14 Şubat 2016 Pazar

Amy (2015)


Yönetmen: Asif Kapadia
Müzik: Antonio Pinto

Güçlü soul / caz sesine ve Rehab şarkısına saygı duymakla birlikte Amy Winehouse'u hiç sevmedim. Uğraşmadım değil ama gönül istemeyince olmuyor. Normal şartlarda onunla ilgili bir film izlemezdim bile. Ne var ki müzik biyografilerine bir türlü kayıtsız kalamadığım gibi, 2010 tarihli Senna belgeseliyle yine hiç sevmediğim Formula 1 yarışlarında efsane olmuş Ayrton Senna'yı tanımamı (ve sevmemi) sağlamış Asif Kapadia'nın yönetmiş olması önemliydi. Bu filmden de şarkılar eşliğinde Winehouse'a dair birçok şey öğrenmiş olduk. Fakat bu öğrendiklerimin Senna'dan öğrendiklerim yanında hiçbir dönüştürücü, kazandırıcı etkisi olmadı. Winehouse'a tarafsız bakmayı beceremedim ama belgesele tarafsız baktığımda da ne yazık ki onu da hiç beğenmedim. Herşeye rağmen bu yazı taraflı bir yazı olacak, zaman zaman normalden daha sert ifadeler yer alacak (belki de çirkinleşecek bilemiyorum.) Ne de olsa bu filme harcanan 2 saatin yerine daha izlenecek bir sürü filmin olması içimi hala sızlatıyor.

Kapadia, aynı Senna'da yaptığı gibi Amy'nin doğumuna, çocukluğuna, okul, aile hayatına vs. çok girmeden direk müzik çalışmalarını ciddileştirdiği 2005 civarında kurgulamasına başlıyor. Yine  filmde yer bulan konuşmacıların konuşurkenki görüntülerini değil, sadece seslerini ve isimlerini veriyor. Yine bir yığın arşiv görüntüsünü kurgusal düzenine uygun biçimde kullanmaya çalışıyor. Yani yapı olarak Senna'da benimsediği tarzı sürdürüyor. Fakat burada adamın elindeki malzeme Senna değil, Amy Winehouse. Demek istediğim, daha küçük yaşlarda ot çekmeye başlayan, sonradan pespaye özel hayatıyla birlikte vazgeçilmez bir magazin malzemesine dönüşen bir kadının mı, yoksa yaptığı işin ötesine geçerek bir halk kahramanına dönüşen bir adamın mı malzemesi mühimdir? Tabii ki dünyanın her yerinde ilk söylediğimiz satar, bu acı bir gerçek. Öte yandan hangisi kendine, yaptığı işe ve o işi benimseyenlere saygılıdır diye sorarsak orada tek bir gerçek olduğunu da kabul etmek gerekir.


Bu belgeselin en önemli malzemesi Amy'nin sesi ve şarkıları. Sese sözüm yok ama benim için az sayıdaki istisna dışında bayık şarkıların el yazısı sözleriyle aktığı uzun sahneler filmi hantallaştırıyor. Bunun yanında, bir belgeselin olmazsa olmazı arşiv görüntüleri kısmında da ciddi sıkıntılar var. Arkadaşlarının, aile fertlerinin çektiği, bir çoğu Amy'nin yakın plan suratından ibaret saçma ve sıkıcı videolar geçidinin filme hiç katkısı yok. (Gerçi bu videolar tam olarak neye katkı sağlamalı onu da bilmiyorum.) Blake Fielder-Civil adlı ne idüğü belirsiz apaçi ile yaşadıklarının "love story" kıvamında sevimlileştirilmesi, Amy ünlü olunca ortaya çıkacak olan baba Mitch'in birden kızının akıl hocası haline gelmesi, bitmek bilmeyen alkol ve uyuşturucu problemleri, magazin basınının olağanüstü ilgisi filmin nereden, ne şekilde ilginçleşeceğini merak ettiriyor. Tüm bunlar bir şekilde "Amy iyi de çevresi kötü" mantığına çanak tutuyor. Biri çıkarcı baba, diğeri uzatmalı sevgili (sonra da koca) olmak üzere onun hayatındaki birbirinden sevimsiz iki erkeğin kapladığı yere bakınca bunun doğruluğu su götürmüyor. Ama bu saflığı, sorumsuzluğu bütünüyle uzun yıllar babasız büyümenin psikolojisine yüklemek, "hırsızın hiç mi suçu yok" sözünü akıllara getiriyor.

Tabii Kapadia tamamen bu psikolojiye sığındığı, kendini Amy'ye adadığı için tarafsız olmak adına bazı gerçekleri sadece yüzeysel işliyor, yorumsuz bırakıyor. Sıkıştığı anda "şarkı üzerine elyazısı lirikler" yöntemini devreye sokup gereksizce filmini şiirselleştirmeye oynuyor. Oysa babası tarafından küçükken terk edilen, sevgilisi tarafından uyuşturucuya alıştırılan, menajerleri tarafından ticari bir yatırım olarak görülen, süslenip püslenip popüler mekanlara gittikten sonra "basın çok üstüme geliyor" yakarışlarında bulunan yüzlerce müzisyen, oyuncu varken bunlardan ilk kez ve bir tek Amy Winehouse muzdaripmiş gibi bir algı yaratılıyor. O şarkı sözlerini yazarken ve söylerken ne kadar olgun bir kadın olduğunu vurgulayıp, sonra da yaptığı hataları küçük bir kız çocuğu tecrübesizliğine, masumiyetine bağlamak, sadece müzikal anlamdaki bir olgunluktan söz etmek pek tatmin edici değil. Her türlü bireysel özgürlüğe sahip ve güçlü olduğu iddia edilen bu kadın pekala uyuşturucu ve alkolü bu derece abartmamayı, tüm zorlukları müziğine kanalize edip üretken olmayı, daha sağlıklı ilişkiler kurmayı, basına bu kadar malzeme vermemeyi becerebilmeliydi. Şöhret olmakla ilgili başlardaki temkinli yaklaşımı, şöhretin getirdiği erişim kolaylıkları sonrası kendisiyle çelişmemeliydi. Avrupa'daki bir konsere zil zurna sarhoş çıkıp bilet sahibi yüzlerce hayranına doğru dürüst şarkı söylemeden tuhaf hareketler sergileyen birinin soul ve caz adabında yeri olamaz. Olsa olsa şöhret şımarığıdır.

Bu sözde "şöhret hazımsızlığı" meselesindeki ikiyüzlülük, hayatları ve sonları az çok birbirine benzeyen Kurt Cobain'de de vardı. (Cobain ve Winehouse'u müzikal açıdan karşılaştırmıyoruz bu arada.) Yırtık pırtık kıyafetler giyerek, salaş bir yaşam sürüyor imajı çizerek, o davet senin, bu parti benim gezerken ekmeğini tacizden çıkaran paparazzilere yakalandıktan sonra basın karşısında mağduru oynayarak, en kaliteli uyuşturucuları elde edecek ekonomik güce sahip olduktan sonra paraya pula önem vermediğini iddia ederek şöhreti reddetmek, en popüler "celebrity" reflekslerinden birkaçı. Amy'nin düzgün bir hayatı olsaydı, o çok bağlı olduğunu söylediği caz müziğin ruhuna sadık kalıp kendini müziğine adasaydı, Tony Bennett gibi bilge insanlarla takılsaydı bu kadar ünlü olmazdı belki ama hiç olmazsa şikayet ettiği şöhretten uzak daha sağlıklı, daha huzurlu bir geleceği olurdu. Ama asıl amaç şöhret olunca daha pop takılmak gerekiyor. Böyle bir tercihte bulunduğu için suçlanmamalı. Hatta bu ikiyüzlülüğe sahip olduğu için bile suçlanmamalı. Ben sadece mensubu olduğu saygın müziği yanlış tercihlerle geri plana atıp tüm kariyeri boyunca Back To Black albümünün ve Rehab single'ının ekmeğini yemesine rağmen onun Kurt Cobain gibilerin yer aldığı efsane mertebesine konmasına karşıyım. Nasıl ki Kurt Cobain'in şöhret yüzünden intihar ettiğine (hatta direk intihar ettiğine) asla ikna olmadıysam, Amy Winehouse'un da şöhreti istemediğine ikna olmadım.


Amy, popüler kültür tarafından ikon haline getirilmiş bir şarkıcının öldükten sonra ardından yapılmış, nerede durduğu belli, ama bilerek ya da bilmeyerek bazı gerçekleri de es geçmemiş bir belgesel. Şöyle ki, Asif Kapadia'nın baba Mitch Winehouse ve eş Blake Fielder-Civil kanadında sergilediği duruş, bu insanların ne mal olduğunu anlamamızı zorlaştırmasa da, Amy'nin birbirinden sevimsiz fotoğraflarını, abuk sabuk ev videolarını, eşiyle çekilmiş bitmek bilmeyen görüntülerini, sarhoş çıktığı bazı konserlerdeki saçmalıklarını da filme katmaktaki yegane amacı olan "bakın bu kız çok iyi de onu çevresi bu hale getirdi" tavrı, geri tepmeye müsait bir hal almış. Küçük bir örnek, Amerika'daki Grammy töreni sırasında İngiltere'de sahnede olan Amy'nin canlı bağlantıyı beklerken duyduğu En İyi Albüm adayları arasında kendi albümü ile birlikte yer alan Justin Timberlake albümü "What Goes Around Comes Around"un adıyla dalga geçmesi, sonrasında bu cümlenin Amy'nin yaşam tarzı ve sonunu tanımlayan yerine oturmuş bir taş gibi, Kapadia'nın da bilmeden kendi ayağına sıktığı bir kurşun gibi görünmesini sağlamış adeta.

Özellikle Amerika'daki bir sürü festivalden ödül alan Amy, belli ki ilerde alacağı başka ödüllerle de birçok iyi belgeselin hakkını yiyecek. Zaten böyle bir ödül rüzgarına kapılınca o film ne kadar kötü olursa olsun önünde kimse duramıyor. Ne var ki bu teknik ve kurguyla Amy Winehouse için değil de, Aretha Franklin için bir belgesel yapılmış olsaydı ona da vasat derdim. Asif Kapadia'nın elindeki malzemeden fazlası çıkmazdı. Oysa aynı kategorideki Oscar adaylarından biri olan ve 1933-2003 yılları arasında yaşamış efsane soul, caz, blues solisti, besteci, piyanist, sivil haklar aktivisti Nina Simone'un hayatını konu alan What Happened, Miss Simone? belgeselinin çok daha güçlü, çok daha dolu, çok daha anlamlı olduğuna eminim. Ama hayat böyle. Ne kadar mağdur, popüler, sorumsuz, en önemlisi magazin objesi olursanız, dünyanın her yerinde o kadar prim yapar, parayı ve ödülleri götürürsünüz. O rüzgar öyle bir eser ki kimse de çıkıp "kral / kraliçe çıplak" diyemez.

1 yorum:

  1. Amy'i henüz izlemedim epeydir de merak ediyorum yazınızı okuyunca merakım daha çok arttı!
    Amy Winehouse'un şarkılarını ben de sevmem ama ilk defa bilinçli bir şekilde, bir yıldızın parlayıp söndüğüne şahit oldum. Yani izlerken ilk defa konuya yabancı yabancı olmadığım bir sanatçı belgeseli olacak:)

    YanıtlaSil