19 Ocak 2013 Cumartesi

Into The Abyss (2011)


Yönetmen: Werner Herzog

Belgesel sevdalısı Alman sinemacı Werner Herzog, Into The Abyss ile bu defa idam cezası üzerine eğiliyor. 2001 yılında üç kişiyi öldürmek suçundan hüküm giyen ve 1 Temmuz 2010’da idam edilecek olan Michael Perry ile müebbet hapse mahkum edilmiş suç ortağı Jason Burkett üzerinden suç ve ceza muhasebesi yapıyor. Herzog’un, idamına 8 gün kala cezaevinde ziyaret edip konuştuğu Michael Perry’nin suçu işledikten 10 sene sonraki halini, geçmişe ve ölüm cezasına bakışını da inceleyen belgesel tipik Herzog unsurları taşıyan nitelikte. Daha Perry ile ilk konuşmaya başladığı andan itibaren “sen bir suçlusun, seni sevmek zorunda değilim ama insan olduğun için sana saygı duyuyorum ve idam cezasına karşıyım” diyen Herzog, genel olarak belgeselini de bu anlayışla kurguluyor.

Werner Herzog 2001 yılında işlenen korkunç cinayetlerin izini sürüp sürece bir şekilde dahil olan isimleri karşısına alarak kritik sorular yöneltiyor. Bir hiç uğruna öldürülen bu insanların yakınlarına sessiz ve derinden baskı kurarak acılarını kaşıyor. Hatta mizansene kaçıp kurbanların çerçeveli fotoğraflarını konuşmacıların eline tutuşturarak kamera karşısında ağlamalarını sağlıyor. Öte yandan Perry ve Burkett ile yaptığı konuşmalarla da insanoğlunun yaptığı seçimlerin hayatlarını ne ölçüde etkilediğinin altını çiziyor. İster sistem kurbanı olsun, isterse kendi hür iradesinin bu hatalı seçimleri olsun, insanı başka bir insanın hayatını elinden almaya iten nedenleri anlamaya çalışıyor. Bunu seyircisine de doğrudan hissettiriyor. Girişteki uzun rahip sohbeti ve meslek hayatı boyunca 125 kadar infaz gerçekleştirdikten sonra bir infaz sonrası yaptığı işi sorgulamaya başlayan, nihayetinde emekliliğine az bir zaman kala istifa eden eski idam mangası şefinin anlattıklarıyla ölüm cezasının tartışılması gereken yönünü de ihmal etmiyor.


Yalnız Perry ve Burkett’in, hatta hayatı hapislerde geçmiş baba Delbert Burkett’in konuşmalarındaki kabulleniş, bu insanların sahip olduklarını iddia ettikleri pişmanlıkları gölgelemiş gibi görünmekte. Herzog aslen onlara hem birer suçlu gibi, hem de insan olarak bakmamızı istiyor. Ama bu bakışa kurban yakınlarının sahip olamayacağını da biliyor. Elinden geldiği kadar objektif ve sağduyulu bakmaya çalışıyor. Yine de idam cezası gibi hararetli tartışmaların odağı bir konuda tuttuğu taraf belli. Filmi izlerken “acaba kurbanlardan biri Herzog’un oğlu olsaydı ne düşünürdü” diye basit bir karşı fikir üretmeye çalışmamak gerek. Öte yandan Perry ve Burkett gibi iki işe yaramaz adamın zamanında insanlıklarını unutup üç cana kıymalarının bedeli tam olarak ne olmalı diye de derin derin düşünüyoruz. Sırf insan olarak dünyaya gelmiş olmak bir anda her şeyin özrü olabiliyor. Aynı zamanda yasalar ve onun koruyucuları da seramoni eşliğinde cana kıyabiliyorlar.

Werner Herzog iki tarafına da bakmaya çalıştığı madalyonu derli toplu bir kurguyla ama zaman zaman tempo yitirerek sunuyor. Ancak düşük tempo, sahip olunan gerginliğe ve drama da kısmen katkı sağlıyor. Yine de filmin verdiği esler çok göze batıyor. Herzog’un yaşından beklenen bir didaktik tutum da öyle. Mesele didaktik olmaya elverişli bir zeminde durduğundan, bundan kaçınmak zor olurdu. Lakin bu adamların varlıkları bile tek başına ibretlik bir durumken bir de üstüne hümanist okumalar, onların bir kaybeden olduklarına, daha farklı bir hayat içinde daha farklı birer birey olabileceklerine dair yapılan imalar, suç ne olursa olsun ölüm cezasının yanlışlığı üzerine ısrarlar belgeseli ayrıksı bir hale getirmiyor. Annesi ve erkek kardeşi Perry tarafından öldürülen Lisa Stolter-Balloun “bazı insanlar yaşamayı hak etmiyor” derken, Perry’nin son günlerini nasıl geçirdiğinin, Burkett’in yeni bir hayata başlama ümitlerinin (hele de o saçma sapan evliliğinin), bugüne dek 8 kişiyi öldürmüş Delbert Burkett’in pişmanlık zırvalarının pek önemi kalmıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder