13 Ağustos 2018 Pazartesi

Ready Player One (2018)


Yönetmen: Steven Spielberg
Oyuncular: Tye Sheridan, Olivia Cooke, Ben Mendelsohn, Mark Rylance, Simon Pegg, Lena Waithe, Hannah John-Kamen, Philip Zhao, Win Morisaki
Senaryo: Zak Penn, Ernest Cline
Müzik: Alan Silvestri

Ernest Cline romanından Cline ve Zak Penn'in senaryosunu yazdığı, kendini fantastik filmlerin dahi çocuğu ile politik sinemanın cesur yönetmeni arasında konumlandırmayı seven Steven Spielberg'in yönettiği Ready Player One, yönetmenin bir ondan bir bundan mantığıyla The Bridge Of Spies, The BFG, The Post sonrası tekrar fantastik bilim kurgu sularına döndüğü bir film. 2045 yılında kıtlıklar, savaşlar ve bunun sonucu olarak derme çatma, sersefil bir gerçek dünyada geçen hikayenin bir de sanal yüzü var ki, orada işler çok başka. James Halliday (Mark Rylance) ve Ogden Morrow (Simon Pegg) adlı iki geek dostun tasarladığı, içinde sınırsız seçeneklerin bulunduğu devasa bir sanal evren olan OASIS, toplumun her kesimindeki her yaştan, her mevkiden insanı adeta esir almış vaziyette. Artık sanal alemde, sosyal medyada veya oyun evreninde klasikleşmiş o "gerçek hayatta olamadığı kişileri, gidemediği yerleri, yaşayamadığı maceraları sınırsızca deneyimleme" hadisesinin gerçek hayata entegre olmuş, eşik atlamış hali olan OASIS'in ardındaki gerçek akıl olan Halliday ölünce, kendi sesinden vasiyeti ortaya çıkıyor. Sessiz sedasız gitmek istemediği anlaşılıyor. Buna göre onun oyun içine gizlemiş olduğu üç anahtarı bulduktan sonra Easter Egg’e ulaşan kişi yarım trilyon dolarlık servete sahip olacak, aynı zamanda OASIS'in bütün kontrolü de kendisine geçecek. Tabii adı gerçek dünyada Wade, sanal alemde Parzival olan 18 yaşında bir kahramanımız var. Bu uzun ve meşakkatli yolda zekası, hırsı, en önemlisi de Halliday'in bulmacalarla dolu zihnini anlama kapasitesi olduğu için onun gözünden bu maceralara atılırız.

Spielberg'in sadece fantastik bilim kurgu tarihine baktığımızda sınır tanımayan bir hayalgücünün eseri nice ilham kaynağına rastlarız ki, uzaylısından dinozoruna, robotundan dev köpekbalığına ne kadar korkumuz, paranoyamız, merakımız varsa üstüne gitmekten çekinmemiştir. Artık çağın gereği olarak bilgisayar oyunlarına, herkesin istediği kişi veya şey olabildiği sanal dünyaya bugüne kadar elini atmamasına şaşırmak lazım. Alem vur der, ben öldürürüm mantığıyla Ready Player One sayesinde öyle bir el atıyor ki, gelişmiş VR teknolojisinin gerçek ile sanal dünyalar arasındaki farklılıkları ortadan kaldırmaya başladığı bir gelecek bunun için biçilmiş kaftan. Hele de OASIS gibi varolan tüm tasarımları bünyesinde taşıyan devasa bir sanal alem fikri üzerinden bu geleceği tasvir etmek, edişmiş tasviri beyaz perdeye uyarlamak belki de tam Spielberg kafası gerektiriyor. Ama o kafanın da yıllardan beri süregelen bir şablonun dışına pek çıkamadığını biliyoruz. Yani OASIS diye sınırsız bir evren var ama içinde 18 yaşında bir kahraman, duygusal temaslar yaşayacağı hoş bir kız, aynı yaşlarda renkli bir ekip, yol gösteren bir bilge ve tabii kötü adam ile ordusu olunca ne izleyeceğimizi sanki biliyoruz. Benzer bir alternatif evren tasarımını ta 1999'da planlayıp çığır açan The Matrix özgünlüğü yerine, gişeleri aşındıracak çocuklara, ailelere yönelip risk almamak, Spielberg'in fantastik bilim kurgu tarihinin en belirgin özelliğidir. Yani kısaca saatlerinizi buna göre ayarlayın deniyor.


Bu ayarı yaptıktan sonra keyfini çıkaracağımız tek şey görsellik oluyor. O noktada da zaten almış yürümüş olan teknolojinin Spielberg ve ekibinin ellerinde şekilden şekile girişini izliyoruz. Filmin kabaca nasıl ilerleyeceğini ve nasıl biteceğini zaten biliyoruz. Kariyerinde yoğunlukla X-Men ve video oyunları senaryoları olan Zak Penn'in hem Cline'dan, hem de Spielberg'den beslendiğini düşündüğümüz popüler kültür bombardımanı o görsel zenginlikle iç içe geçince, o kabaca bildiğimiz her şeyi kabullenip günü kurtaran sürükleyiciliğe teslim olmak mümkün hale geliyor. Üstelik popüler kültürün "popüler kült" olmuş örnekleri bile bu bombardımanda kendi sekanslarını yaratıyorlar. Stanley Kubrick klasiği The Shining buna en güzel örnek. OASIS'in sağladığı bu özgürlüğü bu tip sekanslarla kullanmak gayet olumlu. Fakat bunlar bütünü yücelten değil, o bütün içinde kendi yolunu çizen anlar. Sürekli bunu söylüyoruz ama o bütünü zaten biliyoruz. Hatta gelişmiş teknolojik imkanlara ve hem sanal, hem de gerçek bir orduya sahip IOI adlı dev şirketin başında bulunan ve OASIS'te saklı üç anahtarın peşinde olan Sorrento bile milyonlarca filmden edinilen tecrübelerle o kadar tanıdık ki. Bu anahtarların elde edilmesi için gerekli olan fiziki, sanal ve zeka aygıtlarının hepsine sahip olan senaryo, zaten cepteki görsel gücünün avantajlarını başarılı bir kurgu ve tempoyla bütünleştirerek her şeyi kitabına uygun yapıyor. Lakin sorun, o kitabın birçok versiyonunu daha önce okumuş olmamızda.

Ready Player One'ın cast seçimini de eleştirmeden olmaz. Gerçi çoğu yetenekli gençlerden ve Mark Rylance, Ben Mendelsohn, kısa da olsa Simon Pegg gibi tecrübeli isimlerden oluşan kadro, filmin baş döndüren temposunda ve senaryonun insani derinliğe inmek yerine anahtar kovalamaca peşinde olması yüzünden çoğunlukla sadece eşlikçi pozisyonunda kalıyorlar. Zira onlar Easter Egg peşinde koşarken biz de sağımızdan solumuzdan kuşun gibi geçen sürpriz yumurtaları nereden nasıl hatırladığımıza takılıyor, bazen seviniyor, bazen şaşırıyoruz. Bu sayede aktörler bile karakterlerinin gerisinde kalıyorlar. Öyle ki, Wade rolündeki Tye Sheridan mı yoksa onun avatarı Perzival mı ekranda daha fazla görünüyor araştırmak lazım. (Wade'in bir yakının suikaste uğraması bile şaşırtıcı derecede işlevsiz kalıyor.) Hal böyle olunca ikisiyle de yakınlık kurmak güçleşebiliyor. Parzival ve Art3mis arasındaki yakınlaşmanın, Wade ve Samantha arasındakinden daha ağır bastığını dahi düşünebiliyoruz. Sorrento o kadar basmakalıp bir kötü adam ki, Mendelsohn başka filmlerde ondan kat kat kötü olmuştu. Halliday'in zekice sakladığı üç anahtar ve Easter Egg, bulunma gerekçeleri sayesinde filme dair en insancıl bağları kurma işini üstleniyor. Bunu ne oranda başardığı da seyirciden seyirciye fark eder. Ama filme dair ortak paydada buluşulacak yegane nokta, iyi bir sinema salonunda mümkünse IMAX teknolojisiyle izlendiğinde tadına varılacak türlü görsel zenginlikler olacaktır. Keşke buna ilaveten, ele geçirildiğimiz sanal sınırsızlığın karşısına daha güçlü insani argümanlar koyabilmiş olsaydı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder