol ve yancısının çalışmaları, kesişen yollar, kaçışlar, kovalamacalar, hafiften filizlenen bir aşk, entrikalar, pusular, giderek yükselen tansiyon ve kaliteli bir aksiyon. Tüm bu kanalları idare etmek bir yönetmen için kolay değil. Choi Dong-hoon, biri animasyon olmak üzere bu 6. filminde tecrübesini ortaya koyup ince işçiliklerle, düşmeyen bir tempoyla, usta kurgu hamleleriyle bu kalemlerin hepsine gereken özeni gösteren bir orkestra şefi gibi adeta. Bazen temposunu hızlandırarak takibi güçleştirse veya sindirimi zorlaştırsa da benzer durumlarda vites küçültüp hantallaşan filmleri düşününce bu tercih anlaşılabiliyor. Zaten Güney Kore sinemasına has tempo akışına alışkın seyirciler için bu bir eksi sayılmaz. Filmin dozu giderek artan tehdit kozu olan Yem'in kullanılışı, Hawaii Pistol ve Ahn Ok-yun arasında girişi, gelişmesi ve sonucu çok dengeli ayarlanmış duygusallığın gidişatı, ikiz kardeş mevzusunun dramatik kırılmalara olan etkisi gibi daha çoğaltılabilecek parçaların biraraya getirilişi, filmin karakter yapılanması ve boyutlanmasında önemli yer tutuyor. Bunun yanında filmin sırf yapmış olmak için yapılmamış güçlü bir aksiyon anlayışı da var ki, özellikle benzin istasyonu ve düğün bölümleri, artık oturmuş karakterleri dışlamayan, onların filmdeki dramatik duruşlarını, haliyle oyuncuların performanslarını da bu aksiyona dahil eden bir anlayış bu.

Belki tüm bu unsurlara daha önce başka filmlere de rastladık. Ama The Assassination, o başka filmler arasında gerçekten iyi olanlardan biri. Güney Kore sineması yakın ve uzak tarihine önem veren, yaşanmış olaylardan beslenerek kendi kurgusunu oluşturan bir sinema. İster istemez yeni nesle o tarihi hissettirebilmek için didaktik kaçtığı da olmuyor değil. Öte yandan bu filmde olduğu gibi dönemin Japonya hegemonyasındaki Kore'nin hainlerinin ve kahramanlarının resmedilişindeki evrensellik sadece Kore tarihine özgü olmadığından, günümüze yansımalarından da dersler çıkarabiliyoruz. O hainler ve kahramanlar her ülkenin tarihinde vardı, hala varlar ve olacaklar. 1-2 önemli figüre suikast düzenlediğinizde savaşı kazanmış olmuyorsunuz belki. Ama en azından duruşunuz, isyanınız, direnişiniz, tarafınız belirginleşiyor. Seçilen tarafların sonuçlarını görme açısından bu tip filmler, The Assassination gibi işlendiğinde su gibi yolunu buluyor. Bu işlenme teknik ve sanat yönetiminden müziklerine kadar her birime olumlu yansırsa iz bırakıyor. Tabii Jun Ji-hyun (Il Mare, My Sassy Girl, Winstruck, Daisy, A Man Who Was Superman), Lee Jung-jae (Il Mare, Typhoon, The New World), Ha Jung-woo (Time, Breath, The Chaser, The Yellow Sea, Nameless Gangster), Cho Jin-woong (The Front Line, Nameless Gangster, A Hard Day) gibi güçlü oyunculara da sahipseniz işiniz daha kolay ve nitelikli hale geliyor. Choi Dong-hoon, The Assassination'da üst düzey bir yazım ve yönetimle bu tarih bilincine etkileyici bir eklemede bulunuyor.

27 Mart 2020 Cuma

Loreak (2014)


Yönetmen: Jon Garaño, Jose Mari Goenaga
Oyuncular: Itziar Ituño, Nagore Aranburu, Itziar Aizpuru, Josean Bengoetxea, Egoitz Lasa, Ane Gabarain, José Ramón Soroiz
Senaryo: Aitor Arregi, Jon Garaño, Jose Mari Goenaga
Müzik: Pascal Gaigne

Ane, bir inşaat firmasında çalışan orta yaşlı, kendi halinde sıradan bir kadındır. Eşi Ander ile durağan, sıkıcı bir evliliği vardır. Günün birinde evine isimsiz, notsuz, kimden geldiği belli olmayan bir çiçek demeti gelir. Önce yanlışlık olduğunu düşünse de, her perşembe günü birbirinden güzel ve farklı çiçek demetleri gelmeye devam eder. Ander bu durumdan rahatsız olmaya başladığı için Ane çiçekleri iş yerine götürmeye başlar. Bu arada inşaatta vinç operatörü olarak çalışan Beñat ise bir otoyol gişesinde çalışan Lourdes ile evlidir ve Lourdes'in önceki evliliğinden olan oğlu Mikel ile birlikte yaşamaktadır. Beñat'ın annesi Tere, Lourdes'ten pek hoşlanmamaktadır. Annesiyle eşi arasında kalan Beñat, bir gece arabayla eve döndüğü sırada telefonda annesiyle tartışırken kaza yapar. Eşyaları arasında Ane'nin üzerinde ismi yazılı olan kaybettiği kolyesi çıkınca, Ane kendisine çiçekleri gönderenin Beñat olduğunu düşünür. O da her Perşembe Beñat'ın kaza yaptığı yere çiçek götürmeye başlar. Jon Garaño ve Jose Mari Goenaga ikilisinin yönettiği, bu ikiliye Aitor Arregi'nin senaryo katkısı sağladığı Loreak (Flowers), sakin, hüzünlü ve gizemli bir dram. İlginç konusunu fazla dallandırmadan, kendi yarattığı dalları sürekli parlatarak tazeliğini muhafaza eden film, iki farklı hayatı küçük ilmeklerle birbirine bağlayarak ölüm, iletişimsizlik, unutulmak üzerine basit ama çarpıcı denklemler kuruyor.

Filmde geçen "insanlar, onları unuttuğumuz zaman ölür" sözünü çok iyi planlanmış ve iç içe geçirilmiş bir hikayeyle sunan Garaño, Goenaga, Arregi üçlüsü, önce Ane'ye gönderilen gizemli çiçeklerle kurduğu girişin fazla çeşitlendirilemeyeceğini ihtimalini Beñat ve Lourdes'in hikayesini de ekleyerek ortadan kaldırıyor. Menopoza giren, sıkıcı bir iş ve ev hayatını idare etmeye çalışan Ane, kendisine gönderilen çiçeklerle bir yandan unuttuğu yaşama sevincini tekrar kazanıyor, bir yandan da bu çiçek gizeminin kendisinde yarattığı heyecana ayak uyduruyor. Öte yandan iyi yürekli ve mülayim bir işçi olan Beñat ve onun gibi zorlu şartlarda çalışan eşi Lourdes'in evliliğinden oluşan alakasız bir başka hikayeye başlıyoruz. Ama bu iki alakasız durum trajik bir kırılma noktasıyla birbirine o kadar incelikli bir biçimde bağlanıyor ki, birbirinden habersiz iki kadının, Ane ve Lourdes'in farklı biçimlerde yaşamak zorunda kaldıkları ilginç bir dram çatısı daha kuruluyor. Hatta Beñat'ın annesi Tere de bu çatı altına dahil edilerek her iki kadının işlenişine önemli katkılar sağlıyor. Abartıdan, olay çıkarmaktan, duygu sömürüsünden kaçınan senaryo, yine de oya gibi işlediği olay örgüsünü her an olay çıkabilirmiş duygusunu da yanında taşıyarak yürüyor. Fakat öyle bir tarza alıştırıyor ki, herhangi uç bir tercihin bu tarz içinde çok eğreti duracağı gerçeğini hiç yadsımayıp kendini itinayla tüm olumsuzluklardan koruyor.

Her ölü arkasında mutlaka bir şeyler bırakıyor. Kimisi artık işine yaramayacak olan bedeniyle bir kadavra olarak tıp öğrencilerine hizmet verdiği gibi, kimisi hayattayken bıraktığı iyilikler sayesinde bir yol kenarında veya güzel çiçeklerden oluşan bir buketin içinde sevdikleri tarafından yaşatılmaya çalışılıyor. Eski videolarla, resimlerle, anılarla bir şekilde aramıza giriyorlar. Fakat en iyi ilaç kabul edilen zamanın etkisiyle silinmeye başlayan, hayatın normal akışı içinde yerini başka kişilere, başka anılara bırakan eskilerin unutulmaya başlanması, artık ölümün tescillendiği anlamına geliyor. Hepimizin farkında olduğumuz bu gerçeği, hepimizin kabul edebileceği bir basitlikle kurgulayan film, Ane ve Lourdes'in arabadaki konuştukları sahnedeki gibi sorulan sorulara içtenlikle yanıt veriyor. Ama tam yanıt vermediği çok önemli bir şey var ki, onu da filme saklayalım desek bile film zaten onu bizden saklamış. Bu cevapsız haliyle ya da cevapları Ane veya Lourdes tarafından verilmiş haliyle bile çok güzel bir film olarak kalıyor Loreak. Sanki sınırını çok iyi biliyor, o sınırı geçerse düşüp bir yerini yaralayacakmış gibi dikkatli biçimde. Itziar Ituño, Nagore Aranburu ve Itziar Aizpuru gibi üç çiçekten oluşan bu buket, içinde hiçbiri abartılmamış halde acının, yaşama sevincinin, merakın, isyanın ve nihayet kabullenmenin biribirine karışmış kokularını taşıyor.

23 Mart 2020 Pazartesi

El hoyo (2019)


Yönetmen: Galder Gaztelu-Urrutia
Oyuncular: Ivan Massagué, Zorion Eguileor, Antonia San Juan, Emilio Buale, Alexandra Masangkay
Senaryo: David Desola, Pedro Rivero
Müzik: Aránzazu Calleja

David Desola'nın Pedro Rivero ile yazıp, Galder Gaztelu-Urrutia'nın yönettiği İspanya yapımı El hoyo (The Platform), hangi zamanda geçtiği tam belli olmayan, fakat atmosferinin distopik bir geleceği işaret ettiği filmlerden. Kaç kattan oluştuğu sonradan anlaşılacak, her katta iki kişinin bulunduğu, ortalarında genişçe bir boşluğun bulunduğu dikey bir hapishanedeyiz. Bir platformla bu boşluktan her hücreye günde iki dakika boyunca en üst kattan başlayarak yiyecekle dolu bir sofra gönderiliyor. İki dakikada ne yiyebilirse yiyen mahkumlar şayet sonradan yemek için yiyecek saklarlarsa hücreleri ya ısınmaya, ya da soğumaya başlıyor. Haliyle zamana karşı yarışan üst kattakilerin daha iyi beslendiği bu hapishanede, platformdaki yiyecekler azaldıkça alt katlarda vahşi bir yaşam savaşı başlıyor. Bir ay sonra mahkumların hücreleri onlar uyutulduktan sonra değiştiriliyor. Böylece rastgele bazen üst katlarda, bazen alt katlarda ikamet eden mahkumların hayatta kalma mücadelesini izliyoruz. Daha doğrusu bu mahkumlardan biri olan Goreng'in tarafından izliyoruz. Trimagasi adlı yaşlı bir adamla paylaşacağı 48 numaralı hücrede uyanan Goreng, sistemin nasıl çalıştığını öğrenmeye başlayınca önce bunun geçici bir deney olduğu rahatlığına kapılsa da, günler geçtikçe dehşet verici bir hayatta kalma mücadelesi içinde olduğunu anlamaya başlıyor.

Cube (1997), Das Experiment (2001), La habitación de Fermat (2007), Snowpiercer (2013) gibi filmleri andıran orijinal konusuyla El hoyo, bu kez insanoğlunun yaşayabilmesi için en temel gereksinimlerinden biri olan beslenme olgusu üzerinden ürkütücü bir deneyim sunuyor. Lüks bir restoran mutfağını andıran büyük bir mutfaktan görüntülerle başlayan film, burada yapılan yemeklerin bir platform aracılığıyla en üstten alt katlara ikişer dakikalık yolculuğunun sebep olduğu davranışların gözlendiği olağanüstü bir sosyal deneye dönüşüyor. Aslında bir suç işlememiş, ama neyle karşılaşacağını bilmeden bu projeye gönüllü olmuş Goreng'in mülakat sahnelerine yapılan kısa geri dönüşlerden fazla bir şey anlaşılmıyor. Neye göre ikili şekilde eşleştirildikleri belli olmayan, yanlarına istedikleri bir obje almalarına izin verilen bu insanlar için üst katlardayken pek sorun gözükmese de, günler sonra alt katlarda gözlerini açtıkça beslenmenin hayati önemi onları her türlü duruma hazır hale getirmeye başlıyor. Fikrin sahibi David Desola, kendine özgü bir "besin zinciri" tasarlayarak bir taşla birkaç kuş vurmayı başaran bir senaryo inşa ediyor. En üstten başlayıp altlara indikçe azalmaya mahkum lezzetli yemekler olarak basite indirgenemeyecek bu motivasyon, özünde sınıfsal farklılığın deşildiği mükemmel bir simülasyon olarak ortaya çıkıyor.


Bir üst kattakilerin bir alttakileri görebilmelerine rağmen konuşmadığı, iki dakika içinde yemeklere saldırırken alt kattakileri hiç düşünmediği bu sistem, kapitalizmin hırpaladığı insanların böylesi anormal bir ortamda yaşamadığı halde mevki, makam, rütbe, para, pul sayesinde kendini başkalarından üstün gören, onları umursamayan bencilliklerinin sağlamasını yapıyor. Aynı zamanda akıllara beş yıldızlı otellerin her şey dahil restoranlarında sanki bir dakikaları varmış gibi davranan insanların açgözlülüklerini de getiriyor. Bu bencillik ve açgözlülük, güçlünün olduğu kadar açlığa dayanıklı olanın ve tabii ki bencilin de hayatta kaldığı böyle bir deneysel ortamda işleri kolaylaştırıyor. Fakat zamanla ayak uydursa da, daha ilk günden beri bu sistemi kabullenmekte zorlanan, nasıl bir yere geleceğini bilmeden kendine obje olarak Don Kişot kitabını seçen Goreng, sözde kayıp kızını aradığı için platforma binip kat kat gezen Miharu'dan, yıllarca platform seçmelerinde masa başı görevi yapıp hücreye gönüllü giren Imoguiri'den, sonra da kaçma planları yapan Baharat'tan edindiği tecrübelerle kendi planını yapıyor. Yel değirmenlerine kafa tutarcasına bu işe bir yerden çomak sokmak, işleyen sisteme bir mesaj iletip işleyişi aksatmak istiyor. Film ve dizi oyuncusu Katalan aktör Ivan Massagué performansının etkileyiciliğine de ayrıca dikkat çekelim.

David Desola, baştaki mutfak çalışanları dışında platform oluşumuna dahil hiç kimseyi görmememizin gizemini de koruyarak Goreng ve Baharat'ın plan sürecini işleme koyuyor. Zaten suçlularla gönüllülerin birbirine karıştığı bu topluluğun nasıl bir kabus içinde yaşadıklarını çeşitli yönleriyle hissettirmesine rağmen, bu bölümle hislerimizi bir tık öteye taşıyarak kaosun boyutlarını somutlaştırıyor. Hiyerarşinin anarşiye dönüştüğü, sağlam mide gerektiren bu kaos, gelişmiş platform teknolojisi içinde orman kanunlarının geçerliliği ironisini yansıtıyor. Snowpiercer'ın yatay sınıfsal farklılığını dikey konuma getirip kendini bir adım daha ileri atarak "spontane dayanışma" tartışmasına da zemin hazırlıyor. İçinde bulunduğumuz salgın hastalık psikolojisine cuk oturan bir tartışma bu. Aynı binada bile birbirini tanımayan günümüz insanlarının böyle bir dayanışma türüne olan uzaklığı dahi mümkünken, platform gibi olağan dışı bir ortamda bu beklentinin iyimserliğine de yer açmaya çalışıyor. Bu iyimserliğe de yine kendi cevabını veriyor. Yiyecek saklamanın yasak olduğu, ama mahkumların birbirini öldürmesinin, hatta söz konusu açlık olunca başka şeyler yapmasının serbest olduğu bilim kurgu düzenine sahip bu tesisin 6. veya 202. katında olmanın farklı ruh hallerini hem ortak, hem de farklı bir ambiyansla harmanlayan yönetmen Galder Gaztelu-Urrutia ise tam manasıyla senaryonun hakkını veriyor. Ancak aynı senaryo, işin o sıfırıncı kata gönderilecek mesaj kısmını başta iyi düşünmüş olsa da, tümüyle tatmin eden bir final yapamıyor. Seyircisinden finalle ilgili fazlaca efor beklentisine giriyor. Yine de El hoyo, yukarıda saydığımız filmler arasına bundan böyle rahatlıkla dahil edebileceğimiz güçlü bir sınıf alegorisi sunarak türün unutulmazları arasına giriyor.

18 Mart 2020 Çarşamba

Systemsprenger (2019)


Yönetmen: Nora Fingscheidt
Oyuncular: Helena Zengel, Albrecht Schuch, Gabriela Maria Schmeide, Lisa Hagmeister, Melanie Straub, Victoria Trauttmansdorff, Maryam Zaree
Senaryo: Nora Fingscheidt
Müzik: John Gürtler

Systemsprenger, geçirdiği travmalar nedeniyle öfke kontrolü sorunları yaşayan, bu yüzden özel eğitim birimlerinde eğitim verilmeye çalışılan, fakat uzlaşmaz kişiliği nedeniyle bir türlü sabit bir yer edinemeyen ve tek isteği koparıldığı annesine geri dönmek olan 9 yaşındaki Benni'nin hikayesini anlatıyor. Nora Fingscheidt'in yazıp yönettiği ilk uzun metraj olan Systemsprenger, Benni'nin mental rahatsızlığı özelinde, güçlü sistemlerle ayakta duran Almanya'nın alışılmadık bir vaka karşısında ortaya çıkan açığına da değinme fırsatı yakalıyor. Aslında eğitim, sağlık, ekonomi hangi sektör olursa olsun, mükemmel işleyen bir sistem olmayacağını, hep bu tip açıklara karşı çaresiz kalınabileceği fikri de bu değiniyi genelleştiriyor. Ergenlik çağındaki sorunlu çocuklar için daha fazla alternatif olmasına rağmen henüz 9 yaşında bir çocuk için sistemin çaresiz kalmasına yönelik çok iyi bir senaryodan yola çıkan Fingscheidt, aslında çok güçlü bir dram meydana getirmekle birlikte, filmin gerilim tonunu da hiç düşürmüyor. Özellikle filmin her anına damgasını vuran Benni'nin değme gerilim filmlerine taş çıkaracak tekinsizliği seyirciyi sürekli diken üstünde tutuyor.

Görünürde tam bir baş belası olan Benni, ulaşılması ve uzlaşılması mümkün olmayan, her türlü suça meyilli, akranlarına ve kendinden küçüklere şiddet eğilimi olan bir çocuk. Ama iki küçük çocuğu daha olan, bu durumundan dolayı ona bakamayan annesinden uzak kalmanın verdiği hasar çok bariz. Annesine büyük bir tutkuyla bağlı olan Benni'nin sağlıklı bir aile yapısına olan ihtiyacını çok iyi tanımlayan Fingscheidt, annesi haricinde onun hayatına dokunan az sayıdaki insana da benzer bir bağlılık duymasını yerinde betimleyerek aidiyet  gereksinimini ustalıkla yansıtıyor. Eğitim sorumlusu Bayan Bafané ve okulda onunla beraber derslere girerek kontrolünü sağlayacak olan okul eskortu Micha örnekleri Benni'nin tüm sivri davranışlarının yapıcı yaklaşımlarla test edilişini sağlayan unsurlar. Ancak Benni'nin bu yaklaşımları kendi ihtiyaçları doğrultusunda aşırı derecede sahiplenmesi, yine ve yeni sorunlar yaratıyor. Bayan Bafané'in bir anne gibi, Micha'nın bir baba gibi kendisini sahiplenmelerini istiyor. Bunun mümkün olmayacağını anlamıyor, kabullenmek istemiyor, hırçınlaşıyor. Bu bağlılık gereksiniminin karşılanamayışı her seferinde olaylarla, sakinleştiricilerle, hüsranla sonuçlanıyor.


Nora Fingscheidt, Benni'nin Micha ile olan ilişkisine genişçe yer ayırarak küçük kızın gelgitlerini, zayıflıklarını, uysallığını, sevimliliğini, kısacası yaşının doğal pek çok özelliğini daha yakından görmemizi sağlıyor. Fazla bilgi sahibi olmasak da mizacı sayesinde geçmişinde kendi isyanları ve kavgalarını yaşamış bir adam olduğu imajına sahip Micha'nın dağ kulübesinde geçirilen üç haftalık seyahatin iyileştirici bir terapi niteliğinde olması beklense de, kendisine gösterilen yakın ilginin hep daha fazlasını isteyerek insanları zorlaması, istediğini elde edemeyince başladığı yere dönmesi, bir noktadan sonra seyirciyi de bu dengesiz döngüye sokmayı başarıyor. Annesi dahil hiç kimse ve hiç bir olay onu normale döndüremiyor. Bu çıkışsızlık halini kanıksatan Fingscheidt, ortada olan sorun ve çözüm için bilgiçlik taslamayıp, sadece Benni'nin yürek burkan serüvenini çeşitlendirmek için uğraş veriyor. Bunu yaparken zaten farkına vardığımız bazı sorun öbeklerinin üzerine gitmeyi sürdürüp tekrara düşse de, film kendini çoktan kanıtladığı için finale giden yolun pekiştirilmesi sadece Benni'nin dramını biraz daha koyultuyor. Küçüklüğünden kalma bir travma neticesinde annesinden başka hiç kimsenin yüzüne dokunmasına izin vermemesi, dokunulduğunda çılgına dönmesi, kendinden küçüklere karşı davranışları ya da sürekli sığınacak bir liman arayıp, bulduğunu sandığında yaşadıkları gibi.

Systemsprenger'a gelene kadar iki film, iki TV dizisi geçmişi olan, ama Benni rolüyle 2019'un en iyi performanslarından birine adını yazdıran 11 yaşındaki Helena Zengel, Palm Springs ve Santiago Uluslararası Film Festivallerinden en iyi oyuncu ödülleri almış ki, böyle bir canlandırmanın fırtınalar koparması gerekirdi. Benni'nin suç ve şiddet eğilimli hırçın kişiliği yanında, sevimli ve yürek burkan savunmasızlığını saniyeler içinde bile değiştirebilen doğal haliyle rol yapıyormuş gibi değil, Benni'yi yaşıyormuş gibi görünen Zengel, bu senaryo için biçilmiş kaftan. Aynı zıtlıkları sırf yüz ifadesinden bile okumak mümkün. Onun sayesinde kimi zaman bir korku filmi izliyor hissine kapılmak dahi olası. Herkesin kabusu olan, ama derinine inildikçe bir türlü normale döndüremediği oradaki çocuğu da bize gösteren bir karaktere ait bu kadar içten bir performansa çok sık rastlanmıyor. Nora Fingscheidt, herkesin ve her şeyin Benni'ye ve Zengel'e hizmet etmesini sağlayan bir senaryo, aynı zamanda yönetim sergiliyor. Çatışmalarını, mesajlarını, yorumlarını hep onun üzerinden kurarak veya ilintileyerek son yılların en güçlü dramlarından birini, az bulunur performanslardan biriyle bütünleştiriyor.

16 Mart 2020 Pazartesi

Honeyland (2019)


Yönetmen: Tamara Kotevska, Ljubomir Stefanov
Müzik: Foltin

Tamara Kotevska ve Ljubomir Stefanov'un yönettikleri Honeyland, Makedonya'nın Bekirlija köyünde kendi başına arıcılık yapan Hatidže Muratova'nın yaşadıklarını anlatan bir belgesel. 85 yaşındaki yatalak hasta annesi Nazife ile birlikte yaşayan, elektrik ve suyun olmadığı uzak ve tenha köyde günlük işleriyle uğraşan Hatice, geçimini sağlamak için yükseklerden aldığı petekleri evinin yakınına getirerek burada topladığı arılarının yaptığı balları 4 saatlik bir yolculuk sonrası Üsküp'te satan emekçi bir kadın. Bu zor ama huzurlu yaşantısı, karavanı, 7 çocuğu, eşi ve inekleriyle Türk göçebe çiftçi Hüseyin'in gelmesiyle yavaş yavaş bozulmaya başlıyor. Kalabalık ailesinin geçimi için hayvancılık yanında mısır hasatı da yapan Hüseyin, Hatice'den esinlenip kendi arı kolonisini kurarak arıcılığa da el atıyor. Fakat onun kolonisi Hatice'nin arılarını yok etmeye başlayınca sorun çıkıyor. 2005'te başlayıp üç yıl boyunca 400 saatlik çekimler yapan yönetmenler ve ekip, ilk başta belgesel teması olarak Kuzey Makedonya'daki Bregalnica nehri dolaylarındaki yerleşim değişiklikleri ve o bölgedeki doğal kaynakların kullanımı olarak belirliyor. Ancak çekim bölgesinde Hatice Muratova ile tanıştıktan sonra bu temanın Hatice başrolünde işlenmesi fikrini benimseyerek ona teklifte bulunuyorlar. O da bu temanın bir parçası olup kendi yaşantısı dahilinde dünyaya bu iklimi tanıtabilmek adına belgesele dahil olmayı kabul ediyor.

Kotevska ve Stefanov belgeseli bütünüyle Hatice ve annesiyle olan yaşantısının üzerine kurmayı planlarken, plana dahil olmayan Hüseyin ve kalabalık göçebe ailesinin Hatice'ye komşu olmaları karşısında yeni bir strateji belirlemişler. Bunun üzerine hem Hatice, hem de göçebe aile bu belgesel mevzusuna gönüllü olmasa da, zamanla yönetmenlerin ve film ekibinin varlığına alışmışlar. 2017'de Lake Of Apples adında bir kısa belgesel tecrübesi olan yönetmen ikilisi de adeta varlıklarını unutturarak her sahnesi organik olağanüstü görüntüler elde etmişler. Hatice'nin annesiyle olan konuşmalarından 20'nin üzerinde sahne çekmelerine rağmen, Hüseyin ve ailesinin gelmesiyle bunların 5-6 tanesini filme ekleyen yönetmenler, bu hamleleriyle belki de belgeseli olası bir tekrardan kurtarmışlar denebilir. Ailesi için durmadan çalışan, Hatice'den gördüğü arıcılık işine giren Hüseyin'in acemilikleri, yerinde duramayan çocukların sefalet içindeki mutlu yaramazlıkları, bir yanda yeni doğan buzağılar, bir yanda bakımsızlıktan ölenler, her tarafta sürekli çalışan arılar. Hatice'nin alt üst olan rutini içinde artık kaçınılmaz biçimde bu aile de yer alınca o da çaresizce bu duruma uyum sağlayıp kaynaşıyor. Annesiyle sevgi dolu kısa konuşmaları, ailenin çocuklarıyla şen şakrak ilişkileri, Hıdırellez şenliklerindeki neşesi, kendi başına kaldığı anlarda tek kelime etmeden konuşan yalnızlığı ile türlü hallerini izlediğimiz Hatice'nin yürek burkan, ama enerjisi ve azmiyle hayranlık uyandıran hayatı tüm doğallığıyla belgesele yansıyor. Kuzey Makedonya'daki Türk azınlığın töreleri, ailenin son kızı evlenip yuva kurmaz, onlar ölene kadar bakar dediğinden, içindeki yuva ve çocuk özlemini de gördükten sonra ona olan hissiyatımız iyice artıyor.

Honeyland, arılar sayesinde ekosistemdeki dengenin sağlanmasına yönelik kendi minimal çerçevesinde çok çarpıcı örneklendirmeler yapma fırsatı buluyor. Hatice'nin bal topladıktan sonra arılarına "yarısı bana, yarısı size" diyerek paylaşması ona atalarından kalmış bazı temel prensiplere dayanıyor. Arıların uçmak ve çiftleşmek için gerekli enerjiyi yine kendi ballarıyla beslenerek elde ettikleri bilgisi nesilden nesile aktarılarak Hatice'ye kadar ulaşmış. O da bu anlaşmaya sadık kalarak her bal toplayışında sanki arkadaşlarıyla, çocuklarıyla paylaşır gibi arılarla birlikte balını yiyor. 2019'da hem En İyi Belgesel, hem de Uluslararası Film dallarında Oscar adaylığı kazanan Honeyland, çeşitli festivallerden 32 ödül ve daha fazlası kadar da adaylık aldı. Bir buçuk saatlik süresi içinde kendi çapında iklim değişikliği, arı nüfusunun azalması özelinde biyolojik çeşitlilik kaybı, ekosistem içinde denge sağlanması, gelenek göreneklerin çevre bilincine etkileri, doğal kaynakların sömürülmesi, tüketim alışkanlıkları / prensipleri gibi konulara temas eden Honeyland, dünyanın en faydalı besinlerinden birinin arkasındaki arı ve insan emeğinin izini sürüp onu buluyor. Tarafların yazılı olmayan karşılıklı bir anlaşmaya dayalı kolektif çabalarıyla yıllar boyu korunan bu emek, tüm saygıları hak ediyor. Tabii belgeselin irili ufaklı parmak bastığı bu temaların ötesinde tüm fedakarlığı, çalışkanlığı, bazen güçlü, bazen de güçlü durmaya çalışan kişiliğiyle Hatice Muratova'nın kültürel ve insani zenginliği de en doğal, en saf, en temiz haliyle belgesele damgasını vuruyor.

9 Mart 2020 Pazartesi

La trinchera infinita (2019)


Yönetmen: Aitor Arregi, Jon Garaño, Jose Mari Goenaga
Oyuncular: Antonio de la Torre, Belén Cuesta, Vicente Vergara, José Manuel Poga, Emilio Palacios, Adrián Fernández, Nacho Fortes
Senaryo: Luiso Berdejo, Jose Mari Goenaga
Müzik: Pascal Gaigne

Luiso Berdejo ve Jose Mari Goenaga'nın senaryosunu yazdığı, Aitor Arregi, Jon Garaño, Jose Mari Goenaga üçlüsünün yönettiği La trinchera infinita (The Endless Trench), İspanya'da diktatör Franco'nun iktidarda olduğu 1936 yılındaki İç Savaştan 1969’daki genel af dönemine uzanan sıradışı bir hikayeyi anlatıyor. Üç yıl süren iç savaşı kaybeden Cumhuriyetçi muhalifler üzerindeki baskı, şüphelendikleri isimleri ispiyonlayan komşuların yardımıyla askerler tarafından evlerinden alınıp tutuklanmalarıyla başlıyor. Tutuklananlar direnirse hemen orada infaz ediliyorlar. Aksi durumda ise ya idam ediliyor ya da ölene dek zindanlarda çürümeye bırakılıyorlar. Yeni evli Higinio da o muhaliflerden biri ve sabaha karşı onun evine de baskın yapılıyor. Ama karısı Rosa ile birlikte evin gizli bir bölümüne yaptıkları küçük sığınağa girerek askerlerden saklanmayı başaran Higinio, dağlara kaçarak kurtulacağını sandığı için sığınağından çıktıktan sonra ispiyoncu komşusu Gonzalo tarafından görülüp ihbar edilince askerlere yakalanıyor. Bir şekilde askerlerden kurtulunca, kaçmakla hayatta kalamayacağını anlayarak gizlice tekrar evine dönüyor. Böylece Higinio için on yıllara varacak bir evde saklanma dönemi başlıyor.

Bu çileli süreç boyunca başta Gonzalo olmak üzere ihbarcı komşularına karşı ümitsizce kocasını bekleyen kadın rolü oynamak zorunda kalan, geçimini terzilik yaparak sağlayan Rosa, bir yandan da etrafta şüphe çeken küçük detaylarla bile uğraşmak zorunda kalıyor. Kendilerine saklanma kuralları belirleyen Rosa ve Higinio'nun evlilikleri de bu olağanüstü durum nedeniyle sınav üstüne sınavdan geçiyor. Higinio'nun başına ödül konduğunun duyulmasıyla iyice istim üstünde olan Rosa'nın dramı bir süre sonra Higinio'nun önüne geçiyor. Zorluklara göğüs germek durumunda kalan yalnız (!) bir kadın olarak pek çok viraj onu bekliyor. Higinio'nun babasının evine taşınmaları, farklı bir saklanma bölümü tasarlamaları, Franco diktatörlüğünün hala savaş suçlusu saydığı kaçakların peşinde olması, savaşın bir türlü bitmemesi bu saklanma sürecini uzattıkça hayatı bir türlü yakalayamayan Higinio, onun yüzünden hayatını istediği gibi yaşayamayan Rosa ile benzer bir kaderi paylaşıyor. Biri içeride özgür ama tecrit hayatı yaşayan, diğeri dışarıda insanlara sürekli yalan söylemek zorunda kalan karı koca, normal bir hayat yaşayamamanın verdiği sıkıntıları yıllar boyu omuzlarında taşıyorlar.


Evin dışına, hatta saklandığı penceresiz küçük odanın dışına dahi çok fazla çıkamayan Higinio'nun psikolojisine ortak olabildiğimiz gibi, Rosa'yı onun yancısı konumunda kullanmayıp bu zor şartların bedellerini ona da fazlasıyla ödeten senaryonun bu durumun doğuracağı türlü dramatik gelişmelere de hazırlıklı hale geliyoruz. Özellikle Higinio'nun saklandığı yerden evin içinde yaşananları görüp, konuşulanları duyabilmesinin yarattığı gözetleme duygusunu çok iyi yansıttığı söylenebilir. Hamileliği yüzünden başka planlar yapıp öz oğlunu etrafa yeğeni olarak tanıtmak zorunda kalan Rosa ve büyüdükçe babasının bu pasif konumunu daha fazla sorgulamaya başlayan Jaime üzerinden, siyasi fikirlerin dile getirilmesinin doğuracağı bedelleri aile bireylerine ödetmeye değip değmeyeceğinin açmazına değinilmesi de oldukça önemli. Kendine olmadığı kadar ailesine de bir faydası olmayan Higinio'nun yıllara yayılan saklanma içgüdüsünü bir yaşam biçimi haline getirip bir eş ve baba olmayı öteleyişi de bu açmazların doğal sonucu olarak beliriyor. Ölen kardeşinin intikamı için Higinio'yu hedef alan Gonzalo'nun yarattığı tehditi de bunlara ekleyen film, psikolojik, dramatik, gerilimli yapılanmasının hakkını veren, kendini yenilemeye çalışarak akıcılığını korumaya çalışan bir görüntü çiziyor.

Antonio de la Torre ve Belén Cuesta'nın üstün performanslarına çok şey borçlu olan La trinchera infinita, tam 15 dalda aday olduğu İspanya'nın en prestijli ödülü olan Goya Ödüllerinden En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Ses ödülleriyle ayrıldı. Bir başka önemli festival olan San Sebastián Uluslararası Film Festivali'nden ise 6 önemli ödül aldı. Faşizmin hayatları nasıl etkilediğine, infaz ve işkence haricinde insanları ne kadar tuhaf ve zor durumlara soktuğuna dair gerçek olaylardan esinlenilmiş ilginç bir örnek olan La trinchera infinita, inanılması zor görünen bu "köstebek" insanların varlığına yönelik bir senaryoyu hayata geçirmeyi başarmış bir film. İzole bir hayat sürmenin bir garip huzurunu ve yakalanma korkusunun gerilimini iç içe geçirip sloganvari gereksiz politik argümanlara boğmayan, hatta o dönemde bile apolitik olmanın hayatın bir parçası olduğu gerçeğini yadsımayan film, her ne kadar yaklaşık 2.5 saatlik süresinin fazla olduğunu düşündürse ve son düzlükte uzayıp sarkar gibi olsa da, heyecanını, gerginliğini, sonlara doğru da hüznün kaybetmiyor. Üç yönetmenli bir film olduğunu da fazla hissettirmiyor.