14 Eylül 2012 Cuma

The Cabin In The Woods (2011)


Yönetmen: Drew Goddard
Oyuncular: Kristen Connolly, Chris Hemsworth, Fran Kranz, Anna Hutchison, Jesse Williams, Richard Jenkins, Bradley Whitford, Brian White, Amy Acker, Sigourney Weaver
Senaryo: Joss Whedon, Drew Goddard
Müzik: David Julyan

Alias, Lost, Buffy The Vampire Slayer, Angel dizilerinin çeşitli bölümleriyle Cloverfield filminin senaristliğini yapmış Drew Goddard ile yine Buffy ve Angel’a hem senarist, hem de yönetmen olarak emek vermiş, en son The Avengers’in yazar/yönetmeni olarak gördüğümüz Josh Whedon’ın ortaklığında çekilen The Cabin In The Woods, çeşitli teknik ve maddi sorunlar nedeniyle bir süre gecikmeyle gösterime sokulmuş bir gerilim. Artık hakkında söylenmeyen bir şey kalmayan, özellikle Whedon hayranları tarafından büyük bir ilgiyle karşılanan film aynı zamanda Goddard’ın ilk yönetmenlik denemesi. The Cabin In The Woods “beş gencin tatillerini geçirmek üzere ormandaki bir kulübeye gitmeleri ve orada başlarına gelen korkunç olaylar” gibi benzersiz (!) bir özete sahip olmasına rağmen, aslında Goddard ve Whedon’ın amacının çok başka olduğu bir film.

Film, önemli bir sürprizini daha başlarda ifşa ediyor. Yine de bu sürprizin nasıl işlediğine dair merakımızı uzun süre korumaya çalışıyor. Bir yandan slasher filmlerinden alışık olduğumuz bir yığın klişeyi kulübedeki gençler üzerinde uygularken, diğer yandan bu klişelerin çıkış noktasını ve perde arkasını seyircilere farklı bir açıdan yansıtarak ezber bozmaya oynuyor. Kendine has yorumlarla birçok ezberi bozabiliyor da. Özellikle 80’lerde ve 90’larda altın çağını yaşayan bu korku/gerilim türünün onlarca örneğinde bıkmadan tekrarlanmış karakter ve olay örgülerinin ardındaki unsurları şaşırtıcı hatta komik gerekçelere dayandırmak suretiyle klişelerle alay eden bir tavır takınıyor.


Kulübedeki gençlerin temsil ettiği The Whore (Fahişe), The Athlete (Atlet), The Scholar (Akademisyen), The Fool (Aptal), The Virgin (Bakire) beşlisinin teen slasher filmlerindeki konumları, doğru ve yanlış kararları, öldürülüş sıraları, öldürülüş biçimleri gibi birçok kalıplaşmış tercih filmde masaya yatırılıyor. Bu tercihlerin sahibi senarist ve yönetmenlerin, filmlerde acımasızca öldürülen ve öldürenlerin, onları yıllardır seyreden biz seyircilerin zincirleme ilişkileri üzerine hiç beklenmedik hamleleri olan film, sözünü ettiğimiz alaycı yaklaşımı yanında, bu zincirin halkalarının sinemada yıllar boyu aynı minvalde ele alınışına da farklı bir eleştiride bulunuyor aslında. Goddard ve Whedon ikilisi, bu filmlerde karşılaştığımız türlü unsurları bir muhasebeci edasıyla toparlayıp Pandora’nın Kutusu’na koyuyorlar. O kutunun açılması da kaçınılmaz olduğu için kan, bu defa hiç olmadığı kadar gövdeyi götürüyor.

Sözkonusu unsurları paketleyip bir “Öcü Veritabanı” oluşturma fikrinin orijinalliği tartışılmaz. Bazı yazarlar tarafından son yarım saati kült ilan edilen filmin kan ve şiddetten doğan ince bir nostalji içerdiği de bir gerçek. Tüm bu kaostan, artık geçmişin tozlu makaralarında kalmış kötücülleri sayesinde gore bir romantizm elde etmenin bilinçli tercihi amacına ulaşmış görünüyor. Öyle ki, yarım saatten daha uzun sürmesini bile isteyebiliyor insan. Atlanılan seviye, filmin o son düzlüğe kadar olan kısmını bir kenara bırakıp fantastiğe sırtını dayamış kendi realitesini yaratıyor. “Yönetici”nin yumruğunu yiyen biz seyirciler, bunca yıldır defalarca bu klişelerle oyalanmanın verdiği bıkkınlığı biraz olsun üzerimizden atabiliyoruz. Çünkü bu basmakalıplığa kendine ait bazı cevaplar bulan The Cabin In The Woods, belki başkalarının da benzer cevaplar bulması yönünde cesaretlendirici etkiler taşıyor. Tıpkı Wes Craven filmi Scream gibi... 1996’da Kevin Williamson’ın Scream ile kendi familyasındaki filmlere alaycı/romantik/kanlı yaklaşımından sonra malzemenin tükendiğini düşünülüyordu. Her ne kadar bu filmle dünyayı kurtarmayıp, kansere çare bulmasalar da Goddard ve Whedon bu tükenişi kabul etmediklerini yıllar sonra göstermiş oldular.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder