Yönetmen: Guillermo Arriaga
Oyuncular: Charlize Theron, Kim Basinger, Jennifer Lawrence, José María Yazpik, Joaquim de Almeida, J.D. Pardo, John Corbett, Brett Cullen, Robin Tunney, Tessa Ia, Danny Pino
Senaryo: Guillermo Arriaga
Müzik: Omar Rodriguez-Lopez, Hans Zimmer
Amores Perros, 21 Grams, The Three Burials of Melquiades Estrada, Babel gibi 2000’ler sinemasının en değerli örneklerinden bir tutam filmin yazarı Meksikalı Guillermo Arriaga, bu dört filmden üçünde birlikte çalıştığı yönetmen Alejandro González Iñárritu ile birlikteliğini olaylı şekilde noktaladıktan sonra son senaryosu The Burning Plain’i kendisi çekmeye karar vermişti. Haliyle inanılmaz bir seri yakalamış, yüzyılın en heyecan verici yönetmen-senarist ortaklıklarından birisi olan Arriaga- Iñárritu sonrası ikilinin ayrı ayrı nasıl ilerleyecekleri merak konusuydu. İkilinin bundan sonra çekeceği her filmde diğerinin adının bir şekilde geçmesi kaçınılmaz. Çünkü beraber çok özgün bir sinema lisanı geliştiren, dram türünün kurgusunu görsel, sözel ve en mihimi kurgusal yönden ileri taşıyan Arriaga ve Iñárritu’nun birbirlerinden yoksun olarak çekecekleri her filmlerinde birbirlerinden izler olacaktır. İşte The Burning Plain bu ayrılık sonrasının ilk ürünü olmasından dolayı (bazı dedikodulara göre bu ayrılığın sebeplerinden birisi) övgülerden önce yergileri göğüslemek zorunda kalacak bir film.
Arriaga’nın birbirleriyle alakasız, zamanla trajik biçimlerde kesişmiş ve bir şekilde iç içe geçmiş dramatik kısa hikayelerinin, Iñárritu görselliği, oyuncu yönetimi, kurgu becerisi ile güç birliği yaptığında ortaya çıkan filmler ile The Burning Plain’in karşılaştırılmaması mümkün değil. Çünkü Arriaga’nın ilk filmi tam da o geleneğin bir ürünü. The Burning Plain’in bu devasa yapımlara imza atmış bir geleneğin devamı olarak görünmesi, o filmler ayarında olduğu anlamına gelmesin. Keşke karşılaştırmak durumunda kalınmasa da ilk Arriaga filmi olarak The Burning Plain’in naif yanları kadar eksik yönleri de Iñárritu filmlerinin gölgesi olmadan bağımsız bir şekilde eleştirilebilse. Aslında bu objektiflik mümkün. Çünkü bilinçli dram seyircileri, filme adını yazdırmış isimler ne kadar büyük olursa olsun, kendilerine göre görmüş oldukları eksiklikleri veya yoklukları etki altında kalmadan teşhis edebilirler. Fakat Arriaga öyle bir film çekmiş ki, mümkün olan o objektifliğin, sık sık yerini yine o karşılaştırmalara bırakması elzem unsurlarını sırtına yüklenmiş.
The Burning Plain düz bir alanda yanan bir karavan görüntüsünün ardından tıpkı Amores Perros, 21 Grams, Babel gibi başlıyor. Farklı standartlarla farklı hayatlar yaşayan, yüzlerine mutsuzluk, umutsuzluk, sıkıntı yansımış bir grup insanın rutinleri parçalar halinde ekrana yansıyor. Kim oldukları, ne yaptıkları ve kaderlerinin nasıl kesişeceği Arriaga tarafından zamana bırakılmış birbirinden kopuk bu insanların ortak noktaları, karavan kazasının ardından ortaya çıkmaya başlıyor. Kısa bir süre sonra anlıyoruz ki Arriaga şimdiki zaman, geçmiş zaman ve o geçmiş zamanın geri dönüşlerinden ibaret üç bölüme ayırmış hikayesini. Tabii bu sıralamanın farkına varmamız biraz zaman alabiliyor. Zira bu üç bölümün kronolojik yapısı, karıştırılmış parçalar halinde sunulduğundan, her öykü kendi çıkış noktasından sonuna doğru ilerliyor olmasına rağmen geçmiş ve şimdiki zaman arasında gidip gelen ana yapının kronolojisine ayak uydurmak, ancak Arriaga’nın ustaca bıraktığı ekmek kırıntılarını takip etmekle mümkün oluyor.
Amores Perros, 21 Grams, The Three Burials of Melquiades Estrada, Babel gibi 2000’ler sinemasının en değerli örneklerinden bir tutam filmin yazarı Meksikalı Guillermo Arriaga, bu dört filmden üçünde birlikte çalıştığı yönetmen Alejandro González Iñárritu ile birlikteliğini olaylı şekilde noktaladıktan sonra son senaryosu The Burning Plain’i kendisi çekmeye karar vermişti. Haliyle inanılmaz bir seri yakalamış, yüzyılın en heyecan verici yönetmen-senarist ortaklıklarından birisi olan Arriaga- Iñárritu sonrası ikilinin ayrı ayrı nasıl ilerleyecekleri merak konusuydu. İkilinin bundan sonra çekeceği her filmde diğerinin adının bir şekilde geçmesi kaçınılmaz. Çünkü beraber çok özgün bir sinema lisanı geliştiren, dram türünün kurgusunu görsel, sözel ve en mihimi kurgusal yönden ileri taşıyan Arriaga ve Iñárritu’nun birbirlerinden yoksun olarak çekecekleri her filmlerinde birbirlerinden izler olacaktır. İşte The Burning Plain bu ayrılık sonrasının ilk ürünü olmasından dolayı (bazı dedikodulara göre bu ayrılığın sebeplerinden birisi) övgülerden önce yergileri göğüslemek zorunda kalacak bir film.
Arriaga’nın birbirleriyle alakasız, zamanla trajik biçimlerde kesişmiş ve bir şekilde iç içe geçmiş dramatik kısa hikayelerinin, Iñárritu görselliği, oyuncu yönetimi, kurgu becerisi ile güç birliği yaptığında ortaya çıkan filmler ile The Burning Plain’in karşılaştırılmaması mümkün değil. Çünkü Arriaga’nın ilk filmi tam da o geleneğin bir ürünü. The Burning Plain’in bu devasa yapımlara imza atmış bir geleneğin devamı olarak görünmesi, o filmler ayarında olduğu anlamına gelmesin. Keşke karşılaştırmak durumunda kalınmasa da ilk Arriaga filmi olarak The Burning Plain’in naif yanları kadar eksik yönleri de Iñárritu filmlerinin gölgesi olmadan bağımsız bir şekilde eleştirilebilse. Aslında bu objektiflik mümkün. Çünkü bilinçli dram seyircileri, filme adını yazdırmış isimler ne kadar büyük olursa olsun, kendilerine göre görmüş oldukları eksiklikleri veya yoklukları etki altında kalmadan teşhis edebilirler. Fakat Arriaga öyle bir film çekmiş ki, mümkün olan o objektifliğin, sık sık yerini yine o karşılaştırmalara bırakması elzem unsurlarını sırtına yüklenmiş.
The Burning Plain düz bir alanda yanan bir karavan görüntüsünün ardından tıpkı Amores Perros, 21 Grams, Babel gibi başlıyor. Farklı standartlarla farklı hayatlar yaşayan, yüzlerine mutsuzluk, umutsuzluk, sıkıntı yansımış bir grup insanın rutinleri parçalar halinde ekrana yansıyor. Kim oldukları, ne yaptıkları ve kaderlerinin nasıl kesişeceği Arriaga tarafından zamana bırakılmış birbirinden kopuk bu insanların ortak noktaları, karavan kazasının ardından ortaya çıkmaya başlıyor. Kısa bir süre sonra anlıyoruz ki Arriaga şimdiki zaman, geçmiş zaman ve o geçmiş zamanın geri dönüşlerinden ibaret üç bölüme ayırmış hikayesini. Tabii bu sıralamanın farkına varmamız biraz zaman alabiliyor. Zira bu üç bölümün kronolojik yapısı, karıştırılmış parçalar halinde sunulduğundan, her öykü kendi çıkış noktasından sonuna doğru ilerliyor olmasına rağmen geçmiş ve şimdiki zaman arasında gidip gelen ana yapının kronolojisine ayak uydurmak, ancak Arriaga’nın ustaca bıraktığı ekmek kırıntılarını takip etmekle mümkün oluyor.
Yanlış anlaşılmasın, Arriaga bunu seyircinin kafasını karıştırmak veya bilmece bulmacayla gizemli görünmeye çalışmak amacıyla yapmıyor. Belki fazla geveze bir film olmamasından, basit ifadeler kullanmasından veya Sylvia-Mariana karmaşasından ötürü böyle algılanabilir. Arriaga’nın temelde sadece önceki senaryolarında yaptığı gibi, birden fazla hikayesini oluşturan parçaları birbirine karıştırarak sunması, gerçek hayatın sadece bizim yaşadığımız andan ibaret olmayıp, mutlu veya trajik biçimlerde başka hayatlarla anında ortak bir paydada buluşabileceğine dair yaşamsal bir ciddiyeti yansıtıyor. Fakat bu kez diğer filmlerinden farklı olarak, önce geçmişine, daha sonra o geçmişin de geçmişine giden bir ana karakterin şimdiki zamanında yüzleşmek durumunda kaldığı gerçeklerin izini sürüyor.
Bu sayede kimi zaman zoraki de olsa kesiştirmek zorunda kaldığı olaylar ve karakterler bütünü de daha makul bir yapıya bürünüyor. Ama makul olması her şey demek değil. Evli ve üç çocuklu bir ev kadını olan Gina’nın yeni bir tutku arayışındaki orta yaş bunalımından sıyrılmasına sebep olan Nick, kaza sonrası bu yasak aşıkların küllerinden doğan bir Mariana-Santiago aşkı ve şimdiki zamanda adını değiştirmesine rağmen, geçmişinden ruhunda iz bırakan şeyleri değiştiremeyen, iyi bir iş kadını olmasına rağmen ilişkilerinde tutunamayan Sylvia, sonra Carlos, Maria hepsi film içinde fonksiyonları olan karakterler.
Fakat Arriaga’yı şimdi olduğu kişi haline getiren hikaye orijinalliği veya baştan sona hüzünlü bir merakı ayakta tutabilecek ilginçlikte o sözünü ettiğim yaşamsal ciddiyet yok sanki. Yapbozda parçaları birleştirirken karşımıza ne çıkacağını önceden görmüş olmamızın ya da bu yaşamsal suniliğin yüzünden, iyi tasarlanmış karakterler de kendi oyun alanları dışına çıkamayıp heyecan vermiyorlar. Özellikle Charlize Theron, sadece görüntüsüne bel bağlamadığı oyunculuk tecrübesini yansıtmakta sıkıntı çekmemiş. Ama adını doğru dürüst koyamadığım o elektrik eksikliğinden ötürü Sylvia’nın duyarsız, soğuk görüntüsü Theron ile ne kadar uyumluysa, vicdani açıdan dönüşümü de o kadar suni bana göre. Arriaga özellikle senaryo yönünden böylesi boş alanlar bırakacak bir yazar değildi. Gina-Nick ilişkisi hakkında bir ön bilgi sunmamış olmasını da eksiklik olarak görenler olacaktır. Bunun çok da gerek olduğunu düşünmüyorum. Gereksiz yere aslında pek de yoğun biçimde yansıtamadığı iki insanın tutkulu ilişkisinin hesabını vermek zorunda hissetmeyip filmi şişirmekten kaçınmıştır.
Guillermo Arriaga, ilk filminde senaryo olarak Iñárritu ile gerçekleştirdiği filmlerin yanında sönük veya daha adil bir tanımla mütevazi kalıyor. Gerilimden ve ona uzanan sertlikten de yoksun olduğu yönler çok fazla. Arriaga, tarot kartları misali çok sevdiği karışık kurgusunu genele serpiştirmesini çok iyi bilen bir senarist. Yönetmen olarak Arriaga için ise hemen hemen aynı şeyler söylenebilir. Iñárritu’nun Fernando Meirelles estetiğini de andıran epik görselliğini bulmak fazla mümkün olmuyor. Yine de birkaç senaryoyu karıştırıp, o karışıklıktan yarattığı düzeni yönetmenliğine ve kurgusuna da yansıtmayı başarıyor. O karışıklığı enteresan bulmak, bulmamak veya bütünüyle Arriaga- Iñárritu meyveleriyle karşılaştırmak olasılıklar dahilinde. Yine de finalde Sylvia’nın zihninde kurguladığı veya Arriaga’nın bilerek bize kurgulatmak istediği, özgün bir fragman tadındaki nefis kurgu, filmin ve karakterlerin etkileyici bir vedası niteliğinde. Film bittiğinde elimizde dramatik yönden sarsıcı birşeyler kalmıyor. Fakat o final bölümünde açılan kapılar, kapanan kapılar ve ardından ufka bakılan pencereler, her şeye rağmen Arriaga’nın ister senarist, ister yönetmen olarak günümüz sinemasına gerekli bir insan olduğunu düşündürüyor.
Bu sayede kimi zaman zoraki de olsa kesiştirmek zorunda kaldığı olaylar ve karakterler bütünü de daha makul bir yapıya bürünüyor. Ama makul olması her şey demek değil. Evli ve üç çocuklu bir ev kadını olan Gina’nın yeni bir tutku arayışındaki orta yaş bunalımından sıyrılmasına sebep olan Nick, kaza sonrası bu yasak aşıkların küllerinden doğan bir Mariana-Santiago aşkı ve şimdiki zamanda adını değiştirmesine rağmen, geçmişinden ruhunda iz bırakan şeyleri değiştiremeyen, iyi bir iş kadını olmasına rağmen ilişkilerinde tutunamayan Sylvia, sonra Carlos, Maria hepsi film içinde fonksiyonları olan karakterler.
Fakat Arriaga’yı şimdi olduğu kişi haline getiren hikaye orijinalliği veya baştan sona hüzünlü bir merakı ayakta tutabilecek ilginçlikte o sözünü ettiğim yaşamsal ciddiyet yok sanki. Yapbozda parçaları birleştirirken karşımıza ne çıkacağını önceden görmüş olmamızın ya da bu yaşamsal suniliğin yüzünden, iyi tasarlanmış karakterler de kendi oyun alanları dışına çıkamayıp heyecan vermiyorlar. Özellikle Charlize Theron, sadece görüntüsüne bel bağlamadığı oyunculuk tecrübesini yansıtmakta sıkıntı çekmemiş. Ama adını doğru dürüst koyamadığım o elektrik eksikliğinden ötürü Sylvia’nın duyarsız, soğuk görüntüsü Theron ile ne kadar uyumluysa, vicdani açıdan dönüşümü de o kadar suni bana göre. Arriaga özellikle senaryo yönünden böylesi boş alanlar bırakacak bir yazar değildi. Gina-Nick ilişkisi hakkında bir ön bilgi sunmamış olmasını da eksiklik olarak görenler olacaktır. Bunun çok da gerek olduğunu düşünmüyorum. Gereksiz yere aslında pek de yoğun biçimde yansıtamadığı iki insanın tutkulu ilişkisinin hesabını vermek zorunda hissetmeyip filmi şişirmekten kaçınmıştır.
Guillermo Arriaga, ilk filminde senaryo olarak Iñárritu ile gerçekleştirdiği filmlerin yanında sönük veya daha adil bir tanımla mütevazi kalıyor. Gerilimden ve ona uzanan sertlikten de yoksun olduğu yönler çok fazla. Arriaga, tarot kartları misali çok sevdiği karışık kurgusunu genele serpiştirmesini çok iyi bilen bir senarist. Yönetmen olarak Arriaga için ise hemen hemen aynı şeyler söylenebilir. Iñárritu’nun Fernando Meirelles estetiğini de andıran epik görselliğini bulmak fazla mümkün olmuyor. Yine de birkaç senaryoyu karıştırıp, o karışıklıktan yarattığı düzeni yönetmenliğine ve kurgusuna da yansıtmayı başarıyor. O karışıklığı enteresan bulmak, bulmamak veya bütünüyle Arriaga- Iñárritu meyveleriyle karşılaştırmak olasılıklar dahilinde. Yine de finalde Sylvia’nın zihninde kurguladığı veya Arriaga’nın bilerek bize kurgulatmak istediği, özgün bir fragman tadındaki nefis kurgu, filmin ve karakterlerin etkileyici bir vedası niteliğinde. Film bittiğinde elimizde dramatik yönden sarsıcı birşeyler kalmıyor. Fakat o final bölümünde açılan kapılar, kapanan kapılar ve ardından ufka bakılan pencereler, her şeye rağmen Arriaga’nın ister senarist, ister yönetmen olarak günümüz sinemasına gerekli bir insan olduğunu düşündürüyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder