23 Mart 2008 Pazar

No Country For Old Men (2007)


Yönetmen: Joel Coen, Ethan Coen
Oyuncular: Tommy Lee Jones, Javier Bardem, Josh Brolin, Kelly Macdonald, Woody Harrelson, Garret Dillahunt
Senaryo: Cormac McCarthy, Joel Coen, Ethan Coen
Müzik: Carter Burwell

Kendi halinde bir kaynak ustası olan Llewelyn Moss (Josh Brolin), bir gün açık alanda avlanırken etrafı cesetlerle dolu terkedilmiş araçlar ve yüklü miktarda uyuşturucuya rastlar. Kanlı bir hesaplaşma olmuş ve herkes ölmüştür. Ama olayın biraz uzağında başka bir ceset daha bulur. Onun yanında da içinde 2 milyon dolar bulunan bir çanta. Sanki kendi çantasıymış kadar soğukkanlılıkla çantayı alıp evine dönen Moss, aynı gece huzursuz olur ve büyük bir hata yapar. Olay yerine tekrar döner. Ama bu kez şansı yaver gitmez. Bir grup adam olay yerine gelir ve Moss’u yakalamaya çalışır. Telaştan kamyonunu olay yerinde bırakmak zorunda kalan Moss için artık kaçma ve saklanma vaktidir. Zira peşinde tuhaf silahları, tuhaf davranışları ve tuhaf saç modeliyle psikopat bir tetikçi olan Anton Chigurh (Javier Bardem) vardır. Acıması olmayan bu gizemli katil, Moss’un elindeki çantada bulunan izleme cihazıyla onu kolayca bulabilmektedir. İkisi arasında bu kaçıp kovalamaca sürerken civarın şerifi Ed Tom Bell (Tommy Lee Jones), Chigurh’un ardında bıraktıklarını zekice takip ederek iz sürmektedir.


Tüm sinema kamuoyu, Coen kardeşlerin uzun bir aradan sonra No Country For Old Men ile eski günlerine döndüğü yönünde hemfikir. The Ladykillers ve Intolerable Cruelty gibi Coen filmografisinde emanet gibi duran filmler, özellikle Blood Simple, Fargo, Miller’s Crossing, The Man Who Wasn't There ruhunu özleyen Coen hayranlarını tatmin etmedi. Belki de sinema tarihinin en basit formüllerinden birine sahip Coen alamet-i farikası, gerçek gücünü bu basitlik üzerine yaptığı çeşitlemeler ve ona kattığı kara mizahtan almakta. Bu yüzden açıklaması, incelemesi de zor. Farklı sinema disiplinlerinden özgün bir dil oluşturdukları gibi, bununla yetinmeyip o dil üzerinde oynamalar, bozmalar, şaşırtmacalar yaptılar. Kara film geleneğini kara mizah ile mükemmel buluşturdular. Alfred Hitchcock, Sergio Leone, Sam Peckinpah, John Huston, John Ford, 20’ler, 30’lar, 60’lar, 80’ler derken, Coen’lerin prospektüsü kalabalıklaştı. Herkesin kullandığı malzemelerden yepyeni damak tatları yarattılar. Sıradan tiplerden, acı acı gülümseten karizmatik anti-kahramanlar çıkardılar. İnsan psikolojisine, aksanlara, isimlere, kostümlere, alternatif Amerikan coğrafyasına, mekanlara, sinematografiye, vücut diline, doğaçlamaya, minimalizme, argoya, iyi adama, kötü adama, famme fatale’e, silahlara, sekanslara, tiradlara, fetişlere, şarkılara, temalara büyük önem verdiler.

Tüm bu unsurların ve daha fazlasının üzerine inşa ettikleri kendi senaryoları ya da uyarlamaları, Coen’lerin kendine has sinemalarının oluşumuna katkıda bulundu. Para dolu bir çantanın veya kusursuz gibi görünen bir planın etrafında büyüyen, çiçek gibi açan sorunlar yumağı, başı, sonu, ortası hakkında izleyiciye hiç fikir vermedi. İzleyici kendini nereye gittiği, nerede bittiği belli olmayan bir nehire bırakmış gibi hissetmeliydi. İyi adam ile kötü adamı ahlaki açıdan yargılayacak didaktikliğe harcayacakları zamanı, işleri daha da karıştırmaya harcadılar. Zaten Coen'lerin iyi adam kategorisine sokulabilecek karakterleri bile biraz arızalı veya saftı.

Bulmacaya ve bulamaca benzeyen karışımdan ürettikleri şaşkınlık verici basitliğe rağmen, bir miktar para veya bir cinayet entrikası etrafında şekillenen olaylar zincirinin klişe dokusunda post-modern, varoluşçu, nihilist, gerçeküstü, bilinçaltı benzer/benzemezliği üzerine entelektüel okumalara izin vermesi de mümkün oluyor. Mesela Big Lebowski gibi bir absürdlükten kült bir başyapıt doğuyor. Bu hengamede pekçok kavramın izini sürerken sosyolojik, psikolojik, coğrafi referansları yakalayabilmek film için faydalı olabiliyor. Yok eğer salmış bir biçimde mainstream suç hikayesi izlemek istiyorsanız belli noktalarda da sizi yakalamayı başarıyor. Fakat kesinlikle bütünüyle değil. Coen’ler bu tür izleyici profiline acı sürprizler hazırlamayı da seviyor. Bilinçli olarak yapılan bir ters köşe değil. Artık onların doğası haline gelmiş bir yöntem. Genel olarak Coen doğası piyasa seyircisine ters bir kulvarda. Özellikle de iyi-kötü ayırımını yaptıktan veya çoğunlukla yapar gibi göründükten sonra (film ilerledikçe kimin ve neyin iyi-kötü olduğu konusunda hala ayakta kalabildiyseniz!) suç-ceza, sebep-sonuç yolu çok çetindir. Final, arzu edilenden farklıdır. Film esnasında kafalarda geliştirilen final(ler) rafa kaldırılmalı, en iyisi hiç kafa yormamalıdır. Yani “böylesine akıcı bir suç filmi böyle mi bitirilir” düşüncesi kimi zaman sadık Coen kitlesinin bile kafasını kurcalar. Ama Coen finali her zaman için ilerdeki tartışmaların, teorilerin, alternatif kurguların başlangıcıdır. Ve o beyin fırtınasından film hakkında yepyeni açılımlara ulaşmak da mümkündür.


No Country For Old Men
, Cormac McCarthy romanından olma, alıştığımız ve uzun zamandır hasretini çektiğimiz Coen’lerin tilki yuvası beyinlerinden senaryolaşma mükemmel bir suç/noir/yol dramı. Kanlı biten bir uyuşturucu hesaplaşmasından sağ kalan olmayıp da o ıssızlıktan tesadüfen geçmekte olan sade Amerikan güneylisi Llewelyn Moss, orada 2 milyon dolar dolu bir çantaya rastlayınca, kendisinin olmayan bu parayla daha iyi bir hayata yelken açmak istiyor. O an kimse onun aldığını bilmezken tutup aynı gece olay yerine tekrar uğramak istiyor. Bu kez arkasında ipuçları bırakıyor haliyle. O paranın izini süren ve bunu yaparken önüne geleni cebinde taşıdığı ve ara sıra öldürüp öldürmemek adına yazı-tura attığı bozukluklar gibi harcayan psikopat tetikçi Anton Chigurh’dan habersiz olması, gözümüzde onu celladını tanımayan ölüm mahkumu haline getirmeye yetiyor. Chigurh’un ardında bıraktığı karışıklardan olayı çözmeye çalışan tecrübeli şerif Ed Tom Bell ile üçlü kaçma-kovalamaca başlıyor.

Filmi bu üçlünün amansız takipleri üzerine çağdaş bir western güzellemesi/nostaljisi olarak görmek mümkün. Ancak Coen’lerin klasik olduğu kadar modern anlatım stilleriyle salt western yapılanması olarak bakmayıp, bugüne dek Coen mitine ait ne kadar referans varsa hepsine kucak açmış bir anlatımla karşılaşıyoruz. Romanın aslı nasıldır bilemiyorum. Kaldı ki Coen sineması sadece usta sinemacıların değil, usta polisiye yazarların da etkilerini yoğun biçimde hamuruna katık eden bir dile sahip. O yüzden Cormac McCarthy romanı ile Coen kurmacası arasında hiç mi hiç fark olmadığını şartlı olarak söyleyebiliriz. Bu üç karakterin tuttuğu köşeler İyi, Kötü, Çirkin çağrışımlarında bulunsa da, İyi’nin aptallığa uzanan saf iyiliği, Kötü’nün nereden geldiği belirsiz modernize zalimliği ve sadece yaşlılığın getirdiği yıpranma ile çirkinliğin özdeşleştirilebileceği bir denklem üzerine düşünülebilir. O zaman da olsa olsa İyi, Kötü ve Yaşlı denebilir. Lakin Coen’lerin nereye, neyi, nasıl gönderdiği üzerine kafa patlatmak, evrende yalnız mıyız sorusu kadar muğlak, hatta gereksiz. Moss, Chigurh ve Bell’in yüzde yüz temsil ettiği bir değer yok bile denebilir. Var olduğu iddia edilse bile bu durum Coen mitolojisinin okunma çeşitliliği içinde eriyip gidecektir.


Saf olduğu halde kendi içinde zekası ile övünme eğilimde olan, planı başarılı dahi olsa devamında mutlaka bir açık veren, toplumsal ve bireysel ahlaki değerlerle pek bir işi olmayan tipik Coen “iyi”si tanımına cuk oturan bir tip Llewelyn MossCoen “iyi”lerinde hep yaşadığımız gibi özdeşleşme sorunu yaşamadığımız, fakat buna rağmen saflığının cezasını çekmesine ve sebep olduğu karışıklıkların önlenemez yükselişi sayesinde “kötü” bir “iyi”ye dönüşmesine (belki de hep öyle olmasına) seyirci kaldığımız bir karakter. O “iyi”ler için pişkinliğin pişmanlığı, safça yapılan hataların geri dönüşü yok. Lundegaard (Fargo), Ray (Blood Simple) ve Ed Crane (The Man Who Wasn't There) için de yoktu. Kendilerine ait sıradan hayat felsefeleri olan bu “iyi”lerin iyilik bekaretlerini bozan hayati hataları, onları tekrar bakire olunamayacağı gerçeğiyle yüzleştiriyor.

İhmallerinin veya aptallıklarının sebep olduğu karışıklığı düzeltmek için sarfettikleri çabayla daha da dibe batıyorlar. Safça olay yerine geri dönüyor, pis işlerini yaptırmak için dünyanın en yanlış adamlarını seçiyor ya da kendi öldürmedikleri kişileri bile gömmek zorunda kalıyorlar. İhmal ve ahmaklık Coen’ler tarafından acımasızca cezalandırılıyor. Vietnam’da savaşmış, ama karşılığında kendine göre hak ettiği itibarı göremeyip karısıyla beraber güneyin ücra bir köşesinde sıkıcı bir hayata hapsolmuş Moss, havadan gelen 2 milyon doları belki bu yüzden sahipleniyor olsa da, saflığının cezası Anton Chigurh’un peşine düşmesiyle kesiliyor. Mülayim bir maço ve asker eskisi olarak Moss’un diğer Coen saflarına göre daha bir çetin ceviz olduğu söylenebilir. İnsanın peşinde Chigurh gibi biri olunca bu bir gereksinim halini alıyor. Charles Bronson-Burt Reynolds arası bir karizmayı üzerine giyen Josh Brolin, mesleğinde yeni bir baharı yaşıyor. Abartısız ve içini doldurmayı çok iyi becerdiği Moss performansı ile seyirciyi kendine yakın tuttuğu gibi belli bir mesafe koymaya da muktedir.


No Country For Old Men’in kötü yüzü gerçekten olağanüstü. Daha filmin başında adıyla sanıyla olmasa da işlediği iki sıra dışı cinayetiyle tanıştığımız Anton Chigurh eşi benzeri olmayan bir kötü adam. İsmi, saçı, konuşması, silahları her şeyi bir acayip ve kendine özgü Chigurh, tanıdıkça daha az şey öğrendiğimiz bir karakter. Prensip sahibi kiralık tetikçi klişesinden hareket edilmesine rağmen gizemli ve karanlık yanını bir an olsun yitirmeyen Chigurh hakkında nereden geldiği, geçmişi, ne yiyip ne içtiğiyle ilgili teoriler üretilmeye başlandı bile. Peşine düştüğü paradan daha öte amaçları olan, kendine özgü ilkeleri doğrultusunda öldürmeyi bir yaşam biçimi haline getiren, öldürmek ile birlikte yaşayan güneye düşmüş mitolojik bir gezgin adeta. Geçmişi ile ilgili ne Kayzer Soze flashbacki benzeri bir açıklama, ne de motivasyonlarını ifşa eden gereksiz senaryo eklemeleri var. Olmaması da gayet yerinde. Çünkü bu bilinmezlik, perdede onunla alakalı gördüklerimiz kadar güçlü. Yine de o merak duygusuna engel olamayıp, filmdeki başkalarının onun hakkında vereceği bilgiler damakları kurutan bir susuzluk hissi yaratıyor. Bu bilgi aktarımına en çok yaklaşan Woody Harrelson’ın canlandırdığı taşeron Carson Wells ise Chigurh efsanesi üzerine bilmediğimiz bir şey söylemese de ondan duyduklarımız, hissettiklerimizi onaylıyor.

Kirli para ve onun sebep olduğu ölçüsüz şiddetin ayaklanmış hali. Fakat cebinde taşıdığı bozukluklarla karşısındaki herhangi bir insanın hayatı üzerine yazı tura oynaması, bu sayede söz hakkının parada olduğunu savunması, materyalist bir dünyanın şiddet ve ölümle ne kadar iç içe olduğunu işaret etmekte. Basit bir yazı tura bozukluğu ile bir çanta dolusu 2 milyon dolar arasında Chigurh için pek bir fark yok. Para, her zaman için onu elinde tutanın sorumluluğunda. Ama ne kadar haksız ve kirli de olsa başkasının parasını gasp eden bir başkasının da hayatını doğrudan tehdit etme potansiyeli var. 22 yıl boyunca elden ele gezip bir gün Chigurh ve sıradan bir benzinci arasında ölüm kalım pazarlığının nesnesi olan o küçük bozukluk bile, paranın satın alma gücünün benzersiz bir sembolü. Tüm eyaleti gezen, hayat kurtaran, hayat bitiren, saygınlık veya bir şişe süt satın alabilen basit bir nesneden öte capcanlı bir güç. Para ve ölüm, Chigurh gibi bir aracı sayesinde hiç bu şekilde hemhal olmamıştı belki de.

Chigurh, günümüz sinemasının erken bir suç ikonu haline geliyorsa bunun sırrı onu canlandıran Javier Bardem’in onu ete kemiğe büründürme şeklinde yatıyor. Bardem, Chigurh kompozisyonu ile tarih yazıyor! Bir kapının altında beliren gölgesi ile bile rol yapıyor sanki. Ücra benzin istasyonundaki market sahibiyle yaptığı garip sohbet, sanki ekran karşısında bizimle yapılıyormuşcasına gerilim yaratıyor. Zaten bir psikopatla o pozisyona gelip nasıl ortak bir paydada buluşabilrsiniz ki? Karşısındaki gariban benzinciye “şu tuhaf saçlı, deli bakışlı herif ne diyorsa yap be adam!” diyesimiz geliyor. Hele Woody Harrelson ile geçen sahnesinde yüzüne kondurduğu korkunç gülümsemeye bir bakın! İnsanın yüzünde tebessüm, derisinin altında tedirginlik yaratıyor. Adam öldürürken alabildiğine ifadesizleşme, yaralanıp acı çektiği halde o acıyı dışa vermeme sabrı ve ölümcül bir alaycılık. Kendisini tedavi ettiği sahnenin naif ayin havası, Azrail’in ev hali ile şeytanın ibadeti arasında muazzam bir sekans. Bunların hepsi Javier Bardem’in harika yüz ve vücut disiplininde anlamlanıyor. Muğlak kişiliği, muğlak ilkeleri ve bunların şiddete kattığı boyut ile kesinlikle sinema tarihinin en unutulmaz kötü adamlarından biri Anton Chigur.


Filmin bir diğer önemli sacayağını da bezgin bilge şerif Bell oluşturuyor. Eski ile filmin geçtiği 1980 arasında birtakım karşılaştırmalar içeren cümleleriyle açılan No Country For Old Men, adını büyük ölçüde Bell üzerinden teyit ediyor. Gazetelerde okuduğu, izini sürdüğü, etrafında gördüğü şiddet ve yozlaşma üzerine söyleyecek söz bulamayan Bell, yaşlılığın tüm yükünü sırtında hisseden, "20 yıl önce buralar böyle değildi, eskiden silah taşımayan şerifler bile vardı" nostaljisi içinde çaresizleşmiş hüzünlü bir adam. Yaşlandıkça ve bu manasız şiddeti anlamlandıramayınca Orada Olmayan Adam’a doğru bir yol üzerinde sanki. Moss’un karısıyla, kendi yardımcısıyla ve yaşlı kuşağından dostlarıyla geçen konuşmalarından, örneklemelerinden kırılgan bir güney bilgeliği sızıyor. Moss’un akıbetinin ne olacağı konusunda "hayvanla insan arasındaki mücadelede bile sonuç kesin değildir" diyebilen kaç şerif tanıdık beyazperdede? Zaten kendisinin de söylediği gibi, aklı alıp başını giden, western müzesinin nadide parçalarından bir güzel insan. Bell, yaşlandıkça Tanrı’nın bir şekilde hayatına gireceğini uman, ancak hayalkırıklığına uğramış country-blues modunda bir saflıkta. İnsana, yaşlandıkça yaşayacak bir parça toprak, yatacak bir yer kalmayacağını hissettiren karamsarlığı hep omuzlarında taşıyor.

Onun eskilerde kalmış suç zekası her ne kadar iz sürerken etkili olsa da, sokaklarda gördüğü nedensiz şiddet karşısında erimeye yüz tutmuş. Orson Welles’in seslendirdiği I Know What It Is To Be Young şarkısında "ben genç olmanın ne demek olduğunu bilirim, ama sen yaşlı olmanın ne demek olduğunu bilmezsin" dizelerini dillendirecek gibi dursa da, Moss ve Chigurh gibi çocuklara bunu anlatmanın yolu yok. Eskinin idealizmi yerle bir olmuş, yenilmiş, yılmış ama bir eliyle de işini doğru yapma ilkesine tutunmuş bir kanun adamı. High Noon şerifi Kane gibi suçluları dize getirme mecalini yitirmiş görünmesi, karşısında adil güreşmeyen sınırsız ve anlamsız bir şiddete yenik düşmüş olmasından kaynaklanıyor. 80 yılında geçen filmde, bu yitip gitmekte olan idealizmi yaklaşık 10 yıl sonra ayakta tutmaya gayret eden hamile şerif Marge’da da (Fargo) görüyoruz. Ama 80 ve 90 arasında onun da yüzleşmek zorunda kaldığı şiddetin ölçüsünde değişen pek bir şey yoktu. Şerif Ed Tom Bell yukarıda saydığımız tüm duyguları bize Cormac McCarthy yanında Tommy Lee Jones ile ulaştırıyor. Kovboy şapkasını kendisine çok yakıştıran Jones, o şapkanın altındaki onur ve dürüstlüğü izleyene aktarmada hiç sorun yaşamamış bir oyuncu. Onu dengeli, karizmatik ve yaşlılığın tebessüm ettiren mizahi doğallığında izliyoruz.


No Country For Old Men unutulmaz sahnelerin birbiri ardına sıralandığı modern bir başyapıt. Coen filmlerini anlamlandıramayan kitle için bu tanım havada kalacaktır muhakkak. Bahsettiğim pek çok sahne ile birlikte özellikle Moss ve Chigurh’un iki ayrı otelde geçen düellosu nefesleri kesiyor. Coen’lerin vazgeçemediği ve birkaç Coen yapımı hariç (bu hariçler arasında muhteşem kareleri ile Blood Simple da var) çoğu filminde imzası olan, aynı zamanda The Shawshank Redemption, A Beautiful Mind, Kundun, The Village, House Of Sand and Fog, The Assassination Of Jesse James By The Coward Robert Ford gibi sabıkaları bulunan görüntü yönetmeni Roger Deakins’in elit çalışması yine harika. Cormac McCarthy’nin romanına ne kadar müdahale ettiler bilmiyorum. Ama Coen biraderler her şeyiyle üst düzey bir filme daha isimlerini yazdırıyorlar. "Dönmezsem anneme onu sevdiğimi söyle. / Annen öldü, Llewelyn./ O zaman kendim söylerim" benzeri güldüren, bazen çıkışı olmayan, bazen de çıkışı son bir final cümlesiyle halleden leziz diyaloglar, nereden geldiği bilinmeyen, ama yarattığı rüyamsı anlarla gölgeler yaratan arka plandaki ışıklar, tıpkı Bell gibi aklı alıp başını giden, yine de ne yaptığının farkındaki kurgu anlayışı No Country For Old Men’i 2000 küsürlü yılların klasikleri arasına koymaya yetiyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder