15 Eylül 2013 Pazar

Django Unchained (2012)


Yönetmen: Quentin Tarantino
Oyuncular: Jamie Foxx, Christoph Waltz, Leonardo DiCaprio, Kerry Washington, Samuel L. Jackson, Walton Goggins, Dennis Christopher, James Remar, Dana Michelle Gourrier, Nichole Galicia, Laura Cayouette, Don Johnson, Franco Nero
Senaryo: Quentin Tarantino

Quentin Tarantino sineması Reservoir Dogs’dan bugüne 21. yılını doldurdu. Bu yıllar içinde 70’lerdeki blaxploitation, 80’lerdeki exploitation furyasından, özellikle Leone ve Packinpah güdümlü spaghetti western başyapıtlarından, az ya da hiç bilinmeyen absürt kung-fu filmlerinden, kökleri 50’li yıllar Japon sinemasına dayanan samuray kahramanlık öykülerinden, grindhouse külliyatından ve VHS döneminde raflardan gelip geçmiş türlü B filmlerden (hatta çizgi filmlerden) edindiği birikimlerini senarist / yönetmen olarak kendi vizyonuna uyarlamayı sürdürüyor.

Hepsinden biraz alıp “Tarantino Sineması” diye referans olmuş bir tarz yaratmak sinemacıları, seyircileri ve eleştirmenleri her daim ikiye bölmüştür. Genel olarak kolajdan bir özgünlük elde edilemeyeceğini savunanlar ve tam tersi, bu çorba sayesinde geçmişin tozlu arşivlerinden beslenen olağanüstü bir sinema dili icat ettiğini düşünenler. Tarantino yaptığı filmlerle hem o yılların unutulmaya yüz tutmuş filmlerine olan borcunu ödemekte, hem de bu filmleri kendi kaba hikayeleriyle (bazen de doğrudan o filmlerden aparttığı hikayelerle) harmanlayıp katmanlaştırmakta, böylece her şeyden alıp, o şeyleri sadece referans / gönderme / saygı duruşu olarak kullanarak özgün bir yapı elde etmekte. Ardında bıraktığı şahane yapımlarla da ölümsüzlüğüne yeni halkalar eklemekte.

Reservoir Dogs ile ilk filmini ve ilk başyapıtını dünyaya getiren Tarantino, o sıralar sadece belli bir kesim için ümit veren bir sinemacıyken, Reservoir Dogs’un da farkına varılmasını sağlayan, birçok şeye benzese de bütünü itibariyle benzersiz bir film olan Pulp Fiction şaheserine imza atmıştı. 70’ler blaxploitation kültüründen daha sakin bir suç örneği olan Jackie Brown yine olağanüstü bir sinema deneyimiydi ve gerçek bir olgunluk ürünüydü. İki filmden oluşan (tarihi henüz bilinmeyen üçüncüsünün de duyurusu yapılan) Kill Bill ile kanlı bir intikam epiğini bu defa western ve samuray disiplinlerinden devşirdi. Ama tutkunu olduğu grindhouse örneklerinden nemalanmış Death Proof ile de bence en kötü filmini çekmişti. Yıllar bizi bu defa Inglourious Basterds’a getirdi. II. Dünya Savaşı sırasında nazi Almanya’sının işgali altındaki Fransa’da geçen film, her haliyle bir Tarantino yapımına uzak görünüyordu.


Inglourious Basterds, özellikle çatışmayla sonuçlanan uzun taverna bölümüyle ve Hans Landa’nın yer aldığı her sahnesiyle leziz Tarantino emarelerine sahip olmasına rağmen, fantezilerini bu kadar doğrudan, hatta bazen ergence yansıtmasına alıştığımız Tarantino’nun sırf Avrupa tandansı elde etmek uğruna kendinden feragat ettiği anların sıklığı ve sıkıcılığı yüzünden tümüyle sevemediğim bir filmdir. Yabancısı olduğu böylesi bir tarihi Avrupa kahramanlığı üzerinden kurmaca biçimde nazilerden hunharca intikam alıp yürekleri soğutma basitliğinden çok, sözünü ettiğimiz köklerden dallanıp budaklanan suç kara komedileri ona daha çok yakışıyor. Özellikle de pekçok Tarantino hayranı onun bugüne dek onlarca eski kült ve klasikten feyz alarak çektiği sahnelerin kaynağına inip artık bir western çekmesini arzuluyordu. İşte Django Unchained, çekilmeye başlandığı duyulduğundan itibaren sinema dünyasının en çok merak ettiği filmlerden biri haline geldi. Şimdi Django Unchained sonrasındayız ve ilk söylenebilecek şey, Tarantino’nun o şaşmaz yöntemleri ve alamet-i farikalarıyla sinemaya kült adayı bir film daha eklediği.

İç Savaş’tan iki yıl öncesinde, 1858’de geçen film, Alman ödül avcısı Dr. King Schultz (Christoph Waltz) tarafından iki köle tüccarının elinden kurtarılan Django’nun (Jamie Foxx) Schultz ile anlaşmalı olarak özgürlüğünü kazanmasıyla başlıyor. Anlaşma gereği Django, Schultz’un ödül için aradığı ama neye benzediklerini bilmediği Django’nun eski sahipleri Brittle kardeşleri bulmasına yardım edecek, Schultz da hem Django’yu özgürlüğüne kavuşturacak hem de varlıklı toprak ağası Calvin Candie'nin (Leonardo DiCaprio) elinde bulunan karısı Broomhilda'yı (Kerry Washington) kurtarmasına yardım edecektir. Zamanla iyi bir ikili olduklarını anladıklarında ise beraber ödül avcılığı yaparlar. Ama Broomhilda'yı zalim bir zengin, Avrupa hayranı bir züppe, zenci dövüşü hayranı Candie’nin elinden almak kolay olmayacaktır.

Her ikisi de Oscar ödüllü Foxx ve Waltz’ın uyumuyla benimsemekte hiç zorlanmadığımız Django ve Schultz’un maceraları ilk bir saat tadına doyulmaz bir western ruhuyla sürerken, ikinci saatin başlarında Candie ve onun yalakalıkta sınır tanımayan kahyası Stephen'in (Samuel L. Jackson) de dahil olmasıyla daha farklı bir hal alıyor. Ama aldığı bu hal, filme zarar vermediği gibi hem oyunculuk yönünden filmin tadına doyulmazlığını ikiye katlıyor, hem psikolojik gerilimi arttırıyor, hem de Django’nun intikam motivasyonlarını biz seyircilerin gözünde daha da güçlendiriyor.


Django’nun özgür bir adam olarak geçmişinden aldığı intikam sekanslarıyla, kendine güveni zirve yapmış ödül avcısı Schultz’un soğukkanlı katil tavırlarını iç içe geçiren Tarantino, hep yaptığı gibi harika diyaloglarını art arda sıralıyor. Özünde kölelik bulunduğu için eline geçirdiği fırsatla köleliğin normal bir yaşantıya olan yabancılığına etkileyici dokunuşlar yapıyor, Ku Klux Klan’ı rezil ediyor, siyahların siyahlara ettiği zulümden dem vuruyor. Belki de Inglourious Basterds’da yapamadığı kadar “üstün ırk” anlayışını zeki hamlelerle tersyüz etmeye oynuyor. Candie özelinde zengin Amerikalı toprak sahiplerinin cehaletleriyle inceden kafa buluyor. Bir Alman olan Schultz’un kölelik karşıtı duruşunu, Alman ismine sahip ve Almanca konuşabilen bir siyah olan Broomhilda’yı kurtarmak için her türlü riski göze almasını Tarantino’nun Inglourious Basterds’tan ötürü gönül alma çabası olarak görenler olabilir. Hatta Alman efsanelerinden Brunhilde ve Sigfried’in aşklarını hikayesiyle örtüştürmesini de buna dahil edebiliriz. Fakat Django’nun Candie’ye “patronum birinin köpekler tarafından parçalanmasına alışkın değil” demesinin ardından Candie’nin “peki sen alışkın mısın” sorusuna verdiği “ben Amerikalılara ondan daha çok alışkınım” cevabı gibi zeki manevralar, 1800’lerdeki Amerikan köle düzeninin 100 yıl sonra zuhur edecek Alman faşizminden hiçbir farkı olmadığına vurgu yapar nitelikte.

Olmazsa olmaz Tarantino imzaları sayılan sonu çatışmayla biten uzun diyaloglar, işkence öncesi sohbetler, kötücül zekanın şüpheci yaklaşımıyla iyi tarafı sıkıştırarak yarattığı gerilim, sinema tarihindeki nice filme yapılan göndermeler ve spagetti sosu gibi akan kan Tarantino’nun sıkı dönüşünün işaretleri. Bunun yanında JFK, The Aviator ve Hugo ile üç Oscar’ı bulunan görüntü yönetmeni Robert Richardson’ın sağlam sinematografisi, kostümlerin ve çevresel detayların atmosfere katkıları, yine Tarantino’nun seçkisi şarkılardan oluşan görkemli müzikleri filmi daha yukarı taşıyan etkenler. Bruce Dern, Jonah Hill, John Jarratt ve 1966’da Django isimli westernin başrolünde oynamış efsanevi İtalyan aktör Franco Nero’nun cameoları (eski ve yeni Django’nun kısa bar sahnesine dikkat!), ve öldüğünü sandığım Don Johnson’ın kısa rolü de akıllarda kalan diğer unsurlar. Kendine biçtiği küçük rol ile de ne kadar matrak bir insan olduğunu tekrar hatırlatmak istemiş.


Jamie Foxx’un Django olarak önce bu rol için düşünülen Will Smith’ten çok daha iyi bir Django olduğu, alık alık bakacak bir Smith’ten çok daha manalı durduğu kesin. Ancak filmin gerçek yıldızı, ülkesinde yoğun bir oyunculuk kariyeri olmasına rağmen cümle alemin Inglourious Basterds’ta Oscar ve daha pek çok ödül kazandığı Hans Landa rolüyle tanıdığı Avusturyalı oyuncu Christoph Waltz. Tarantino’nun Schultz rolünü onun için yazdığı o kadar belli ki, Waltz’ın rahatlığı, doğallığı, inandırıcılığı her sahnesinde seziliyor. Leonardo DiCaprio ise belki de kariyerinin en parlak performanslarından biri olarak Cavin Candie rolüyle kötü adamlığı üzerine çok iyi oturtmakta. Özellikle at binmekte, kendi kıyafetini seçmekte ve pazarlıkta söz sahibi olmakta özgür bir siyah olan Django’ya Candie’nin bakışlarındaki hazımsızlık perdeye olağanüstü biçimde yansıyor. Sonradan oyuna dahil olan ve ortalığı iyice bulandıran Tarantino’nun favori oyuncusu Samuel L. Jackson da ustalığını konuşturuyor. Sonuç olarak yaşayan en değerli yönetmenlerden biri olan Quentin Tarantino, western beklentilerini kendi karakteristiği olan nostaljik referanslarla güçlendirerek müthiş bir intikam hikayesi sunuyor. Popüler sinema ile sanat filmleri arasında kendine belirlediği konumda daha nice hikayeleri perdeye aktarması dileğiyle.

1 yorum:

  1. Pulp Fiction ve Jackie Brown dönemlerini unutmak ne mümkün, özelliklede Pulp Fiction'ı... Soundtrack albümünü kaç kere hatmetmişizdir sahnelere ilişkin geyiklerimiz eşliğinde...Bu film beni o günlere meze olabilecek olmasından dolay çok çekti :) eline sağlık...

    YanıtlaSil